İtibar için Avrupalı olmak mı gerkiyor? Plaj İnsanları – Sait Faik Abasıyanık

Birinin ağzında pipo, ötekinin boynunda akordeon,  saçları cilâlı, kısa keten gömleklerinden kıllı, kalın, adaleli kolları gözüküyor; genç ve güzel iki delikanlı…

Kocaman hasır şapkalarının altıda sarı saçlar uçan, eteklerinden aşağıda fevkalâde güzel, cins ayak bilekli, derileri ancak iştaha uyandıracak kadar fazla değil  yanık iki genç  kız…

Delikanlının biri Telefon Şirketi memurlarındandır. İngiliz mektebinde okumuş, sonra Paris’e gitmiştir. Telefonculuk tahsili yapmıştır. Ne iyi değil mi?.. Paris’ten döndüğü zaman getirdiği gömlekler, lastik ayakkabılar, ne güzel, ne cici, ne kimsede bulunmayan yahut pek az kimselerde bulunan pratik ve yazı herkeste bulunması lazım gelen haset uyandırıcı şeylerdir. Bu sıcak havada herkes, bu hafif lastik ayakkabılar, bu tiril tiril gömleği, bu yıkandıkça beyazlaşan, sağlamlaşan, iyi biçkili pantolonlar giyinmeği ister. Yalnız piposu pek arzulanır şey değil. Ondan ötesini arzulamayacak insan yoktur. Hatta, yerli ve ismi çıkmış mağazalardan alınmış, iki yıkanışta dapdaracık, kısacık olan pantolonlu, üç giyinişte lastikleri ayrılan ayakkabılı, sözde Avrupa malı giyen plaj kasabası gençliği bile. Değil ki bu sıcak havada Kula Dokuma Fabrikasının kalın yünlü pantolonu ayağında, kirli gömlekli balıkçı, kömürcü ve sandalcılar özlemesin! Fakat sandalcı ve emsalinin özlemesi pek ötekilerin özlemesine benzemez. Şimdi aynı güzel şeyleri onlara versek; giymeğe uzun müddet tereddüt edecekler. Sonra, gizliden gizliye, kendilerine bile itiraf etmedikleri halde, arzuladıklarını hissedip bir gün sıkılarak gömleği, bir hafta sonra da ayakkabıyı giyeceklerdir. Ondan sonra ne olacak?.. Çabuk kirlenmesi, balıkçılaşması için elden gelen yapılacaktır.

Telefon Şirketi memurunun pipoyu ağzına takışından haleti ruhiyesini anlayabiliriz. Balıkçı İspiro da pipo içiyor ama tütünü için… Bu delikanlı tütünü için içmiyor mu? Belki tütünü için… Ama insana öyle geliyor ki, fiyakasını tütüne tercih ediyor. Ne olur değil mi?.. Küçük çocuklar da tütüne alışırken fiyakası için başlarlar. O halde?.. Bu delikanlı da madem ki daha çocuktur. Bundan ne çıkar? Müsamaha ile bakılabilir. Kimbilir ben ona kızdığım için bana yalnız fiyakası için içtiği pipo ile ağzının bu züppe çarpılışı, bizi; cakasızlar, sandalcılar, bakkalcılar, dans bilmeyenleri, briç oynamayanlar, kadılara Fransızca laf atmayanlar kendisinden milyon defa aşağı görüyor gibi geliyor. Belki de haklısın. Ben ona sinirlendiğim için öyle sanıyorum. Yoksa cıgaraya alışan çocuğun saf, temiz, fena niyetsiz haliyle piposunu içiyor belki. Belki de suratındaki ekşilik numara değildir de, cigaraya alışan çocuğun tükürmesi gibi bir gudde faaliyetidir. İddia etmem, belki de…

Öbür delikanlı daha iri, daha yakışıklı … Şöyle uzaktan tanıyorum; bir Leh Yahudisidir. Leh Yahudileri hakikaten güzel insanlar. Almanya’da okumuş muhakkak. Bu kadar güzel Almanca konuşulmaz, diyor Almanca bilenler. Türkçeden başka bütün lisanlar biliyor gibi bir şey… Türkçe konuştuğunu benden başka kimse işitmediği için, bilmiyor, ama öğreniyormuş diyorlar. Ben Türkçesini duydum: Sandalcı Ali it, hergele bir şeydi. Olur olmaz adama pabuç bırakmaz. Garibi iyi Rumca, daha tuhafı çok fena Almanca konuşur. Nereden, nasıl öğrenmiştir? Ne bileyim ben. Kendisine sorulursa, burada, İstanbul’da, Harbi Umumi’de Almanların yanında sandalcılık yapmıştır. Bir gün bu yukarda bahsettiğimiz Leh delikanlısı Ali’nin sandalını poyrazlı bir günde kiralar. Pazularma pek güvendiği için bu kürek oynatılamayan havada Ada’yı dolaşmağa kalkar. Terler, merler, fakat Ada’yı dolaşmasına da dolaşır. Dalgalarla pençeleşir. Cereyanlar yarar. Hakikaten böyle bir havada Ada’yı dolaşmak, kırk yıllık sandalcıların bile kârı değildir. Bravo!.. Bu tam bir sporculuktur. Ali’nin bile «aferin» diyeceği gelir ve der de…

Delikanlı, alelâde limanlık havalarda bir buçuk saatte dolaşılan Ada’yı beş saatte dolaşmış, beş saat dalgalarla aslanlar gibi pençeleşmiştir. Nihayet muzafferane gelir, Ali’ye çıkarır, her zaman yaptığı gibi, bir Ada’yı dolaşmağa verdiği parayı verir. Ali, Leh delikanlısı sandala binerken takırdattığı Almancasını bir tarafa bırakarak İzmit körfezi kıyılarının şeker şivesi, Galata meyhanelerinin ağıza alımaz argosu ile açar ağzını, yumar gözünü.

«Ulan, köpoğlu» der, «yarım papel beş saati? Saati eder on patakoz. Sen aklını peynir ekmekle mi yedin? Sandal su içinde be!.. Çık iki papeli! Gözünü oyarım vallahi, kereste!..»

İşte o zaman, tesadüf, ben de sandal iskelesindeydim. Prens kılıklı, parlak Lehli, Ali’nin dediği kadar vardı. Bir çam kalası kadar haşmetli, kızıl, şaşırıp kalmıştı. Bir şeyler mırıldandı. Baktı ki, Ali artık Almanca malmanca anlayacak vaziyette değil, güzel bir Yüksekkaldırım Türkçesiyle:

— Aman ağabey!  dedi , yüzüm gözüm hakkı için, bir buçuk liram var. Vereyim. Al, bırak yakamı.

İşi nasıl hallettiler bilmem? Ben tatlı tatlı gülmek için uzaklaştım. Dedim ya, ben bitaraf adam olamıyorum. Ne yapayım?

Kuledibi’nde yetişip de, Almanlık Lehlilik taslamanın o zamana kadar neye yaradığını bilmezdim. Sanırdım ki, Sulukuleli olur da adam olur, Parisli olur da eşek… düşünürdüm.

Acaba Kuledibi ile Almanya’nı Dresden şehrinin yahut da Lehistan’ın Varşova kasabasının bir mahallesi halkı arasında ne gibi büyük bir fark olabilir?

Sonra anladım. Bütün mesele bir sınıf yaratıp kim, kısrağı, dansı, oyunu, yüzmesi, eğlencesiyle bir memleketin yerli ahalisinden başka türlü gözükmek, mevhum bir kolonizatör vaziyeti takınmak… Bilerek, bilmeyerek Madagaskar yerlilerinin Avrupalılara gösterdikleri hayranlığı bizlerden beklemek…

Kızları birisi de işte bu cinstendir. Parisli olmakla iftihar eder. Babası, anası Katoliktir. Abaencet İstanbulludurlar. Hem de Ermeni. Fakat babası Paris’te dört sene kalmıştır. Evlerinde katiyen Ermenice konuşulmaz. Bu kız, babası, anası Paris’te iken doğmuştur. Doğar a!… Fransız tabiiyetine girivermişler o zaman. İsmine de fevkalâde bir isim takmışlardır. Zamanla güzel Rumca öğrenmişlerdir. Bütün Türkiye’de yerleşen ecnebiler gibi, evvelâ Rumcayı sevmişlerdir. «Grekize olmuşuzdur» derler. Bundan başka, bu kızcağız harikulâde güzeldir. Fevkalâde saftır. Kuledibi Almanlar, Lehliler, Fransa’da tahsil etmiş, Türk, Rum, Ermeni delikanlıları için her şeyini feda etmiştir. Dudaklarını akordeon çalana, kalbini Fransızca konuşup dans edene kaptırmıştır. Bize, sandalcılarla, çapaçullara, küçük oğlan kardeşinin bisikletine bindiği zaman, mevzun ayaklarını seyretmek, ipek kısa pijamasından uçup giden kokusunu arzu ile koklamak kalmıştır. Zaman olur ki, bu bile bizim için kâfidir.

Burada biz, bir iki Türk lisesinde okumuş delikanlı, üç memur, iki konuşulabilir, dedikodusu az, iyi balıkçı, çok iyi kalpli bir bakkal çırağı, görmüş geçirmiş bir kahve garsonu zaman zaman bu kızı sever, ona kızar, zaman zaman onu birbirimize, her zaman da aynı cümle ile müdafaa ederiz:

«Koklatmadığı için değil mi?»

Sonra yine akşam üstü, hafif melteme karşı fitil oynarken kağıtlar bir müddet masaya bırakır: «Janet geçiyor anam, bak!» deriz, birbirimize.

İkinci kız, bir Türk kızıdır. O da galiba bir ecnebi mektebinde okumuştur. O da bir memurdur. Şöyle böyle değil; yüz seksen liralık. Terbiyeli; iyi, nazik bir kızdır. Biraz fazla erkek düşkünü olmasına rağmen, ne denilebilir? Çalışan, kazanan bir insandır. Ne denilebilir?

Fakat ne tuhaf, ne fena bir zihniyeti vardır; tamamen burjuva, biraz da kozmopolit bir terbiyenin insanı insan edeceğine kanidir. İyi giyinmek, iyi konuşmak, bir iki  lisanda espri yapabilmek, dansetmek, insanın insan olması için kâfi değilse bile lâzımdır, der. Dostlarını da bu insanlardan seçer; daha çok Türk olmayanlara zaafı vardır. Onlar daha kibardır, der. Kibar olmasına pek kibar değildirler; Türk olmayan gençler ama, daha zararsızdırlar. Kolay kolay hücum edemezler. Erkek düşkünü dedim ama dışardan bakan için. Halbuki iyi tanıyınca  iş değişir. Gezmek, dans etmek, beraber yüzmek, Fransızca hasbihal etmek, dağa çıkmak, motora binmek, yelken kullanmak için, erkek düşkünüdür. Ondan ötesinde hepsi hava alınır. Namuslu kızdır ama, hayvandır. Kafasında hiçbir hüküm ve hakikat yer edemez. Başkaları kafasına dank diyen bir hadise, bir vaka karşısında şimşekler gibi bir ışığın beyninde çakması lâzım gelirken inadı, kötü terbiyesiyle bir türlü ışıklanamaz.

Onların dört kişi, plaja doğru gittiklerini görmüştük: Şöyle bir vaka oldu: Plaja gitmek için rıhtımdan geçilir. Evvelâ büyük bir gazino, sonra bir küçüğü, sonra da balıkçı kahveleri vardır. Önde, sıra sıra İzmit körfezi kıyılarının yemişlerini ve sebzelerini yükleyip gelmiş kayıklar bulunur. Fevkalâde haris, insafsız, işlerini bilmez insanlar olan Ada sebzecileri bu kayıkların gelmediği günlerde her şeyi ateş pahasına satarlar. Yalnız onlar değil ha, bakkal da aynı vaziyettedir. Hasta için zorla altmış kuruşa bir kilo buz alındığını ben işittim. İnanmadım. Sonra hastam vardı. Hemen hemen aynı fiyata aldım, yine inanmadım..

Ha… Kayıklarda her türlü yemiş bulunur. Dört plaj insanı, kayıkların önünde durmuşlardı. Biraz erik bir kilo şeftali aldılar. Tam parayı verirlerken Lehli delikanlı azametli vücudu, uzun boyu ile biraz sakar olduğu için, yanıbaşında kendisine ve hareketlerine gıpta, aşk, kimbilir bir çocuk hasediyle büyüklüğüne bakan bir küçük çocuğu denize düşürdü. Bir saniyede iki çığlık koptu. Bunlar iki genç kızın çığlığı idi. Yanlarındaki iki delikanlı, akıllarına hiçbir şey gelmeden denize bakıyorlardı. Fakat kenarda duran bir sandalcı ile bir balıkçı, çocuk daha denizden kafasını çıkarmağa zaman kalmadan, hiç düşünmeden ikisi birden dakikasında denize atladılar. Sandalcı Karamursallı, çocuğu denizden çıkardı. Öteki, kendini denize, çocuğu kurtarmak için atan balıkçı, sapsarı kesilmişti. Zorla kıyıya çıktı. Çocuğu kurtaramadığına mahzun bir hali vardı. Rengi sarıydı. Ayağı kesmişti. İkisi de balıkçı kahvelerinin önünden fırlayıp denize atlamışlardı. Kızların yanında deminden beri anlattığımız delikanlılar garip bir pişmanlık içinde imişler gibi geldi bana. Leh delikanlısı sebebiyet verdiği bu hadiseye üzülmüş, mahcup olmuş gibiydi. Ceplerini yokladı. Çocuğu kurtarmak için kendini denize atmış, ayağını kesmiş balıkçıya para verdi. Sonra asıl çocuğu kurtarana doğru yürüdü. Ona da bir şeyler vermek istedi.

Bu adam otuz beş yaşlarında bir adamdı. Belinde kırmızı bir kuşağı vardı. Zayıf, çelimsiz bir şeydi. Sakalı uzamıştı. Rıhtıma çömelmiş paçalarının suyunu sıkıyordu. Kendisine uzatılan paraya bakmadı bile.

«İstemez efendi» dedi.

Payını almış Rum balıkçı: «Al yahu, al» diyordu.

Delikanlı ısrarla parayı uzattı. Bu sefer çelimsiz adam, «İstemez dedik ya hemşerim!» diye kestirip attı.

Delikanlı mahcup geriye döndü. Biz kalabalığın etrafını almıştık. Türk kızının kafasında bir aydınlık doğar gibi olmuştu. Tuhaf tuhaf çocuğu kurtaran adama baktı. Sonra bir karar verememiş gibi önüne bakıp düşündü. Sarışın kafasını sallayarak Lehliye, «Siz mi sebebiyet vermiştiniz kazaya ?» dedi.

Leh delikanlısı: «Evet, kaza… Göremedim…» diye bir şeyler mırıldandı.

Genç kız yine Fransızcasıyla: «Vazifenizi yaptınız» dedi.

İkisi birden yürüdüler. Telefon İdaresi şefi bir dakika piposunu ağzından çıkarıp, denize atlamak icabettiği halde akıl edemediğine, Paris’ten getirdiği üstünün başının bozulup «Ridicule» olacağına, olmadığına memnun olmuş gibi tekrar piposunu taktı. Arkadaşlarına yetişti. Yalnız Katolik Janet aramızda kalmıştı.

Bana her zaman tâ çocukluğumda kıra giderken annemin kahvesini ve gaz ocağını içine koyduğu yeşil kırmızı hasırlı sepeti hatırlatan şapkasını tepesine eğmiş, biraz da kısaca boyu ile çapkın bir hal almış; düşünce, sersemlik ve güzellikle doluydu.

Birden Amerikanvari bir jestle koştu. Çocuğu kurtaran sandalcının önünde durdu. Kollarını sandalcının ensesine doladı. Kendine doğru onu eğilmeğe mecbur etti. Sonra bir karış sakallı yüzünden dört beş defa şaplatarak öptü. Sonra bir operet km gibi gülerek, ıslık çalarak «aman akordeoncum kızacak! Vız gelir, varsın kızsın!» gibi bir düşünce ile uzaklaştı. İşte o günden sonradır ki, Janet’e o gruptan bu gruba mütereddit bir halde; bazan bir balıkçı, bazan bir dansöz, bazan bir Fransızca bilen, bazan İstanbul şivesi bile konuşmayan; bazan bir sandalcı ve gazel okuyan, bazan bir Alman mektepli ve gitar çalanla çam altlarında rastladık durduk.

Sait Faik Abasıyanık
Kaynak: Sarnıç

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz