IMMANUEL WALLERSTEIN: İKTİDARLAR AYRICALIKLAR İÇİN DAİMA BİR MEŞRULUĞA İHTİYAÇ DUYARLAR

FİKİRLERİN İKTİDARI, İKTİDARIN FİKİRLERİ: VERMEK Mİ ALMAK MI? 

Modern dünya-sistemi içindeki iktidar gerçekliklerinin, geçen beş yüz yıl boyunca, kendi iktidarının devam etmesini sağlayan bir takım meşrulaştırıcı fikirlere nasıl biçim verdiğini araştırıyorum. Avrupa’nın bütün evrenselcilik çeşitlerinin üç tane çok önemli ve büyük çaplı belirlenimi vardı. Onları sırayla tartıştım: Barbarlara karşı evrensel değerlerin uygulanmasına inananların hakkı; Oryantalizmin özcü tikelciliği; ve bilimsel evrenselcilik. Bu üç fikir takımı özünde birbiriyle yakından bağlantılıdır. Üçü de birbirinin ardı sıra oluşmuştur. Dolayısıyla bu şekilde tartışılmaları tesadüfi değildir.

Modern dünya-sistemi, sınırlarının ötesine yayılmak ve büyük nüfus kitlelerini kontrol altına almak için güç kullanımı olmaksızın yaratılamaz ve kurumsallaştırılamazdı. Ama her şeye rağmen, bu süper ve hatta karşı konulamaz güç, son egemenliğini kurmak için asla yeterli olmamaktadır. Muktedirler daima, hakimiyetin getirdiği avantajlar ve ayrıcalıklar için bir meşruluk derecesi elde etmeye ihtiyaç duymaktadırlar. Bu meşruiyeti her şeyden önce, iktidarlarına insan taşıma kemerleri olan ve onlar olmaksızın hakimiyetleri altındaki büyük gruplara kendilerini dayatamayacakları öz kadrolarından almak gereksinimi duydular. Fakat aynı zamanda, hakim oldukları gruplardan da bir meşruiyet payesi almaya ihtiyaçları vardı. Ve bu, en nihayetinde kendilerinden oynamaları istenen rolün karşılığında hemen bir şekilde ödüllendirilen kadrolarının rızasını almaktan çok daha zor bir sorundu.

Yayımlanmış çeşitli doktrinlerde ileri sürülen üstü bezenmiş argümanlara bakıldığında, bu argümanların her zaman muktedirlerin özü gereği sahip oldukları üstünlüklerini gösterme arayışı ile sonlandığı görülür. Ve bu doktrinler, özü gereği üstünlük iddiasından yalnızca egemenlik kapasitelerini değil, ama aynı zamanda egemenliklerinin ahlaki meşrulaştırmasını da türettiler. Hükmetmeyi ahlaki bir hak olarak kabul ettirmeleri, iktidarın meşruiyetini sağlamada en temel öğe olmaktadır. Ve bunu yapmak için, hükmetmenin kısa vadeli etkisi olumsuz olsa da, uzun vadeli etkisinin, hükmedilenlerin yararına olduğunu göstermek zorundaydılar.

Elbette ki, hükmetme tarzı, on altıncı yüzyılda İspanyolların Amerika kıtasını işgal etmelerinde olduğu gibi vahşice bir güç kullanımına dayandığı zaman, karşı çıkmak çok daha zordu. Müdahale hakkı, vahşice güç kullanımını meşru gösterme anlamına gelen bir doktrindir. Bu doktrin, daha önce gördüğümüz gibi, ilk kez ciddi ve anlamlı bir şekilde, o dönemin İspanyol entelektüelleri olan Las Casas ile Sepûlveda arasında gelişen argümanlar üzerinden tartışıldı. Onlar, temel bir konuyu gündeme getiriyorlardı: İspanyol fatihlerinin, Amerika’daki yerli halklarla ilişkisi anlamında, ne tür hakları vardır? Ya da tersi yönden bakıldığında, Yerli halkların, İspanyol fatihleri ile ilişkisi anlamında, ne tür hakları vardır?
Sepûlveda, Amerika yerlilerinin temel barbarlıklarından müdahale hakkı türetti. Daha önce bahsettiğimiz gibi Amerika yerlilerinin kendilerine ve diğerlerine karşı işledikleri çok zararlı pratiklerin olduğunu ve onları bu pratikleri yapmaktan alıkoymak için fiziksel temas gerektiğini iddia ediyordu (bir bireyin zihinsel olarak oldukça dengesiz olduğu için, bir kuruma kapatılmaması halinde, kendisine ve başkalarına zarar vermesi anlamına gelen argüman gibi). Ayrıca Sepûlveda, Hristiyanlaştırmak için yapılan baskıyı, Amerika yerlilerinin olası en büyük kazanımı olacağı argümanına devam ediyordu. Zira bu şekilde ruhları günahtan kurtulacaktı.

Las Casas’ın bu münakaşada verdiği tepki, ister istemez, yalnızca antropoloji düzeyinde olmayıp, ama aynı zamanda teoloji düzeyinde olmak durumundaydı. Las Casas, şer mefhumunun, Amerika yerlilerine has olmayıp her yerde ortaya çıkabilecek bir şey olduğunu öne sürerek İspanyolların kendilerine atfettikleri bu tür hakları reddetti. Ve devamla, yapılan herhangi bir müdahalenin meşruluğunun elde edilen kazanımlara karşın, sebep olduğu acılarla birlikte ölçüldüğü bir hesaplamaya bağlı olduğunu belirtiyordu. Amerika yerlilerinin kendilerine ve diğerlerine karşı arzettikleri tehlikeler hakkında kuşkularını dile getiriyordu. Las Casas, olumsuz pratikler de olsa, bu tür pratiklere müdahale etmenin aslında yarardan çok daha büyük zararlar getirebileceği konusunda sorular soruyordu. Ve bir rahip olarak Las Casas, baskı sonucunda gerçekleştirilen döndürmelerin yanlış bir zeminde yapıldığı ve bu yüzden de dini olarak kabul edilemeyeceğinde ısrar ediyordu. Fakat Sepûlveda’nın ilgilenmeye çalıştığı İspanyollara moral verici düzeydeki tartışmaların düşük seviyesi altında Las Casas, İspanyol düzeninin dayandığı sosyoekonomik gerçeklikleri, katıksız bir insan sömürüsünü, işgali, plantasyonların kurulmasını ve İspanyol işgalcilerinin diğer girişimlerinin sebep olduğu ahlaki yanlışları deşifre etmeye çalışıyordu.

Bu tartışma, yalnızca on altıncı yüzyılda yürütülüp bırakılmadı. O tarihten beri sürekli olarak yapılmaktadır. 11 Eylül sonrası “terörizme karşı savaş” dönemi içerisinde, askeri hakimiyet ve saldırganlık hakkında buna denk gerekçeler duymaya devam ediyoruz: askeri çabaların etkisiyle insanlara şu anda sahip olmadıkları “demokrasi” götürülmüş olacak, dolayısıyla savaşın ve hakimiyetin kısa vadedeki sonuçlarına katlanmak zorunda kalsalar da, uzun vadede onların yararına olacaktır.

Günümüzde bu argüman, on altıncı yüzyılda olduğu gibi, muktedirlerin taşıma kemerleri olan kadroları ile hakimiyete doğrudan maruz kalacak kadroların hiç olmazsa bazılarını büyük oranda ikna etmek için yapılıyor. Meşruiyetin çağdaş düzeyinin gerçek ölçülerine, on altıncı ve yirmi birinci yüzyıllarda sahip değiliz. Ama yine de, Sepulveda’nın meşrulaştırma tarzının, çok fazla yıprandığını söylemek makul bir düşünce olarak geliyor. Nedeni basittir. Beş yüz yıldan beri, vahşice güç kullanımının uzun vadeli etkilerini görmekteyiz ve etkilerin büyük oranda olumlu olduğu iddiası, insanlara gitgide artık deneysel olarak kuşkulu geliyor. Sonuç olarak bu argüman artık, muktedirlerin ve ayrıcalıklıların düzenini meşrulaştırmaya pek yaramıyor.

Elbette, Sepûlveda’nın tarzı, on sekizinci yüzyılda henüz yıpranmaya başlıyordu. Oryantalist tarzın daha büyük bir rol oynamaya başlamasının nedenlerinden birisi de budur. Öncelikle, bürokratik dünya-imparatorluklarının varisleri (Çin ve Hindistan gibi) olan büyük bölgelere “yabani”lerle (yabani [savage] kavramını başkaları nasıl tanımlıyorsa tanımlasın) doluymuş gibi yaklaşmak hiç de kolay değildi. Muktedirlerin, hakimiyetlerini entelektüel olarak meşrulaştırmak için Oryantalizm tarzına başvurmaları olgusu, kendi iktidarlarına karşı büyük bir direniş gösterebilen ve yetenekleriyle muktedirlerin en iyi kadrolarını etkileyebilen gruplarla uğraştıklarını itiraf etmelerinin bir işaretidir.

Oryantalizm, Sepûlveda’nın öne sürdüğü savların daha kurnaz bir versiyonudur. Çünkü onun “vaka analizleri”, sözde ilkel halklar olmaktan ziyade sözde yüksek uygarlıklardır. Kaldı ki bu yüksek uygarlıklar, Batı Hristiyanlığı’nın uygarlığı da değildir. Oryantalizm, özellikle incelikli olan ve potansiyel olarak güçlü olanlar başta olmak üzere tüm ötekilerini özselleştirme (essentializing) ve maddeleştirme tarzıdır. Bu şekilde, Batı dünyasının içkin (özü gereği) üstünlüğünü kanıtlamaya gayret etmiştir.

Oryantalizm, iki yüzlü bir tarzdı ve bu kötü ahlakının hesabını vermeliydi. Oryantalist argümanın özünde, Doğu “uygarlıklarının” Batılı-Hristiyan uygarlığı kadar kültürel olarak zengin ve incelikli ve dolayısıyla bir anlamda onun emsali olduğu doğru olsa bile, bu uygarlıkların her birinde çok önemli bir sorun olduğu esas mesele olarak ele alınıyordu. Bu uygarlıklarda, onların “moderniteye” geçmesini imkânsız kılan sorunlar olduğu öne sürülüyordu. Bu, uygarlıklar, bir çeşit kültürel tetanozdan muzdarip olup yaşamları donmuş olmalıydı. Bu bir tür kültürel illet olarak anlaşılabilirdi.

Siyasal / ekonomik / askeri / kültürel hakimiyet için yeni bir argüman oluşuyordu: muktedirlerin, bir tür çıkmaz yolda kilitlenip kalanlara yardım etmelerini olanaklı kıldığından dolayı ayrıcalıklı konuma sahip olmaları haklı gösteriliyordu. Doğu uygarlıkları, Batı dünyasının yardımı ile, kendi uygarlıklarının kültürel (ve elbette teknolojik) olasılıklarına koyduğu engelleri kırabilirdi. Bu Batı hakimiyeti, nihai anlamda kuşkusuz geçici ve aracı bir fenomendi. Ama dünyanın ilerlemesinin asıl fenomeni ve hakimiyeti altında olanların doğrudan yararına olan bir fenomendi. Bu türden bir argümanın oluşturulması için, kendi “uygarlıksal” küflerinin içinde olanların tikel özellikleri “özselleştirilmeliydi”. Oryantalizm ile söylenmek istenen tam da budur.

Bu argümanın müdahale hakkı lehine gerilemesinden sonra, onun bir diğer görünümü olan Oryantalizm bir süre için işe yaradı. En azından kısmen de olsa, hem Batı kadrolarını hem de, özellikle hakimiyet altında olan bölgelerin kadroları başta olmak üzere, hakimi oldukları kadroları ikna edebildi. Bu ikinci tip kadrolar herşeyden önce, “modernleşme” modelinin cazibesi altında kalmışlardı. Oysa bu model pratikte “Batılılaşma” olarak işliyordu ve doktrinin eşitlikçi iddialarıyla (kültürel olarak herkes Batılı olabilirdi, bu sadece eğitim ve istek sorunuydu) bu kadroların gururu okşanıyordu. Ne var ki, yıllar geçtikçe, “asimile” olup bu şekilde Batılılaşan ve hatta Hristiyanlaşanlar, aslında, asimile olmalarının söz verildiği gibi siyasal, ekonomik ve herşeyden çok da toplumsal eşitlik anlamında eşitliğe yol açmadığını fark ettiler. Bu yüzden, yirminci yüzyıl ile birlikte, meşrulaştırma tarzı olarak Oryantalizmin verdiği fayda da aynı şekilde eskimeye başladı.

Kuşkusuz Oryantalizm, bir argüman olması anlamında ortadan kalkmadı. Aynı argümanı günümüzde “uygarlıklar çatışması” hakkındaki söylemde de görüyoruz. Fakat bu söylemin Batılı kadrolar için belli bir çekiciliği var olsa da, dünyanın Batılı olmayan bölgelerinde bu tür uzmanların bulunması için çok sıkı bir arama yapılmak zorundadır. Ya da daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, dünyanın Batılı olmayan bölgelerindeki bu uzmanların birçoğu, günümüzde, sözkonusu münakaşayı tersyüz ediyorlar. Aydınlanma düşüncesi içinde gelişen Batılı-Hristiyan uygarlığını, insani düşünceden hayli uzak ve eksiklerle dolu buluyorlar. Bu uygarlığın hakimiyetine karşı, tersyüz edilmiş Oryantalizm altında mutlaka savaşılması gerektiğini vaaz ediyorlar. Köktencilik ile söylenmek istenen şey tam da budur. Hristiyan köktenciliği de buna eklenebilir.

Oryantalist argümanların verdiği faydanın gerilemesinin dümen suyunda gördüğümüz şey, dünyayı algılamanın tek anlamlı tarzı anlamında ve hakikat anlamında, bilim ve bilimsel evrenselciliğin zafer şarkılarıdır. İki kültür kavramı -hakikati arama ile iyi değerleri arama arasındaki en temel epistemolojik fark- meşrulaştırma sürecinin en son anahtarıydı. İlkel kavramı reddedilebilir ve Oryantalizmin maddeleştirmelerinin ötesine geçilebilir. Yine de, bilim ile beşeri bilimler arasında bir epistemolojik fark oluşturmak suretiyle, evrensel olan hakikatin, beşeri bilimciler tarafından önerilenin aksine bilim adamları tarafından önerilen olduğu iddiası orta yerde kalmaya devam etti. Devamında daha ileri derecede bir iddia vardı: herkes “hümanistik” olabilir ve birçok hümanizm olabilirken, yalnızca tek bir olası hakikat olabilirdi. Ve şimdiye kadar o hakikati keşfetme kapasitesine sahip olanlar, büyük ölçüde, dünya-sisteminin güçlü bölgelerine yerleştirildiler.

“Kültürün” dışında kalan ve bu şekilde bir anlamda kültürden daha önemli olan bilim kavramı, iktidarın modern dünyadaki dağılımının meşruluğunu haklılaştıran son alan oldu. Bilimcilik, muktedirlerin en kurnaz ideolojik meşrulaştırma tarzı olmaktadır. Bu tarz evrenselciliği, ideolojik anlamda tarafsız olarak, kültürle ve gerçekten siyasal arena ile ilgisiz olarak ve haklılığını esas itibariyle iyiden türeten bir şekilde sunduğu için; insanlığa bilim adamlarının elde ettikleri teorik bilginin uygulamaları üzerinden kendini gösterebilmektedir.

Bilimsel evrenselciliğe yapılan temel vurgu, bir takım nesnel kriterlerle ölçülen yeterlilik ölçüleriyle statülerin belli bir gruba armağan edildiği meritokrasinin teorik faziletini kurumlaştırmaktı. Ve bu yetkinlerin arenasına sonradan giren kişiler, kendi değerlerinin ve işe aldıkları insanların özerk hakimleri oldular. Bunun akabinde yapılan vurgu, bilim adamlarının bilim dünyasındaki iktidar ve prestij konumlarında bulunuyorlarsa, etik olarak oralarda bulunmayı hakketmeleri gerektiği ile devam etti. Ve kullanışlı teknoloji ürettiği için, bilimin ilerlemesi herkesin yararına olmalıydı.

Çok açık olmayan bu gözbağcılık oyunu daha sonra bize, yalnızca dar bilim alanındaki statülerle sınırlı kalmayıp daha ziyade bütün toplumsal konumlara giden yola, şöyle ya da böyle bir marifet ile ulaşıldığını ve bu yüzden haklı olduğunu, tasdik ettirdi. Ve dünyanın belli alanlarının ya da sistem içindeki belli tabakaların, diğer alanlardan ya da tabakalardan daha az mükafatı varsa, bu onların herkese açık olan nesnel yetenekleri edinmediklerinden dolayıydı. Dolayısıyla, birinin daha az gücü ve ayrıcalığı varsa, bu onun herhangi bir nedenden -özünde olan yeteneksizlik, kültürel darkafalılık veya kötü niyet- dolayı bir şekilde sınavları geçememesinden kaynaklanıyordu.

Bilim adamları, bu tür argümanları geliştirmek suretiyle, 1945’ten sonra yeni, karmaşık ve pahalı teknolojinin modern dünya-sistemi içindeki işlerliğiyle beraber, hümanistlerin çok fazla önüne geçti. Oryantalistlerin özcü tikelcilikleri hakkında şimdi ortaya çıkan en ciddi kuşkulara verilen bütün kolaycı cevaplar bunlardan oluşuyordu. Dünya-sisteminin kutuplaşmasının sebep olduğu ve giderek yakıcı hale gelen sorunları, yalnızca bilim çözebilirdi.

İyi için olan arayış bundan böyle, üstün bilgi alanından dışlanmıştı. Çünkü, bu çıkarımları eleştirmek için hiçbir zemin yoktu. Bunu eleştiren ancak anti-entelektüel olabilirdi. İnsanların, meritokrasinin yüksek alanlarına girmesini engelleyen yapısal sosyal engeller, esas olarak analizlerden çıkarıldı ya da araştırma sırasında iki kültürün varsayımlarını kabul etmek şartıyla girişleri kabul edildi.

Evrenselciliğimiz ne kadar evrensel olmaktadır? Dünyayı iki kültüre böldüğümüz zaman, belli bir metodolojide, belli bir siyasal duruşta (değerlerden yalıtık bilim), ve yaptıkları işlerin doğrudan toplumsal değerlendirilmesinden bütünsel olarak yalıtmada direten bilim adamlarının alanı haline geldi. Ve aynı zamanda kaçınılmaz olarak, bu kriterlere uyan işçilerin ve işlerin yoğunlaştığı bir coğrafya ile sonuçlandı. Dolayısıyla iş yaşamında, gerçekte toplumsal bir önyargı olan bir kabul edilmeme düzeyi oluşturdu. Fakat hepsinden de ziyade, muktedirleri, ahlaki eleştirilerin nesnelliğini ve makulluğunu değersizleştirmek suretiyle ahlaki bir eleştiriden muhafaza etti. Özellikle eleştirel olanlar başta olmak üzere, bütün hümanistler, analizlerinin bilimsel olmamasından dolayı görmezden gelinebilirdi. Bu, modern dünya-sisteminin kendi kendini meşrulaştıran sürecinin kalan son çivisiydi.
Bugün önümüzde duran sorun, nasıl Avrupa evrenselciliğinin -mevcut dünya düzenimizin bu son kötü meşrulaştırması- ötesine geçip çok daha zor olan bir şeye ulaşacağımızdır: Toplumsal gerçekliğin özcü nitelendirilmesini reddeden, hem evrensel olanı hem de tikel olanı tarihsel kayda geçiren, sözde bilimsel olan ile hümanistik olanı tek bir epistemolojide birleştiren ve muktedirlerin zayıflara karşı yaptığı “müdahalenin” tüm meşrulaştırmalarına oldukça eleştirel bir gözle bakmamızı ve onları ileri düzeyde hastalıklı olarak değerlendirmemizi sağlayacak olan bir evrensel evrenselcilik.

Leopold-Sedar Senghor, yarım yüzyıl önce, dünyayı, vermek ve almak meydanında buluşmaya, rendez-vous du donner et du recevoir; davet ediyordu. Senghor, modern çağın belki de en müthiş meleziydi. O hem bir şair hem de siyasetçiydi. Bir yandan, siyah edebiyatının (negritude) usta bir örneği ve Afrika Kültürü Topluluğu’nun genel sekreteriydi. Fakat aynı zamanda da, resmi görevi Fransız kültürünü korumak ve geliştirmek olan Academie Française’nin bir üyesiydi. Senghor, Senegal’in ilk başkanı oldu. Ama daha önce de Fransa hükümetinde bakan olmuştu. Bu çağrıyı yapmak için uygun biriydi.
Fakat günümüz dünyasında, vermek ve almak için bir toplanma meydanı olabilir mi? Avrupalı olmayan ama evrensel (ya da küresel) olan bir evrenselcilik olabilir mi? Ya da daha açık sormak gerekirse, yirmi birinci yüzyılda, artık Batı’nın verdiği ve geri kalanların aldığı, Batı’nın kendini bilim paltosuyla sarıp sarmalayıp ve geri kalanların daha “sanatsal/duygusal” mizacı olanlara havale edildiği bir dünyadan, başka bir dünyaya ulaşmak ne ile başarılacak? Herkesin aldığı ve herkesin verdiği bir dünyaya nasıl ulaşabiliriz?

Entelektüel, doğal olarak üç düzeyde çalışır: Hakikatin arayışında bir analizci; iyinin ve güzelin arayışında bir ahlak insanı; ve hakikati iyi ve güzel ile birleştirmek arzusunda olan bir siyaset insanı. İki yüzyıldan beri hüküm süren bilgi yapıları, entelektüelin bu üç düzey arasında kolayca gidip gelebilmesini kesinlikle yasakladığı için günümüzde doğallığını yitirmektedir. Entelektüeller, yalnızca entelektüel analiz yapmakla sınırlandılar. Ve ahlaki ile siyasal zorunlulukları açıklama konusunda kendilerini tutmayı başaramazlarsa, bu üç türlü etkinlikten de ayrı bırakılacakları tehditiyle yüz yüze bırakıldılar.

Bu tarzda ayrı bırakma ya da ayırma, aşırı derecede zor bir işti. Hatta muhtemelen imkânsız bir şeydi. Birçok önemli entelektüelin bu yüzden, bu ayrı bırakılma sürecini sürekli olarak boşa çıkarması tesadüfi bir olay değildir. Bu ayrı bırakılma sürecinin gerçekliğini söyleseler bile, bu durumun kendilerinde başarılı olmasına izin vermediler. Max Weber, bu konuda iyi bir örnektir. Weber’in iki ünlü makalesi olan “Meslek Olarak Siyaset” ve “Bilim Olarak Siyaset”, kendisinin bu engellerle nasıl başa çıktığını ve siyasi duruşunun, değer-soyut sosyolojiye olan bağlılığı ile çelişmediğini, neredeyse şizofrenik bir biçimde muhakeme etmektedir.

Son otuz yılda, iki şey değişti. Göstermeye çalıştığım gibi, iki kültür kavramının bilgi yapıları üzerindeki nüfuzu büyük ölçüde zayıfladı ve bununla birlikte, doğrunun, iyinin ve güzelin yolunda yapılan ayrı tutma baskısının entelektüel ayakları da zayıflamış oldu. Fakat yine öne sürdüğüm gibi, iki kültür kavramının kapsamlı bir şekilde sorgulanmasının nedeni, tamamen modern dünya-sisteminin gelişmekte olan yapısal krizi ile ilişkilidir. Bu geçiş dönemine girdiğimiz zaman, bu kolektif tercihe yapılan bireysel katkıların anlamsızlığı müthiş derecede artsa da, temel tercihin önemi çok daha yakıcı olmaktadır. Kısacası, entelektüellerin yanlış olan değer tarafsızlığı sınırlarını kaldırmaları ölçüsünde, kendimizi içinde bulduğumuz geçiş sürecinde, çok önemli olan rollerini gerçekten oynayabilirler.
Kendimi oldukça net anlaşılır hale getirmek istiyorum. Değer tarafsızlığının hem bir serap hem de bir aldatma olduğunu söylerken analitik, ahlaki ve siyasi görevler arasında hiçbir fark olmadığını söylemiyorum. Gerçekten bir fark vardır ve bu asli önemde bir farktır. Bu üç düzey basit bir şekilde birleştirelemez. Ve fakat basit bir şekilde ayrılamaz da. Ve bizim görevimiz, bu ne birleşebilen ne de ayrılabilen paradoksumsu üç görevin içinde nasıl gidip geleceğimizi bulmaktır. Geçerken şunu belirteyim ki, bu çaba bütün bilginin birleştirilmesi umudunu sürdüren tek tip epistemolojinin başka bir örneğidir -dışlanmayan ortanın teorisi (Wallerstein, 2004, 71-82).

Elbette bu ikilem yalnızca entelektüel için olmayıp aslında herkes için geçerlidir. Peki öyleyse, entelektüelin rolü hakkında özgün bir şey var mı? Evet, var. Entelektüel ile kastedilen şey, gerçekliğin analitik algılanmasına enerjilerini ve zamanlarını adayan ve bu işi en iyi şekilde yapmak için bir takım özel eğitimlerden geçtikleri varsayılan insanlar olmalarıdır. Bu küçük bir gereklilik değildir. Ve hepimizin herhangi bir görevi yetkin bir şekilde başarmak için ihtiyaç duyduğumuz somut bilgilerin aksine, bu çok daha genel bilgi deryası içinde uzman olmayı herkes istemez. Bu yüzden entelektüeller, aslında uzmanlık alanları uçsuz bucaksız bilgi dünyasının özel bir alanıyla sınırlı olsa bile, genellemecidirler.
Günümüzün temel bir sorusu, bireysel olarak sahip olduğumuz genel bilgimizi, içinde yaşadığımız geçiş çağını anlamak için nasıl uygulayabileceğimizdir. Bir astronom veya bir şiir eleştirmeni bile, bu işi yapmak için davet edilmektedir. Fakat daha ziyade bu talep, toplumsal dünyanın gelişimi ve çalışma tarzı konusunda uzman olduklarını iddia eden sosyal bilimcilere yönelik yapılmaktadır. Ve genellikle sosyal bilimciler, bu işi kötü bir şekilde yapıyorlar. Bu da onlara, yalnızca iktidardakiler tarafından değil, ama aynı zamanda, iktidardakilere karşı olanlar tarafından da ve sosyal bilimcilerin ürettiği herhangi bir ahlaki ile siyasi geleneği çok az öğrendiklerini sandıkları uçsuz bucaksız işçi sınıfı yığınları tarafından da bu kadar az saygı gösterilmesinin nedenidir.

Bunun çaresi için, ilk olarak, entelektüel analizimizin tarihselleştirilmesi gerekmektedir. Bu ne kadar kullanışlı olsa da, kronolojik detayları biriktirme anlamına gelmez. Ve bu her tikel durumun, diğer her tikelden farklı olduğu, tüm yapıların düzenli bir şekilde gün be gün, nano-saniyeden nano-saniyeye değiştiğini açıkça iddia eden bir tür kaba görecelileştirme anlamına da gelmez. Tarihselleştirmek, bunun oldukça tersi bir şeydir. Tarihselleştirmek, doğrudan doğruya çalıştığımız gerçekliği büyük bağlamı içine yerleştirmektir. Bu da, ona uyan ve onun içinde işleyen tarihsel yapı anlamına gelir. Uyumlu bütünü anlamazsak, detayı asla anlayamayız. Çünkü başka türlü neyin değiştiğine, nasıl değiştiğine ve niçin değiştiğine asla tamamen hakkını vererek vakıf olamayız. Tarihselleştirmek, sistematize etmenin tersi anlamına gelmez. Bir insan, bütünün analiz biriminin tarihsel parametrelerini kavramadan sistematize edemez. Ve bu yüzden, bir insan, sanki herşey büyük bir sistemik bütünün parçası değilmiş gibi anlamsızca tarihselleştiremez. Bütün sistemler tarihseldir ve tarihin hepsi sistematiktir.

Bu argüman üstünde bu kadar çok durmaya beni iten neden, bu şekilde bir tarihselleştirme ihtiyacı olduğunu anlatmak istememdir. Çünkü, kendimizi yalnızca modern dünya-sistemi olan belli bir analiz birimi içinde bulmuyoruz, ama aynı zamanda, bu tarihsel sistemin belli bir zamanında, onun yapısal krizi ya da geçiş çağının içinde buluyoruz. Umuyorum ki, (fakat kim tamamen emin olabilir ki?) bu günümüzü aydınlatır ve gelecek için yapacağımız tercihlerin önündeki engelleri açığa çıkarır. Ve bu elbette ki, yalnızca iktidarda olanları değil ama aynı zamanda iktidardakilere karşı olanlar ve ellerinden gelen en iyi şekilde yaşamlarını sürdüren uçsuz bucaksız işçi sınıfı kitlelerini de en çok ilgilendiren şeydir.
Eğer entelektüeller, geçiş çağında gerçekleştirmeleri için çağrıldıkları görevleri yaparlarsa, meşhur olmayacaklardır. İktidarda olanlar, özellikle bu geçiş çağında yapılan analizin kendi iktidarlarını çökerteceğini düşünerek, entelektüellerin yapmakta oldukları şeylerden dolayı dehşete düşeceklerdir. İktidardakilere karşı olanlar, siyasal muhalefet içinde bulunanları doyuran ve cesaretlendiren entelektüel analizin çok iyi ve güzel olduğunu düşüneceklerdir. Fakat belirtilen tereddütlere, altı çizilen nüanslara ve ikazlara önem vermeyeceklerdir. Ve iktidardakilere karşı olanlar ile aynı siyasal amaçlara sahip olduklarını ileri sürenler bile, entelektüelleri sınırlamaya çalışacaklardır. Son olarak, uçsuz bucaksız işçi sınıfı kitleleri, entelektüellerin yaptığı analizlerin, kendilerinin anlayabileceği ve bu şekilde ilişki kurabilecekleri bir dile çevrilmesinde ısrarcı olacaklardır. Bu mantıklı bir talep olsa da, her zaman kolayca gerçekleşebilecek bir şey değildir.

Her zaman entelektüelin rolü can alıcı önemdedir. Bir geçiş aşaması, her zaman zor bir süreçtir. Sürecin karşısında onu karaya oturtabilecek çok sayıda tümsek vardır. Analizin berraklığı, sık sık kaotik gerçeklikler ve onların doğrudan doğruya duygusal geri çekilişleri tarafından bulanıklaşır. Fakat eğer entelektüeller analizin bayrağını yüksekte tutmazlarsa, ötekiler bu işi çok başaramazlar. Ve eğer, gerçek tarihsel tercihlerin analitik izahı, mantığımızın ön sıralarında yer almazsa, ahlaki tercihlerimiz noksan kalacak ve hepsinden de çok siyasal gücümüz zayıflayacaktır.

Birçok isimle tanımlanabilecek bir uzun dönemin sonunda bulunuyoruz. Buna uygun bir isim, Avrupa evrenselciliği dönemi olabilir. Ondan sonraki dönemin içine giriyoruz. Olası bir alternatif, bir evrensel evrenselcilikler ağını andıracak olan evrenselcilikler çokluğudur. Bu, Senghor’un rendez-vous du donner et du recevoir [almak ve vermek meydanı] dünyası olacaktır. Oraya ulaşacağımızın hiç bir garantisi yoktur. Bu, gelmekte olan yirmi ile elli yılın mücadelesidir. Tek ciddi alternatif, evrensel değerler üzerine kurulduğunu iddia edecek olan, ama kuvvetle muhtemel, pratiklerimizi mevcut dünya-sistemimizde olduğundan çok daha hırçın bir şekilde ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin yönetmeye devam edeceği, yeni bir hiyerarşik ve eşitsizlikçi dünyadır. Bu yüzden hepimiz, geçiş çağında olan bir dünya-sistemini analiz etmeye, mevcut alternatifleri ve böylece yapmamız gereken ahlaki tercihleri gözler önüne sermeye ve son olarak seçmeyi isteyeceğimiz olası siyasal yolları aydınlatmaya çalışmak zorundayız.

Immanuel Wallerstein
Avrupa Evrenselciliği
İktidarın Retoriği

Türkçesi: Sinan Önal – Aram Yayıncılık

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz