Vapurun alt kamarasında, havanın en güzel zamanında; martıların suyun üstünde keyifle uçtuğu, uzakların titrediği, rüzgârların uykuda çocuk nefesiyle estiği günlerde kimseler olmaz.
O en aşağıya iner, ceketini kanepelere atar, pantolonunun arka cebinden on bir buçukluğunu çıkarıp kanepeye bırakır, kibriti itina ile paketin üstüne kor ve düşünürdü.
Dünyanın içine kurduğu köşkleri, apartmanları, gazinoları, kadınları ve kış günlerini, çok sevdiği çocukları, kuşları, karıncaları, yaz gecelerini besteleyen kurbağaları, oltanın ucuna takılmış güneşbalığını…
Alt kamaraya inen merdivende şimdilik kimseler yok. Biraz sonra bir veyahut iki kişi merdiveni yarıya kadar inip birinci mevkiin döşemesine ellerini dayayarak, aşağıya, donuk, keten bezlerinin örtüldüğü kanepelere bakacaklar, tekrar yukarıya, sıcak yaz gününü bir bıçak hızıyla kesen vapurun rüzgârını tercihe gidecekler. Yahut da başka biri sakin ve sessiz, yorgun, adeta mustarip gelecek; ayakkabılarını çıkaracak ve boylu boyunca bir tarafa uzanacak.
Rüzgâr ve denizin sathı, alt kamaranın içine menekşe ışıklarıyla girer; beyaz tavanda bir vantilatör gölgesi halinde dönüp giderler.
Sinekler burnuna, açık kollarına, garip bir hazla açılmış ve sulanmış ağzına girer, konar; ellerini oynatmaya arzusu olmadığı için yüzünün ve burnunun adale hareketleriyle onları kovardı. Sinekleri düşünürdü. Sinekler saniyede 350 defa kanatlarını çırparlar, diye okumuştu. O da saniyede 350 defa hayatı sevmeye, birini okşamaya; saniyede 350 defa bir ballı şeye konmak için çalışmıyor muydu?..
Birdenbire alt kamaraya inen merdivende bir adam peyda oldu. Altmış yaşlarında vardı. Matruştu. Elinde birtakım paketler vardı. Fevkalade yorgun gözüküyor, fakat yorgun gözükenlerin o san ve mustarip çehresi kendisinde yoktu. Yorgun, fakat mütebessim ve memnundu. Gözleri tavandaki deniz, güneş ve deniz âlemi gölgelerinde düşünen adamın ta karşısına gelip oturdu. Derin bir of çekti. Fakat bu of, hayat yükünü kaldıramayan insanların çoğundan ziyade; bu sıcak yaz gününde İstanbul denilen bu harikulade şehrin pis ve güzel sokaklarından ucuz şeyler arayıp da yorulmuş insanların sesi idi. Bir adalı yorgunluk ofu!..
— Yorgunluk efendi oğlum! Yorgunluk!.. Yaş altmış beş. Ne yaparsın? Yoruluveriyoruz artık; eskisi gibi değil…
— Bu havada yorulmayacak adam ancak çocuk olabilir beybabacığım.
— Hararet otuzu aşmış. Bilmem, gazete öyle yazıyor.
— Besbelli. Kuş uçmaz bu havada.
— Ama bu sinekler hiç yorulmuyorlar.
— Bir yerde okudumdu efendim, saniyede 350 defa kanatlarını çırparlarmış. Böceklerin adale kuvveti bir harika imiş beybaba. Bir gramlık bilmem ne böceği iki yüz gram ağırlığınla da bir demir cetveli çenesiyle tutar kaldırırmış…
— Doğrudur. Karıncaları görmez miyiz? Neleri kaldırmazlar! Kendilerinden ne ağır yükleri… O ne kuvvettir?
Bir müddet sustular.
— Nerede ikamet buyuruluyor?
— Burgaz’da efendim.
— Fena ada değildir.
— Manzara itibarıyla evet, efendim.
— Hakkınız var. Bilirim. Konuşacak adam bulmak zordur. Rumcası da pek bolmuş derler. Bir vakitler mahdum bendeniz bir yazlık oturmuştu. Bir ay şehre inmemiş, biraz kilo almaya çalışmıştı. Geldiği zaman o sessiz, ağzını bıçak açmaz çocuk o kadar çok konuşuyordu ki bizimle… Ne bu hal Nurettin? derdik. Bir aydır Türkçe konuşmadım beybabacığım, derdi, ne yapayım?
Genci uyku bastırıyor. İhtiyar son memuriyetinden, Çanakkale’ye, Çanakkale’den Ankara’ya atlıyordu. Bu arada tekaüt maaşı almak için bugün indiğini, öteberi için bütün çarşıyı gezdiğini söyledi. Genç adam zamanı, hadiseleri, vakaları ve ihtiyarın gününü bir film ve rüya havasıyla dinlemekten ziyade seyre dalmıştı. Vapurun bir iskeleye yanaştığını, tavandaki ışıkların bir sabun köpüğü çıtırtısıyla söndüğünü ve alt kamaranın birdenbire kararıp serinlediğini duymadı, ihtiyar, allahaısmarladık! dedi, silindi, gitti. Yatan ve yalnız kalan adama oğlu Nurettin’i, kızı Kevser’i, Çanakkale’deki siper muharebesini, madalyayı, Ankara’daki memuriyetini, Mahmutpaşa’yı ve damatlarını bırakmıştı. Yatan adam Kınalıada’da akşam güneşinin içinde yanan kuleli bir ev görüyordu. Yokuşun altında ihtiyar adam gözükür gözükmez küçük çocuklar koşuşuyorlardı. Elindeki paketlerin birinin içinde çikolatalar vardı. Ötekinde bir siyah gözlük. Nurettin’e hediye; gene aynı paketin içinde ne var bilin bakayım? — A… Mayo… Ay ne güzel, ne cici şey bu. Terliklerini giyiyor. Sarnıçtan su çekilmiştir. Ayaklarını yıkıyor. Boğazın ışıklarını gören pencerede ihtiyar adam, altmış beş senelik ömrünü altmış beş saniyeye indiren bir rüya içinde kendisini yemeğe çağırmalarını bekliyor. Hediyeler unutulmuştur. Yalnızlık ve ihtiyarlık bir gemi hızıyla meçhul yola düzülmüştür.
— Efendi baba, efendi baba, diye sesleniyorlar, haydi yemeğe!..
Efendi baba, açık pencereden uçup gitmiştir…
Sait Faik Abasıyanık