Marx, Freud ve Kişilik Kuramı
Yüz yıla yakın bir süredir sayısız toplumbilimcinin gerçekleştirmeye çalıştığı Freudo-Marksizm yoksa bir kuruntu mu?
İlk bakışta tarihi maddeciliğin her şeyden önce “toplumsal”a, psikanalizin de “kişisel”e öncelik verdiği anımsanırsa böyle bir sentezin olanaksızlığı düşünülebilir. Fakat ya Marx’ın “insanın özü toplumsal ilişkilerin beraberliğidir” diyen ve “kişisel” ile “toplumsal”ı birleştiren tezi? Ya bu tezi çağdaş psikoloji kuramlarıyla tartışarak geliştiren ve özgün bir kişilik kuramı öneren Marksist psikologların, özellikle de L. Sève’in analizleri? Bunlar herhalde tablonun o kadar da yalınkat olmadığını gösteriyorlar. Sanıyorum ki, daha önceki sayfalarda L. Sève’in kuramını uzun uzun anlattıktan sonra tarihi maddecilikle psikanaliz ilişkileri hakkında bazı gözlemlerde bulunabilirim. Bu yazımda Freudizm’in Marksizmle asırlık flörtünün çalkantılı öyküsünü özetlemeye çalışacağım.
* * *
Tıp doktorluğundan gelen bir kuramcı olan Freud, aslında biyoloji temelli bir yaklaşımla insandaki bazı ruhsal bozuklukları (“nevroz”ları) çözümlemeye ve gidermeye çalışıyordu. Bu amaçla klinik tecrübeye dayandırdığı gözlem ve kuramlarını, ilk kez 1896’da kullandığı “psikanaliz” terimiyle ifade etmiştir. Materyalist bir dünya görüşüne dayanan psikanaliz, klasik psikoloji ve psikiyatriden farklı bir “bilim” olma iddiasındaydı; fakat, elbette ki bu onun her şeyden önce bir “insan bilimi” olma özelliğini ortadan kaldırmıyordu.
Viyanalı hekim insan kişiliğinin “Oedipus kompleksi” bağlamında biçimlendiği kanısındaydı ve ileri sürdüğü kişilik kuramı, çocukla ebeveyn (ana-baba) ilişkilerinin ufuklarını aşmamıştır. Gerçekten de bilinçaltının yorumu üzerine kurulan psikanalizde “toplumsal ilişkiler” kişiliğin oluşması açısından belirleyici bir faktör olarak dikkate alınmıyordu. Ne var ki Freud, ileri yaşlarında, psikanaliz yeni bir bilim olarak kendisini kabul ettirdikten ve kurucusunu da şöhrete kavuşturduktan sonra toplumu ve toplumsal olayları çözümlemeye çalışmıştır. Hayatının bu safhasında, düşünürümüz, dostu S. Ferenczi’ye yazdığı mektupta birey-toplum ilişkilerine duyduğu ilgiyi vurgulayarak şu itirafta bulunmuştu: “(Bu konuda) sadece geçici bir ilişki peşindeydim; oysa gördüğün gibi bu yaşta yeni bir kadınla evlenmek zorunda kaldım.”
Bu yeni kadın “toplumsal ilişkiler” idi ve Freud yaşamının bu aşamasında psikanalizin tarih, toplum ve “uygarlık”la bağlantılarını sorgulamaya başlıyordu. Psikanalizin kurucusu bu konularda Totem ve Tabu’dan çağdaş toplumların Kolektif Psikoloji’sine kadar uzanan bir dizi deneme kaleme almıştır.
Freud bu denemelerinde ‘birey’le ‘toplum’ arasındaki ilişkileri, daha da önemlisi ‘bireysel’den ‘toplumsal’a geçişi nasıl tasarlıyordu? Bu soruyu yanıtlayabilmek için önce psikanalize egemen olan “kişilik kuramı”nı ana hatlarıyla anımsamamız gerekiyor.
* * *
Freud’un klasik psikolojiye önemli katkısı, insanı durağan bir “öz” ya da “insanın doğası” bağlamında incelemek yerine, onu, biyografik gelişimi içinde birbirini belirleyen ve zenginleştiren katmanlar halinde ele alması olmuştu. “Freud’un dehası, diyor L. Sève, hiçbir yerde ruhsal aygıtın bütününü bir katmanlar kuramı içinde sunması kadar açık görünmüyor.” Yeni bilime somut ve tarihsel bir karakter veren bu özellik elbette ki Marksistlerin dikkatinden kaçmamıştır.
Freud bu yaklaşımla psikanaliz dilinde “topik” adı verilen ve birbirine paralel iki kişilik kuramı geliştirmiştir: İnsanı bilinçaltı – bilinçöncesi – bilinç (Topik I) ve de “id, ben, üst-ben” (Topik II) katmanları çerçevesinde gören bu yaklaşımın temel özelliği insan kişiliğinin Oedipus Kompleksi bağlamında, ilk çocukluk yıllarında (üç ile beş yaş arasında) oluştuğunu iddia etmesiydi. Bu yaşlarda anneye karşı duyulan arzu çocuğun babasını rakip olarak görmesine yol açıyor; ona düşmanlık duyguları yaratıyor ve sonunda da, eğer süreç normal gelişme seyrini izlerse, “iğdiş edilme” (castration) korkusuyla bilinçaltına atılarak babayla özdeşleşmeyle noktalanıyordu. İşte en basit ifadesiyle Oedipus kompleksi buydu. Ne var ki insanlığın ilk dönemlerinde gerçekleştiği farz edilen “babayı öldürme” efsanesiyle beslenen Oedipus kompleksi, modern ailenin değişmez ve tarih dışı bir kategori gibi ele alınması dolayısıyla çok eleştirilmiştir.
* * *
Oedipus Kompleksi’ne ilk (ve daha sonra klasikleşen) itiraz Polonyalı antropolog B. Malinowski’den gelmişti. İşlevselci antropolojinin kurucusu sayılan Malinowski, Melanezya adalarında yaptığı alan araştırmalarında, babanın hiçbir baskıcı rol üstlenmediği anasoylu aile tiplerine rastlamış ve Oedipus kompleksinin tarihsel göreliliğini ilk kez somut bir biçimde ortaya koymuştu. Gerçekten de Trobriand adalarında yaşayan ailelerde psikanalizdeki baba rolünü annenin erkek kardeşi, yani dayı üstleniyordu.
Elbette ki Malinowski’nin itirazları Oedipus kompleksinin ve psikanalizin sonu olmamış, onun bulguları da tartışılmıştır. Örneğin Geza Roheim gibi saha tecrübesi olan antropolog-psikanalistler tarafından yapılan eleştirileri burada anımsayabiliriz. Ne var ki bütün bu tartışmalar psikanalizde bireysel ile toplumsal arasındaki kopukluğu gidermiyordu. Freud’un bu bağları kurmak için en çok çaba gösteren öğrencilerinden Carl G. Jung da bunu becerememiş, üstelik ileri sürdüğü ırkçı tezler yüzünden ustasıyla kendi bağlarını da koparmıştı.
Jung’un tezleri aslında Freudizm’in toplumsalı açıklarken ne gibi tuzaklarla karşılaştığını iyice gözler önüne seriyor.
* * *
Jung’a göre bireysel ile toplumsal arasındaki bağlantıyı kolektif bilinçaltını oluşturan (ve Jung’un “archétype” adını verdiği) zihin imgeleri sağlıyordu. Üç ana imgeden (anima, animus, selbst) oluşan bu kategoriler, daha sonra yazarın Kenya ve Meksika’da yerli halklar arasında yaptığı alan araştırmalarıyla da beslenerek ırkçı ve antisemit tezlere dönüşmüş ve Alman psikoterapisinin Nazileşmesinde rol oynamıştır.
İsviçreli psikanalistin kuramında tarih boyunca çeşitlenen ve zenginleşen “zihin imgeleri” toplulukların “kolektif bilinçaltı”nı teşkil ediyordu ve bunlar arasında Batılı insanı belirleyen “Hıristiyanlık” özel bir yer işgal ediyordu. “Hıristiyanlık, bizim dünyamızdır”, diyordu Jung, “düşündüğümüz her şey, hatta bizzat bilimimiz Hıristiyan Ortaçağ’ın meyvesidir.. Aydınlanma yüzyılı hiçbir şeyi silmedi; Hıristiyanlığın damgası insanın dünyayı rasyonelleştirme tarzında dahi mevcuttur.”
Jung, aynı espri içinde “Aryan bilinçaltı”nı “Yahudi bilinçaltı”ndan titizlikle ayırmış ve birincinin ikinciye karşı üstünlüğünü savunmuştur.
* * *
Jung’un tezlerini şiddetle reddeden Freud elbette ki kişiliğin oluşmasında kazanılmış niteliklerin biyolojik verasetle geçemeyeceğinin bilincindeydi. Yine de içinde bulunduğu kuramsal çıkmazdan kurtulmak için, Musa ve Tektanrılılık başlıklı eserinde olduğu gibi “birey ve kitleler geçmişin izlenimlerini bilinçsiz bellek izleri şeklinde korurlar” şeklinde kendi biyolojizmini yadsır görünen ifadelerden kendini alamamıştır. Bu bilgiyi aktaran C. Clément, Viyanalı bilim adamının bu eserindeki tezleri daha sonra “tarihi roman” olarak nitelediğini de açıklamalarına ekliyor. Bununla beraber, Freud’un, insanların çalışma hayatını dikkate almayan ve kişiliğin oluşumunu ilk çocukluk yıllarına hapseden hareket noktası onun tarihi materyalizmle buluşmasını olanaksız kılıyordu.
O halde Freud’un toplumsal ilişkilere duyduğu ilgi, “ikinci evliliği”nde ne gibi analizlere yol açmıştır?
* * *
Freud, Jung’un ırkçılığa varan tezlerini reddetse bile, kendisinin analizleri de kişilik planında savunduğu tezleri mekanik bir biçimde toplumsal plana nakletmek ve o düzeyde de onların geçerli olabileceğini savunmak şeklinde somutlaşmıştır. Böylece, Freud’un kendisi çok dikkatli ve ölçülü bir dil kullanmış olsa da, daha sonraları kraldan fazla kralcı bir sürü kuramcının da katkısıyla ortaya tarihi, toplumu, sanatı ve uygarlığı bireysel psikolojiye (ve son tahlilde Oedipus kompleksine) indirgeyen zengin bir yazın çıkmıştır. Bunun da ilk ve en tipik örneğini bizzat Freud’da, onun dinle ilgili açıklamalarında görüyoruz.
Freud, dinî ibadet merasimleri ile kişisel plandaki nevrotik “merasim”lere (örneğin sık sık el yıkama, sayma, dokunma gibi takıntılara) yol açan saplantı nevrozları arasında dikkate değer bir benzerlik görüyordu ve bu gözlemi, kendisini, dinleri bir çeşit “kolektif nevroz” olarak değerlendirmeye götürmüştür. Örneğin, düşünürümüz, Bir Kuruntunun Geleceği adlı incelemesinde dini yaratan duyguları açıklarken “bizler eski çağlarda yaşadığımız bu çaresizliği küçük çocuklar olarak ebeveynimizin karşısında da yaşadık” diyordu. Burada, Sève’in işaret ettiği gibi, Freud’un “biz” sözcüğünü tarih dışı ve her çağ için geçerli bir şekilde kullanarak bireyselden toplumsala ne kadar keyfi bir şekilde geçtiğini görüyoruz. Ne var ki basit bir benzerlikten bilimsel sonuçlar çıkarılamayacağını bilen Freud, tezinin otuz yılı aşan gözlemlere dayandığı için artık bir benzerlikten çıkıp “aynılık” ifade ettiğini ve böylece bilimsel bir konut (postüla) haline geldiğini de söylemiştir.
Bireyselden toplumsala aynı keyfi sıçramaya, yazarın “kolektif psikoloji” konusundaki çalışmasında da tanık oluyoruz. Psikanalizin temel zaafı ve sınırları burada da ortaya çıkmaktadır.
* * *
Bu genel açıklamayla şunu ortaya koymaya çalıştık: Psikanaliz, bireysel psikolojiden hareketle toplumsala ulaşmakta ve toplumsalı da bireysel psikolojiye indirgeyerek açıklamaktadır. Bu konudaki anahtar sözcükler ise Oedipus kompleksi, libido, özdeşleşme, benlik ve üst-benlik gibi temel kavramlardır. Oysa bu konularda tarihi maddeciliğin yaklaşımı nedir?
Diyebiliriz ki tarihi maddecilik olgulara bunun tam tersi bir yöntemle yaklaşıyor. Analize toplumsal ilişkilerle başlıyor ve tarihi süreç içinde değişim, emek, değer, para, mal gibi olguların (ve kavramların) ortaya çıkışını ve gelişimini inceledikten sonra pazar ekonomisinde malla mal arasındaki ilişkinin nasıl ön plana çıkarak insanla insan arasındaki ilişkiyi gizlediğini ve bu durumun da bilimsel bilinçlenmeyle yok edilecek öznel fantazmlara değil, toplumsal ilişkilerin yarattığı ve ancak onlarla beraber ortadan kalkacak nesnel kuruntulara, ya da, Marx’ın deyimiyle, dini nitelikli “mal fetişizmi”ne yol açtığını sergiliyor. Ve, tabii, bu tarihi süreç içinde toplumsal ilişkilerin gelişmesinin kişilik oluşumunda nasıl biyolojik faktörlerin belirleyici rolünü giderek göreli kıldığını ve bireysel psişik olgular şeklinde yaşadığımız ruh hallerinin aslında nasıl toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini açıklıyor.
Aradaki farkın ne kadar büyük olduğunu yadsıyabilir miyiz?
Bu fark en açık şekilde Marx’ı hiç incelememiş olan Freud’un sosyalizmle ilgili gözlemlerinde ortaya çıkıyor. Kısaca anımsatalım.
* * *
Liberal eğilimli bir düşünür olan Freud insan koşulu hakkında kötümserdi ve öğretisini Hobbes’un felsefesine dayandırmıştır. Hobbes’un homo homini lupus (insan insanın kurdudur) tanısını hatırlatan Freud, Almanya’da Nazilerin iktidara yürüdüğü bir sırada kaleme aldığı bir eserinde “hayatın ve tarihin bize tüm öğrettikleri karşısında bu sözlerin yanlış olduğunu söylemeye kim cesaret edebilir?” diyordu. Psikanalizin kurucusu komünizmi de aynı espri içinde eleştirmiştir. Ona göre komünistlerin temel yanılgısı iyimserlikleri, yani “insanı sadece iyi ve hemcinslerinin iyiliğinden başka bir şey istemeyen bir varlık” olarak düşünmeleriydi.
Acaba?
Aslında, Freud’un Marx’a atfettiği felsefe sadece bir hayal ürünüydü. İnsanı tarih ve toplum dışı bir “öz” ya da “doğa” çerçevesinde değerlendiren bu kuram, Marx’tan çok Rousseau’yu, ya da daha ileri biçimiyle Feuerbach’ı anımsatıyordu ve elbette ki tarihi materyalizme aykırıydı. Zaten Marx da Feuerbach’ın “öz”cülüğünden koparak kuramlarını geliştirmişti.
* * *
Freud’un Marksizme itirazı nasıl kökten olmuşsa, Marksistlerin psikanalize itirazları da uzun süre aynı şekilde kökten ve bütünsel olmuştur. Bununla beraber psikanalizin insan kişiliğini somut bir oluşum şeklinde, katmanlar (Topik II) ve zıtlıklar (Eros ve Thanatos) bağlamında algılaması başlangıçta Marksistler arasında Freud’un tezlerine canlı bir ilgi uyandırmıştı. Gerçekten de Sovyet Devrimi’ni hemen izleyen yıllarda Uluslararası Psikanaliz Derneği’nin bir komitesi Moskova’ya yerleşmiş ve sözcüsü M. Wulff Moskova’da Marx’la Freud’un bağdaşır olduğunu ilan etmişti. 1923’te psikanalizi “Pavlov’un diyalektik materyalizminin bir varyantı” olarak gören Trotski de aynı düşüncedeydi.
Bu hoşgörü atmosferi 1930’lara kadar sürmüş ve Sovyetlerdeki parti içi kavgalara paralel olarak psikanalize karşı tutum da bu tarihlerde kökten bir şekilde değişmiştir. 1933’te yayımlanan Sovyet Tıp Ansiklopedisi’nde V. Vnukof, “Psikanaliz” maddesinde, “burjuva demokrasisine içkin” olan bu disiplinin, “geniş kapsamlı tarihi ve kültürel sorunları çözme iddiasını” şiddetle eleştiriyordu. Bu tutum değişikliğinde herhalde Freud’un yaşlılık sevdası, yani toplumsal olguları psikanaliz kuramlarıyla açıklama tutkusu da rol oynamıştı. Kuşkusuz başka bir neden de Marksizmin ‘M’sinin ağza alınmak istenmediği ABD’de psikanalizin “önlenemez yükselişi” olmuştu.
Şimdi gözlerimizi biraz da Atlantik ötesinde olup bitenlere çevirelim.
* * *
Freud, 1909’da Jung ve Frenczi ile birlikte Amerika’ya ayak basarken gerçekten de bu ülkeye “vebayı” getirdiğini söylemiş miydi?
Çok sonraları J. Lacan’ın Jung’dan duyduğunu söylediği bu sözler uzun araştırmalara rağmen kanıtlanamamış olsa bile psikanaliz dünyasını kuşatan efsanelerden biri haline gelmiştir. Oysa gerçek bambaşkaydı ve psikanalizin Amerika çıkartması beklentilerin çok üstünde kabul görmüştür. Elbette ki bu hızlı “hüsnü kabul”de, bugün genellikle kabul edildiği gibi, pragmatik felsefenin, ünlü profesör J. J. Putnam’ın ve onun da etkisiyle Harvard çevresinin rolü hayli büyük olmuştu. Ve biraz da bu sayede, Amerika’da, gizemli libido kavramı ve “cinsel enerji”nin ölçülebilirliği hakkında anketler uygulanmış, psikanaliz kürlerinin etkinliğiyle ilgili istatistikler yapılmış, Freud’cu kavramların ampirik geçerliliği konusunda sosyolojik araştırmalar düzenlenmiştir. Sonuç olarak da psikanaliz Amerika’ya hızla ve başarıyla uyum sağlarken, Amerikalıların da hızla ve başarıyla kapitalizme uyum sağlamalarında etkili bir araç olmuştur.
* * *
Haksızlık etmeyelim: Daha başlangıçtan itibaren psikanalizin “devrimci” bir içerik taşıdığına inananlar ve onu bu yönde geliştirmek isteyenler çıkmıştı. Burada, herhalde, Freudo-Marksizm kavramını bile borçlu olduğumuz Wilhelm Reich’ı kısaca anmamız gerekiyor. Gerçekten de Reich örneği, kuramda ve siyasette Psikanaliz ile Marksizmin aşk ve nefret tarihini çok iyi bir şekilde yansıtmaktadır.
W. Reich 1930’ların başlarında kaleme aldığı “Faşizmin Kitle Psikolojisi” başlıklı eseri ile ün yapmış ve etkili olmuştu. Oysa Avusturyalı psikanalist çok daha önce Freud’la ihtilaflı ilişkilere girmiş ve temel tezlerini bu bağlamda ortaya koymuştu.
Kurucu Baba’daki “ölüm itkisi” (pulsion de mort) kavramını reddeden ve dikkatini daha çok cinsel doyum ve “orgazmın işlevi” üzerine yoğunlaştıran Reich, öte yandan da aynı tarihlerde okuduğu Marx ve Engels ile psikanalizi bağdaştırmaya çalışıyordu. Ona göre “ölüm itkisi”, zaten Freud’un hayatının sonlarına doğru geliştirdiği bir kavramdı ve bunun yadsınması insanı “iyi” ve “kötü” gibi ahlaki kategorilerin dışında, nötr bir çıkış noktasına yerleştiriyordu. Başlangıçta saf arzu ve cinsellikten ibaret olan insanı “kötü” yapan, aslında onun arzularını bastıran, cinsel doyumu neredeyse üreme işlevine hasreden kapitalist toplumdu. Burjuva düzeni insanı kurumsal mekanizmalarla (aile, okul vb) biçimlendirerek doğal cinsellikten uzaklaştırıyor, monoton çalışma hayatında basit bir üretim aracı statüsüne indirgiyordu.
Avusturyalı düşünür psikanalizin Amerika’da kapitalizme uyum sağlatıcı işlevini ilk sezen düşünürlerden biri olmuştur.
* * *
W. Reich salt kuramcı olarak kalmak istememişti. Siyasete, özellikle de devrime yakın ilgi duyan düşünür 1928’de Avusturya Komünist Partisi’ne üye olmuş ve 1929’da da Sovyet Rusya’ya bir seyahat yaparak sosyalist dünyada psikanaliz alanındaki gelişmeleri yerinde inceleyen tek Batılı düşünür olmuştu. Bu seyahat esnasında Sovyet Rusya’da Freud’la Marx’ı bağdaştırmaya çalışan Vera Schmidt ile de görüşmeler yapmış ve Moskova’da yayımlanan Marksist bir dergide “Marksizm ve Psikanaliz” başlıklı bir de makale yayımlamıştı. Ne var ki Sovyet Rusya’da psikanaliz aleyhine rüzgârlar tam da bu sırada esmeye başlıyordu. Ve sonunda W. Reich ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildi; komünist olduğu için Psikanaliz Derneği’nden, psikanalist olduğu için de Komünist Partisi’den kovuldu ve sonra da trajik bir sona sürüklendi.
* * *
Sovyet Rusya’da Freud’un öğretisinin tutucu niteliğinin anlaşılması sorunu çözmemişti. Diyalektik Materyalizm’in kişilik ve bilgi kuramı ne olacaktı?
Bu konuda gözler fizyoloji alanındaki bulgularıyla 1904 yılında Nobel ödülü kazanmış materyalist fizyolojist İ. V. Pavlov’a çevrildi. Bu ortamda Sovyet Halk Komiserleri Konseyi daha 1921 Ocak ayında, “akademisyen Pavlov ve yardımcılarına en kısa zamanda en iyi çalışma koşullarını sağlayan, en geniş yetkilerle donatılmış bir özel komisyon kurulmasını” kararlaştırıyordu. Metnin altında da Lenin’in imzası vardı. Pavlov, tecrübeye dayanan çalışmalarında insanların davranışlarını doğuştan olan reflekslerle çevreyle ilişkiler bağlamında kazanılmış olan “şartlı refleksler”in belirlediğini ortaya koymuştu. Yiyecek verilmeden önce belli aralıklarla ışık ya da sesle uyarılan köpeğin salyalarının akması “şartlı refleks”in ders kitaplarına geçen klasik örneği olmuştur. Bu olgu sinir sistemimizin dış dünyayla bastırma-harekete geçirme (inhibition-excitation) mekanizmalarını açıklıyor ve duyu organlarını birer “analizci” organ halinde düşünüyordu. “Analizci organların temel işi”, diyordu Pavlov, “(vücudun) kenarlarındaki her aygıtın dıştan gelen enerjiyi bir sinirsel sürece dönüştürmesidir.”
* * *
Sovyet Rusya’da Pavlovizm, 1930’lara kadar kısmi bir analiz ve kuram özelliği taşımış, psikanalize olan ilgiyi ve bazı psikologların Marx’la Freud’u bağdaştırma çabalarını önlememişti. Oysa 1930’larda Stalinizm’in kesin zaferinden sonra Pavlovizm Diyalektik Materyalizm’in temelini oluşturan genel teoriye dönüştürülüyor ve Freudizm tamamen dışlanıyordu. Freud’un değilse bile yakın çevresinin koyu anti-komünist tutumu, örneğin, sonradan Freud’un biyografı olacak Ernest Jones’un bu yıllarda Almanya’da psikanalizi kurtarmak için solcu Freud’cuları feda ederek Nazilerle uzlaşması gibi olgular da bu süreçte rol oynamıştı. Artık Batılı ülkelerde psikanaliz sadece bir kuramlar demeti ve bir tedavi yöntemi olmaktan çıkmış, örgütü, hiyerarşisi, çıkarları, hizipleri ve militanları olan bir sosyal kategori (korporasyon) haline gelmişti. İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen soğuk savaş Sovyetler Birliği’nde psikanalize karşı tavrı belirlediler. Artık psikanalizin, genel eğilimleri itibariyle, kapitalist cephenin en etkili uyum mekanizmalarından ve ideolojik araçlarından biri haline geldiği kuşkusuz görünüyordu. 1949’da Sovyetler Birliği bu koşullarda psikanalizi “gerici” bir ideoloji olarak ilan ediyor ve Sovyet örneği aynı çizgideki diğer komünist partileri tarafından da izleniyordu. On yıl sonra ise, (J. Lacan ve onun yorumunu paylaşan Althusser’in tutuculukla eleştirdiği) Anna Freud bile, kuşkusuz farklı bir perspektifte, “Psikanalizin memurları, Freud fonlarından doğan kârları mümkün olduğu kadar iyi yöneten, fakat yeni yatırımlar yapmaya da cesaret edemeyen yönetici ve bankacılar gibi hareket ediyorlar” diyecektir.
* * *
Freud’la Marx’ı barıştırma çabaları 1960’larda yeniden ve farklı koşullarda gündeme geldi Yükselen devrimci dalga, Lenin’in “devrimin somut koşulları” ile ilgili analizine uymayan bir ortamda gelişiyor, Mayıs-68 gençliğine sevimli gelen “gerçekçi ol; imkânsızı iste!” sloganı ortodoks Marksist-Leninist şemaları zorluyordu.
1960’ların başında “yabancılaşma” ve “hümanizm” kavramları ön plana çıkmış, Anglo-Sakson dünyasında E. Fromm, H. Marcuse gibi düşünürler, kendi aralarında da tartışarak, bireysel psikanalitik kavramları toplumsal eleştiri araçları haline getirmişlerdi. Fromm’un kültürel göreselliğe götüren analizleri, Frankfurt Okulu’ndan Marcuse’ün şimşeklerini çekse bile, iki düşünür de çağdaş kapitalizmde artık “sınıf kavgası”nın geçersiz olduğu hususunda anlaşma içindeydiler. Fromm’un “Yabancılaşmış toplum”u gibi Marcuse’ün “Tek boyutlu insan”ı da son tahlilde aynı kapıya çıkıyordu. İlginçtir ki 1960’larda Freud ile Marx’ı uzlaştırma konusunda en dikkate değer adım, paradoksal bir şekilde, Fransız Komünist Partisi içinde en katı duruşları savunan Althusser tarafından atıldı. Althusser’in psikanaliz ile çelişkili ilişkilerini, ilerki sayfalarda ayrı bir yazıda ele alıyorum.
* * *
Bütün anlattıklarımdan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz sanıyorum: Şimdiye kadar Freudo-Marksizm adına yapılan tüm kuramsal çabalar, aslında, tarihi maddeci tezleri Freud’un gözlükleriyle okuma ve bireysel psikoloji planında geliştirilen kavramları mekanik bir şekilde toplumsal plana aktarma şeklinde somutlaşmıştır. Bu perspektifte psikanaliz de toplumsal, kültürel ve tarihseli açıklayan bir pilot-bilim koltuğuna oturtulmuştur. Başka bir deyişle Freudo-Marksizm, Freud’un kuramlarını kullanarak ve gerekli gördüğü hallerde revizyona tabi tutarak toplumsal ilişkileri bireysel psikolojinin sınırlarına hapsetme, deforme etme ve yutma çabalarıdır. Bu yüzden Freudizm’de olduğu gibi Freudo-Marksizmde de çalışma hayatı ve emek-sermaye çelişkisi hiç de özel bir dikkat konusu olmamıştır.
Psikanalitik terapide daha çok cinsel (libidinal) gelişme içinde “belirlenmiş” kişiliklerin uyumlu ve sağlıklı çalışmalarının yolları aranır. Bu yüzden bu eğilimden çıkan siyasal reçeteler şimdiye kadar hep mevcut düzeni savunmuşlar; düzene karşı oldukları istisnai durumlarda da “devrim” değil, “isyan” ve “ayaklanma” çağrısı şeklini almışlardır.
Oysa Marx’tan hareket eden kişilik kuramı, kişilik oluşumunu biyografik dönemlere göre ele almakta ve toplumsal formasyonlar analizinde olduğu gibi kapitalist üretim biçiminde insan kişiliğini belirleyen sosyal kategorilerin (emeğin ve çalışma hayatının) daha önceki “kişilik” açısından da açıklayıcı olacağını ileri sürmektedir. Daha açık bir ifadeyle, gelişmiş bir kişiliği “Oedipus kompleksi”nden hareket ederek tüm yönleriyle anlamamız olanaksızdır; buna karşılık, o kişiliği belirleyen “toplumsal ilişkiler” demetinden hareket edersek, hem kişiliğin ilk çocuklukta biçimlenen yapılarını (örneğin Oedipus aşamasını nasıl yaşadığını), hem de bu yapıların daha sonra, çalışma hayatının ve sosyal ilişkilerin baş döndürücü zenginliği içinde nasıl özgülleştiğini daha iyi anlayabiliriz. Bu yüzdendir ki “genel teori” niteliği taşıyan ve tüm antropolojik, psikolojik ve psikanalitik kuramlarla diyaloga girme, onlarla tartışma ve onların katkılarını özümleme kapasitesine sahip olan kuram gerçekte psikanaliz değil, tarihi maddeciliktir.
Marksizmin çağdaş kişilik kuramının merkezine “emek”i oturtması, elbette ki onun, Freud’un klinik gözlemlere dayanan kuramlarını tümüyle yadsıması anlamına gelmez. Eğer yakın tarihlere kadar bu yapıldıysa, bu yadsımaya önemli bir ölçüde psikanalizin yıllarca sosyalizme karşı ideolojik araç olarak kullanılması yol açmıştır. Bugün benzer ideolojik tutum ve saldırılara karşı aynı titizliği gösterirken, psikanalizin insanı daha iyi anlamamıza yardımcı olacak katkılarına dirsek çevirmemiz için de neden bulunmuyor.
Bu katkıların tartışılması ve sergilenmesi ise ayrı bir sorundur ve Marksistlerle psikanalistlerin diyalog halinde yürütecekleri ayrı bir araştırma konusu olmalıdır.
Taner Timur
Marksizm, İnsan ve Toplum | Yordam Kitap