İnsan ve Toplum: Althusser, Marksizm ve Psikanaliz – Taner Timur

Althusser yakın geçmişte Marksist tartışmalara damgasını vurmuş filozoflardan biri olarak bilinir. Psikanalize ilgisi de, yakın zamanlara kadar, 1964’te yayımladığı Freud ve Lacan başlıklı ünlü bir makale çerçevesinde düşünülüyordu. Oysa, ölümünden sonra bizlere ulaşan eserleri (yaşam öyküsü, psikanalizle ilgili konferansları ve diğer yazışmaları), düşünürün Freud’cu akımla ilişkisinin sanıldığından çok daha köklü olduğunu ortaya koymuştur.

Gerçekten de Althusser, yaşamının büyük bir kısmı boyunca, güvendiği bir psikanalistle analitik seanslarını sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda farklı görüşteki birçok psikanalistle ilişkiler de kurmuş ve teorik tartışmalar yapmıştı. Bu durumda teorik ürünüyle ilgili genel kanı da günümüzde yeniden sorgulanabilir hale geldi. Öyle ki, şimdiye kadar Marksist filozofun Freud’u da Marksist perspektifte yorumladığı, daha doğrusu Lacan’ın Freud yorumunun Marksizmle ortak esprisini ortaya koyduğu sanılırken, şimdi şu soru akla geliyordu: Yoksa Althusser, aksine, Marksizmi mi Freud’un aynasında yeniden okumuş ve değerlendirmişti? Yoksa Althusser’in Freud’culuğu Marksizmini de belirleyen “ilk felsefesi” mi olmuştu? Filozofun son yazılarında savunduğu Marksist felsefenin, bir bakıma liberal düşünür Raymond Aron’un dediği gibi “hayali bir Marksizm” olduğunu kabule yanaşması da bu yönde bir belirti sayılabilir miydi?

Aslında durumun daha kapsamlı bir biçimde, Althusser’in her iki yönünü de içeren bir perspektifte düşünülebileceği kanısındayım. Bu bakımdan da Althusser’in temsil ettiği Marksizmin ve Lacan’ın dilbilim temelli Freud yorumunun, daha çok, 1960’larda yükselen bir akım olan “yapısalcı” düşüncenin iki versiyonu olarak görüldüklerini anımsamalıyız.
* * *

Marksizm ve psikanaliz 1960’larda hiçbir aydının kayıtsız kalamayacağı iki düşünce dokusu oluşturuyorlardı. Ancak Fransız Marksistleri, Freud’un kuramlarına 1930’larda sıcak bir ilgi gösterdikten sonra psikanalizin kapitalist düzenle uyum sağlayıcı işlevini görmüş ve mesafelerini almışlardı. Althusser de bu ortamda Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş, yine bu ortamda psikanalizle ilgilenmeye başlamıştı.
Althusser’in psikanalizle ilgili yazılarını yayımlayan O. Corpet’ye göre Marksist filozof psikanalizle ilgili ilk sunuşunu 1959’da yapmış, fakat konuşmasının metni sonradan kaybolmuştu. Düşünürün psikanalizle ilgili temel ve (başka bir psikanalistin deyimiyle) “Marx ve Freud mitosuna özgün bir ışık tutan” tezleri ise, ilk kez ifadesini 1963-64 akademik yılında Yüksek Öğretmen Okulu (ENS) öğrencilerine verdiği iki konferansta bulmuştu. Bu sırada Fransa’da psikanaliz tartışmaları özel bir ilgi alanıydı ve Marksist düşünürler de bu ilgiyi paylaşıyor, tartışmalara katılıyordu. Kuşkusuz bu tartışmalarda, daha 1930’larda adından söz ettirmiş olan Dr. Lacan, sıra dışı kişiliği ve gürültülü seminerleriyle özel bir yer işgal ediyordu.
Ne söylüyordu bu yıllarda Dr. Lacan ve söyleminde Althusser’e çekici gelen saptamalar nelerdi?
* * *

Bu yıllarda Dr. Lacan mevcut, “resmi”leşmiş psikanaliz okullarını ağır bir dille eleştiriyor, Freud’un kızı Anna Freud’u suçluyor ve Viyanalı Usta’yı sadece kendisinin anladığını iddia ediyordu. Başlangıçta onu ciddiye alanlar çok değildi. Ne var ki ona kulak verenler arasında güçlü kafalar da vardı ve özgeçmişinden kaynaklanan sorunların dürtüsüyle Marksizm gibi psikanalizde de (teorik ve pratik) çıkış yolları arayan Althusser de bunlar arasındaydı. Fakat Althusser hiç de öyle kimi orijinal düşünürleri okuyup, aktaracak cinsten filozoflardan değildi. Bu yüzden Lacan dese de, Lacan aracılığıyla Freud dese de, sonunda kendine özgü, Kapital okumalarıyla uyumlu bir yorum ortaya koydu.
* * *

Althusser’in ENS’te ilk konferansını verdiği sıralarda Lacan çok zor günler geçiriyordu. Öğrencilerinin disiplinsizliği yüzünden seminerlerini yürüttüğü Sainte-Anne Hastanesi’nden kovulmuş ve akademik kariyeri tehlikeye girmişti. Oysa tam bu sırada, herhalde hiç de beklemediği bir öneri ile karşılaştı: Marksist çevrelerde yıldız gibi parlamaya başlamış genç bir filozof kendisini ENS’e davet ediyor, seminerlerine orada devam etmesini öneriyordu.
Althusser’le Lacan’ın çok ilginç ve başka psikanalistlerce ayrıca yorumlanmaya çalışılmış bir ilişkisi olmuştur. Ünlüleri analize almaktan çok hoşlanan Lacan’ın Althusser’i divanına yatırmak hususunda hiçbir istek göstermemiş olması bu ilişkilerde dikkati çeken noktalardan biriydi. Buna karşılık Althusser’in de (yaşam öyküsünde bol örneklerini verdiği “babanın babası olmak” tutkusuyla) Lacan’ı Marksist yapmak istemesi ve bu hevesle ona Marksist yorumlarını göndermiş olması başka ilginç bir noktaydı. Her iki düşünürü de yakından tanımış olan psikanaliz tarihçisi E. Roudinesco’ya göre ise “Althusser’in düşüncesi, açıkcası, Lacan’ın umurunda bile değildi ve onun Marksizmi yenileme projesine Lacan hiç inanmıyordu.” Bu yüzden Lacan Althusser’in övücü mektuplarına ve gönderdiği makalelere mümkün olduğu kadar kısa ve sadece pratik sonuca (seminerlerine devam edebilmesine) götüren yanıtlar vermiştir. Buna karşılık, yazışmalarından anlaşıldığına göre, Althusser Dr. Lacan’a teorik ilgisinde daha samimi ve heyecanlı görünüyordu.
* * *

Althusser’e göre Dr. Lacan haklıydı; Freud “psikanaliz” adı altında yeni bir bilim kurmuştu; fakat, bilim tarihinde sık sık karşılaşıldığı gibi bu yeni bilim henüz kendi kavramlarını geliştirme fırsatını bulamadan yakın disiplinlerin kavramlarına dayanmak zorunda kalmıştı. Böylece Kant’ın bir bilim dalına özgü evcil kavramlar ile o bilime “ithal edilmiş” yabancı kavramlar arasında yaptığı ayrım psikanaliz için de geçerli olmuştu (s. 25).
Freud, kuruluş halindeki her bilim dalında çoğu kez görüldüğü gibi kendine özgü kavramlar yaratamamış ve bunları biyoloji, ekonomi politik ve enerji fiziği gibi bilimlerden yararlanarak oluşturmuştu. Başlangıçta bu normal sayılabilirdi, fakat daha sonra bu kavramların özümlenmesi, “teorik bir irdeleme sonunda bir dönüşüme uğratılması” ve “evcil” hale getirilmesi gerekirdi (s. 26). Oysa bu teorik hesaplaşma Dr. Lacan’a kadar yapılmamıştı. Buna karşılık Freud, soyut ve “ithal malı” kavramsal çerçevesinin dışında somut bir tedavi yöntemi (psikanalitik kür) geliştirmiş ve bu da psikanalizde teori ile pratik arasında bir kopukluk yaratmıştı. Böylece, Althusser’e göre Freud’un eserinde, 1) metinlerdeki teorik kavramlar ile içerikleri arasındaki uyumsuzluk ve, 2) psikanaliz pratiğinden tutarlı bir kuram üretememe biçimlerinde somutlaşan iki güçlük ortaya çıkmıştı. Bunlara Fransa’da üçüncü bir güçlük daha eklenmişti ki o da, Althusser’e göre, Fransız kültürünün başka ülkelerdeki kuramsal çalışmalara kayıtsızlığı, daha açık bir ifadeyle teorideki “taşralılığı” idi. Althusser, kişisel yaşamında psikanaliz ile doğrudan temasa gelmesindeki güçlükleri “sadece felsefeyi değil, bütün kültürel disiplinleri kapsayan” bu Fransız “taşralılığı”na bağlıyor ve olumlu örnek olarak da İtalya’yı işaret ediyordu (s. 31).
* * *

Althusser’in vurguladığı gibi Freud’un kuramı, içeriğinden ve yeniliğinden doğan itici özellikleri nedeniyle, yayılmaya çalışıldığı her yerde büyük bir dirençle karşılaşmıştı. Freud ve ilk psikanalistler bu direnci açıklamakta hayli zorlanmışlardı.
Viyanalı hekim başlangıçta bu husumeti tezlerinin, onları öğrenen her bireyin psişik dengesini, yani “kişisel nevrozlara karşı geliştirdiği savunma mekanizmalarını” bozduğunu ileri sürerek açıklamak istemişti. Ancak Freud’un bu açıklaması ilk bakışta akla yakın görünse bile, her okuyucusunu “nevrozlu” varsayan paradoksal yapısıyla kabul edilebilir nitelikte değildi. Bu yüzden, Freud, sonraları yeni bir açıklama tarzı daha geliştirmiş ve psikanalizin karşılaştığı olumsuz tepkileri “uygarlığımızın nevrozlu karakteri”yle açıklamaya çalışmıştı. Ne var ki bu yeni açıklama da sorunu çözmüyor, sadece bireysel plandaki yorumu keyfi bir biçimde tarihi ve sosyal plana aktarıyordu. Artık nevrozlu özne kişisel olmaktan çıkmış, “tarihî ve ideolojik bir özne” haline gelmişti. Bu durumda ise yanıtlanması gereken yeni bir soru ortaya çıkıyordu: Aynı “nevrozlu” uygarlığın daha sonra psikanalize karşı çok olumlu bir tavır geliştirmesi ve psikanalizin “her yeri işgal etmesi” (s. 41) nasıl açıklanacaktı? Gerçekten de psikanaliz başta psikoloji olmak üzere tüm insan bilimlerini (psikiyatri, sosyal psikoloji, antropoloji vb.) etkileyerek, kimi hallerde alt-bilim dalları yaratmamış mıydı? Althusser bu konuda “eğer her şey pembeyse, hiçbir şey pembe değildir!” diyen hocası J. Guitton’u anıyor ve 1960’larda da “her şey psikanalize dönüştüğü için psikanaliz de hiçbir şey haline gelmişti” diye düşünüyor. (s. 65).
Aslında sorun temeldeydi ve yeni bilimin kendi kavramlarını üretemeyerek “ithal” kavramlarla yola çıkmış olmasından doğuyordu. Althusser 1950’lerde böyle bir görünümdeki psikanaliz ile karşılaşmıştı. Konferansında bu durumun tarihi kökenlerini de açıklamaya çalışmıştır.
* * *

Fransa’da psikanalizden ilk kez 1910’larda A. Hesnard bahsetmiş, R. Dalbiez’in 1936’da yayımlanan eseri de uzun süre bu konuda standart referans olmuştu. Ancak psikanaliz Fransa’ya, esas itibariyle felsefi giysiler içinde, Sartre, Merleau-Ponty ve Politzer tarafından sokuldu. Althusser’in kendisi de basın, edebiyat vb. yoluyla günlük hayatta karşılaşılan psikanalizin dışında, bu disiplinle ciddi planda ilk kez felsefe kanalıyla tanışmıştı. Düşünürümüz 1960’ların başlarında, psikanaliz konusunda kişisel olarak “Sartre ve Merleau-Ponty’deki gibi, fakat teorik temelleri Politzer’de olan küçük bir sentez” geliştirdiğini söylüyor (s. 35).
Althusser’in iddiası gerçekten ilginçtir. Ona göre Sartre’ı, bireyci felsefesini geliştirirken asıl etkileyen, sanıldığının aksine Alman filozof E. Husserl değil, G. Politzer olmuştu ve bu ortamda Althusser’in kendisi de (başka nedenlerle zaten ihtiyatlı durduğu) varoluşçu felsefeden uzaklaşarak “kaynağa”, yani Politzer’e yönelmişti. Politzer’in 1928’de yayımlanan “psikolojinin temellerinin eleştirisi” başlıklı eseri o yıllarda kanonik bir referans sayılıyordu. “Psikanaliz Politzer’le başladı”, diyor Althusser, “Politzer sayesinde, psikanaliz felsefi düşünce konusu haline geldi” (s. 34-35).
Nazilerin 1940’da katlettikleri bu genç filozofun Freud’da bulduğu “devrimci” taraf neydi ve Politzer psikolojiye daha sonra hangi eleştiri oklarını yöneltmişti?
* * *

Politzer, Freud’un kuramlarını “psikoloji bilimi” bağlamında tartışıyor ve psikanalizde klasik psikolojinin idealist niteliğinden çıkış yolları arıyordu. Aslında psikoloji, yani “ruh” bilimi, konusu olmayan bir bilimdi. Bilim, “ruh” gibi nesnel varlıktan yoksun bir kavrama dayanamayacağı için psikoloji de “soyutlama”dan ve “ruh kuramları”ndan ibaret, temelsiz bir disiplin statüsünde kalmıştı. Ne var ki, psikolojiye somut bir yaklaşım getirmiş olmasına rağmen, Freud’un bilinçaltı, İd (Ça), kompleks gibi tüm işlevsel kavramları da aslında bilimsel olmayan, soyut kavramlar olarak kalmışlardı (s. 39).
Bunların hepsi doğruydu. Ne var ki, Althusser’e göre, bunları söyleyen Politzer’in kendisi de soyuttan somuta geçmek için inandırıcı kavramlar önermemişti. Politzer soyut analizi eleştiriyor, “somut, somut, somut!” diyor, fakat bu somutun ne olacağını açıkça ortaya koymuyordu. Somut bir kavram olarak sunduğu “dram” kavramı da genel ve “soyut” bir kavramdı. Althusser’e göre Politzer aslında şurada yanılıyordu: Bilim ancak soyut kavramlarla yapılabilirdi ve bu yüzden de anlamlı ayrım soyut kavramlarla somut kavramlar arasında değil, bilimsel soyut kavramlarla bilimsel olmayan soyut kavramlar arasında yapılan ayrımdı.
* * *

Bilindiği gibi Politzer psikanaliz ile Marksizm arasında uyum noktaları aramaktan daha sonra vaz geçerek Freudizm’e şiddetle karşı çıkmış ve İkinci Dünya Savaşı sırasında da (aradığı somut psikolojiyi geliştirme fırsatı bulamadan) bir direnişçi olarak Naziler tarafından katledilmişti. Althusser ise 1963 yılında, Lacan sayesinde, Freud’dan henüz ümidini kesmemişti. Aksine, o tarihlere kadar hemen herkes gibi kendisinin de “tamamen anlaşılmaz” bulduğu Lacan’ın sorunu çözdüğü ve Freud’u “semptomal” bir biçimde okuyarak “psikoloji”nin konusunu (“nesne”sini, “obje”sini) bulduğu kanısına varmıştı. Bu konu “bilinçaltı” idi. Ve, daha sonra açıklayacağımız nedenlerle, bu konu aslında “psikoloji” biliminin mümkün olmadığını da ortaya koyuyordu.
Psikanaliz insan bilimleri ile karşılıklı etkileşim içindeydi, fakat bu yeni “bilim”in toplum bilimiyle etkileşimi farklı düzeydeydi ve çok daha önemliydi. Althusser’i, Lacan’ın tezlerini yorumlayarak psikanalizdeki “devrimci” tarafı keşfetmeye götüren husus da bu olmuştu. Bunun için Marksist filozof önce psikanalizin “resmileşmiş” görüş çerçevesinde “toplumsal” ile buluşma şeklini saptayarak eleştirisini yapmış, daha sonra da Lacan’ı yorumlayarak kendi görüşünü sergilemiştir.
Şimdi Althusser’i izleyelim.
* * *

Althusser’e göre psikanaliz ile insan bilimleri arasındaki ilişki soyut kavramlar arasındaki bir ilişkiydi; bir kavram alışverişiydi. Psikoloji, antropoloji, biyoloji gibi insan bilimleri psikanalizin bazı kavramlarını benimsiyor, buna karşılık psikanaliz de bu bilimlerin kavramlarından yararlanıyordu. Oysa psikanalizin toplum bilimiyle kurduğu ilişki, kavramlar arası değil, kavramlarla somut gerçeklik arasındaki ilişki idi. Bu ilişki Freud’daki temel kavramlardan “gerçeklik ilkesi” (principe de la réalité) kavramının kuramda giderek toplumsal gerçeklik şeklinde algılanması ile ortaya çıkmıştı. Ne var ki Freud, “biyolojiden toplumsala geçiş” şeklinde kuramlaştırdığı geçişin, aslında tamamen toplumsallık içinde bir süreç olduğunu ve (imgesel) toplumsaldan, (kültürel) toplumsala geçiş olduğunu görememişti ve işte Lacan’ın katkısı da bu noktada ortaya çıkıyordu.
Çocuklar anneyle ikili ilişkilerden, Oedipus aşamasında babanın da katılımıyla üçlü ilişkilere geçerken, Freud’un kuramına göre, biyolojik hayattan toplumsal hayata geçiyorlardı. Toplumsal normlar (mama düzeni, disiplin vb.) bu aşamada empoze ediliyor, küçük çocuklar bu aşamada üst-benliğin (Über-ich, sur-moi) ne olduğunu öğreniyorlar, yine bu aşamada onun kontrolü altına girmeye başlıyorlardı.
Bu geçiş kuşkusuz kolay olmuyordu ve psişik sorunların çoğu da bu aşamada ortaya çıkıyordu. Zaten psikanaliz bilimi de geliştirdiği analiz teknikleri ile bu sıkıntıları (nevrozları) giderme iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Ne var ki kuramdaki gelişmeler, daha sonra psikanalizi toplumsal düzene bir uyum aracı haline sokmuş, ona ideolojik bir nitelik vermişti. Lacan bu gelişmenin baş sorumlusu olarak Freud’un kızı Anna Freud’u görüyordu.
* * *

Gerçekten de Anna Freud, çocuk psikanalizi planında geliştirdiği “savunma mekanizmaları” kuramıyla, psikanalizi başlıca amacı çocuktaki toplumsal uyumsuzluk eğilimlerini gidermek ve onu psişik olarak sağlıklı kılmak olan bir disiplin statüsüne sokmuştu. Eğer çocuk toplumsal baskının (“üst-benlik”in) ağırlığı altında eziliyorsa, psikanalist araya girecek ve çocuğun “savunma mekanizmaları”nı güçlendirerek onu sağlığına kavuşturacaktı. Oysa böyle bir yaklaşım toplumsal düzenle (örneğin kapitalizmle) ilgili gerçekleri tamamen görmezden geliyor, tüm psikanalizi, Lacan’ın deyimiyle, “Amerikan psikanalizi” haline dönüştüren bir uyum kuramı konumuna getiriyordu. Althusser, aynı bağlamda, büyük kapitalist şirketlerde işçilerle idare arasında çıkacak psişik sorunları nasıl çözeceklerine dair yöneticilere verilen eğitimin psikanalitik kürle benzerliğine işaret etmiştir (s. 54). Bu durumda, psikanalizde, toplumsal sistemdeki bir grup insanı sadece bir “fizik emek gücü” konumuna getiren üretim ilişkilerini değiştirmek değil de işçiyi değiştirmek, onun “savunma mekanizmaları”nı güçlendirmek temel ilke olmuyor muydu? İşte psikanalizi kapitalizmle bütünleştiren ve tutucu bir kuram haline getiren husus da buydu.
* * *

Aslında Freud’un kuramlarını belli bir toplumsal düzen bağlamında geliştirmiş olduğu ve bu yüzden bunların evrensel statüde sayılamayacakları çok daha önceden anlaşılmıştı. Psikanaliz, Freud’un tasarladığı ilk versiyon içinde, mademki “biyolojik”ten “toplumsal”a geçişin sorunlarını açıklıyordu, elbette ki “toplumsal”ın farklı tarihi aşamalarda, farklı biçimlerde oluştuğunu da hesaba katmak zorundaydı. Örneğin “Viyanalı bir hekim olan ve Batılı, patriyarkal bir toplumda, tarihi olarak belirlenmiş bir aile yapısında” yaşayan Freud’un analizleri, elbette ki Malinowski’nin Melanezya adalarında incelediği akrabalık yapılarıyla ilgili analizine paralel olamazdı. Malinowski’den sonra biyolojik ile toplumsalın buluşma noktalarının göreselliği genel kabul görünce “her toplum layık olduğu psikanalistlere, komplekslere vb. sahiptir” kuralı da geçerli olmuştu. Bununla beraber iki yaklaşımın ortak bir noktaları vardı: Anna Freud çizgisi de, Amerikan psikanalizine damgasını vuran Malinowski de psişik sorunları bireyle toplum düzeni arasında uyum sağlamak yoluyla çözmeye çalışıyorlardı. Üstelik Claude Lévi-Strauss yapısal antropolojisinde bir adım daha atmış, çağdaş psikanalistlerle eski çağların “şaman”ları arasında kurduğu benzerlikle bu uyumu evrensel plana aktarmıştı. Yapısalcılığın kurucusuna göre eski “şaman”lar toplumun deli ya da hasta saydığı kimseleri nasıl büyücülükle tedavi ediyorlarsa, modern psikanalistler de farklı yöntemlerle aynı şeyi yapıyorlardı (s. 56).
* * *

İlginçtir ki psikanalizin toplumsallığa açılımı ve Oedipus aşamasının “çocuğun gerçeklik ilkesini içselleştirdiği aşama” olarak konması felsefeyi de etkilemiş ve psikanaliz Fransız felsefesine bu yolla nüfuz etmişti. Politzer ve onu izleyen Sartre ve Merleau-Ponty gibi düşünürler de bu çıkış noktasını düşüncelerine temel yapmışlardı. Bu düşünürlerin psikanalize yaklaşımlarını ve Althusserin Lacan’ı yorumunu daha izleyen sayfalarda anlatmaya çalışıyorum.

Marksizm, İnsan ve Toplum 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz