Modern dünyada, birbiriyle çekişme halinde olan iki tarz evrenselcilik bulunmaktadır. Birinci tarz, Oryantalizmdir -özcü tikelleri algılama tarzı. Kökenleri, belli bir hümanizm versiyonundan gelir. Evrensel düzeyi, bir dizi yegane değerleri içermenin tersine, özcü tikelciliklerin sürekliliğinden oluşur. Alternatif tarz ise bunun tam zıttı olmaktadır -bilimsel evrenselcilik ve zamanın tüm anlarındaki bütün fenomenleri yöneten nesnel yasalar iddiası. Hümanist tarz, en az on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, ağır bir eleştiri bombardımanına uğramıştır. Modern dünyanın baskın hümanizmi -Batı Hristiyan değerleri (Aydınlanma değerleri halini almıştır)- bilişsel olarak kendi kendini doğrulayan bir doktrindi. Bu yüzden, sadece bir dizi öznel iddiadan müteşekkil olmakla isnat edilebildi. Çünkü, öznel olanın bir sürekliliği olamazdı. Aynı şekilde karşıtları da, bu şekliyle evrensel olmadığını söylüyorlardı. Bu nedenle, evrenselciliğin öteki temel modern tarzı -bilimsel evrenselcilik-, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren toplumsal kabul anlamında nispeten güçlendi. 1945’ten sonra bilimsel evrenselcilik, neredeyse tartışmasız olarak, Avrupa tarzının sorgulanamazcasına en güçlü evrenselciliği oldu.
Peki bu bilimsel evrenselcilik nereden geldi? Avrupa evrenselciliği söylemi, daima kesinlik hakkında oldu. Modern dünya-sisteminde kesinliğin esas teolojik zemini, müthiş bir karşı çıkışla karşılaştı. Ve her zaman için evrensel yaklaşımları, ifşa olan tanrıların gerçeklerinde gören birçok insan varolmaya devam etse de, özellikle toplumsal ve entelektüel elitler gibi birçokları açısından tanrılar yerini kesinliğin diğer kaynaklarına terketti. Oryantalizm söylemi, özeti tikellerin kesinliği ile alakalıdır -bir insan nasıl Acem olabilir, bir insan nasıl “modern” olabilir. Fakat bu söylem, sırf öznel olduğu için reddedilip ardı sıra sorgulanmaya başladığında (ki artık kesin değil) Newtoncu doğrusallık, determinizm ve ters çevrilebilir-zaman kavramlarında somutlaşmış bilimin kesinlikleriyle yer değiştirebildi. Bu yaklaşım Aydınlanma düşünürleri tarafından kültürel ve siyasal olarak, özellikle bilimsel bilgi ve onun teknolojik uygulaması konusundaki ilerleme kesinliklerine dönüştürüldü.
Bu epistemolojik devrimin önemini kavramak için -ilk olarak, iki kültür adıyla anılan kavramın oluşumu ile pekişmesi ve ardından onun içindeki bilimsel evrenselciliğin zaferi-, onu modern dünyasistemi yapısının içinde ele almak gerekir. Bu bir kapitalist dünya-ekonomisidir. Beş yüzyıldan beri varlığını devam ettirmektedir ve gezegen üzerindeki tek tarihsel sistem olmak amacıyla on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bütün yerküreyi kendi yörüngesine eklemlemek için başlangıç bölgesinden (Avrupa’nın bazı bölgeleri, artı Amerika’nın bazı bölgeleri) dışarı doğru yayılmaktadır. Tüm sistemler gibi onun da bir hayatı vardır: doğuş dönemi, işlerliğine devam ettiği uzunca bir dönem ve halihazırdaki nihayetini getiren yapısal krizi. Normal olarak işlediği dönem süresince, zamanla genişleyen belli başlı fiziksel sınırlar dahilindeki kesin yasalar veya sınırlamalar ile işlerliğine devam etti. Ve bu özellikleri, onu bir sistem olarak tanımlamamıza izin vermektedir. Ne var ki bütün sistemler gibi o da, onu bir tarihsel sistem olarak tanımlamamıza olanak tanıyan gözlemlenebilir yollar içinde gelişti. Onun sistemik özelliklerini, dairesel ritimler (denge noktasına dönen değişimler, belki de hareket halindeki bir denge) olarak ve tarihsel gelişimini de seküler eğilimler (dengeden ayrılan değişimler ve sonunda dengeden çok uzaklaşan değişimler) şeklinde tanımlayabiliriz.
Seküler eğilimlerinden dolayı sistem, kaçınılmaz olarak, artık yeterince işlevsel olamadığı denge noktasından oldukça uzak bir yere ulaşmaktadır. Daha önce çok fazla zorlanmadan hareket halindeki dengeye geri dönen sistemin salınımları, şimdi daha yönetilemez ve daha kaotik bir hale gelmektedir. Mevcut dünya-sistemimizin bugün ulaştığı nokta tam da budur. Sistem sersemlemeye başlamış durumdadır. Bu, şu anlama gelir: Yeni bir istikrar bulmak için ancak iki yoldan birine girebilir. Birisi, kaosun dışında kurulacak olan ve yalnızca eski sistemin dönüşümü olmayıp ve fakat tamamen farklı bir tür olan yeni bir düzendir. Sürecin ayrılma noktasında hangi çatala gireceği, sistemin doğasına içkin olarak tahmin edilemez bir özelliktedir. Fakat, sistemin yönelimini, makro bakış açısından rastgele olarak tanımlanabilen, ama mikro bakış açısından bir dizi bireysel tercihi içerecek şekilde tanımlanan, sonsuz sayıda girdi ile belirlenecektir.
Bu soyut dili kısa bir analize dökmeme müsaade ediniz. Modern dünya-sisteminin günümüzde neden sistemik bir kriz içinde olduğunu ve dolayısıyla içinde yaşadığımız dönemin kaotik ve çatallaşma halinde olduğunu ve bu yüzden de çökmekte olan yaşadığımız dünya-sistemi yerine başka bir tür dünya-sistemi kurmak üzere kolektif olarak küresel bir mücadele içinde olduğumuzu açayım.
Bir kapitalist dünya-sisteminin en temel ilkesi, sonsuz sermaye birikimidir. Bu onun varlık sebebidir (raison d’etre). Sistemin bütün kurumları, bu amacı gerçekleştirmek ihtiyacı ile hareket eder. Bunu yapanları ödüllendirir ve yapmayanları cezalandırır. Kuşkusuz sistem, bu amacı aşan kurumlardan oluşur. Bu kurumlardan en dikkate değer olanı, devletlerarası bir sistem içerisinde faaliyet gösteren egemen devletlerin oluşturduğu bir ağın düzenlediği çevre (periphery) ile merkez (corelike) üretim süreçleri arasındaki emeğin dikey olarak bölünmesidir. Fakat aynı zamanda sistem, kendisini kolaylıkla işler kılabilen bir kültürel-entelektüel yapı iskelesine gereksinim duymaktadır. Bu yapı iskelesinin üç temel öğesi vardır: Evrenselci değerlerin ve ırkçı-cinsiyetçi pratiklerin paradoksal birleşimi; merkezci liberalizmin egemen olduğu bir jeokültür; ve pek az belirtilen, ama oldukça yakıcı önemde olan sözde iki kültür arasındaki bir epistemolojik bölünme üzerine kurulmuş olan bilgi yapıları.
Bu birbirleriyle ilişki halinde olan kurumlar ağının nasıl çalıştığını detaylı bir şekilde burada anlatamam. Kısaca bu sistemin, dört yüz ya da beş yüz yıldan beri öngördüğü amacı için alabildiğine etkili ve başarılı bir şekilde çalıştığını belirtmekle yetineceğim. Sistem, kesinlikle olağanüstü bir teknolojik ve servet büyümesine ulaşmıştır. Fakat bunu dünya-sisteminin, en üstte yer alan yüzde 20’si ile en dipte olan yüzde 8’i arasında daha önce hiçbir zaman olmamış olan ve giderek artmaya devam eden kutuplaşma pahasına gerçekleştirmiştir. Bu kutuplaşma, ilk defa ve aynı anda ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak ortaya çıkmış durumdadır. Not etmemiz gereken en kaçınılmaz nokta, bu sistemin seküler eğilimlerinin, son yıllarda kendi süreçlerini, sonsuz sermaye birikimini daha ileri götürmeye devam etmesini imkânsız hale getiren asimptotlara yaklaştığıdır. Bunun ayırdına varmak için, kapitalist bir sistem dahilindeki üretici bir sürecin, sermaye olarak birikebilen artı değer/kâr açığa çıkardığı esas sürece dikkat edilmelidir. Temel olarak, herhangi bir girişimin ortaya çıkardığı kâr, üretim maliyetleri ile ürünün piyasada aldığı fiyat arasındaki farktır. Rekabetçi ürünler satış fiyatlarını aşağı çekmeye zorladığı için, yalnızca görece tekelleşmiş ürünler büyük kârlar elde etmektedir. Fakat tekelleşmiş ürünlerin kâr düzeyleri bile, üretim maliyetlerini aşağı çekmeye bağlıdır. Bu durum, üreticilerin değişmez sorunudur.
Bu sistem içerisinde üç temel üretim maliyeti çeşidi vardır: personel, girdi ve vergilendirme. Her birisi karmaşık birer ünite olsa da, ortalama olarak her üçünün de potansiyel satış fiyatlarının yüzdesi anlamında zamanla yükseldiği gösterilebilir. Ve sonuç olarak, günümüzde sistemin sermaye birikimini sürdürme yetisini önemli oranda tehdit eden küresel bir kâr sıkışması söz konusudur. Dolayısıyla, bu durum, kapitalizmin varlık sebebinin (raison d’etre) altını oymakta ve kendimizi içinde bulduğumuz yapısal krize yol açmaktadır. Bu üç üretim maliyeti türünde, bu tür yukarıya dönük seküler eğilimlerin ortaya çıkma nedenini hızlı bir şekilde tartışmama müsaade ediniz.
Personel maliyetlerinin esas etkileyeni daima, gerek işyerinde ve gerekse de devlet siyaseti arenasında, sınıf mücadelesi olagelmiştir. Bu mücadelede, emekçilerin temel aracı sendikal örgütlenme olmuştur. Patronların temel aracıysa, düşük ücretle çalışmayı kabul eden başka emekçileri işe alma becerileri olmuştur. Emekçilerin ikinci bir aracı da, patronların lehine olup ürettikleri mallar için güçlü bir piyasa oluşuncaya kadar istikrarlı üretimi sürdürüp işte kalmaktır. Patronların ikinci bir aracıysa her zaman, emekçilerin taleplerini bastırmak için devlet aygıtlarının gönüllü yardımını arkalarına alma becerileridir.
Oyun şu şekilde oynanmaktadır. Ürün için geniş bir piyasa varolduğu sürece patron, gerekirse emekçilerin daha yüksek ücret taleplerine razı olup yerinde kalmayı ve karışıklığı önlemeyi tercih eder. Aynı zamanda bu durum, emekçi örgütlenmelerinin gelişimini ilerletir. Fakat ürün piyasası küçülünce, patronun personel maliyetlerini önemli oranda azaltma dürtüsü devreye girer. Bu baskı taktiği başarısız olunca patron, üretim sürecini daha düşük personel ücretlerinin olduğu bir bölgeye kurmayı düşünür.
Patron, düşük ücret ödenen istihdamı kabul etmeye hazır kırsal alanlardaki büyük emekçi havuzlarının olduğu bölgeler bulabilir. Bu emekçiler, kendi kırsal yerleşimlerinde daha önce işe girmiş olanların aldığı ücretten daha yüksek bir gerçek gelir elde ettikleri için bunu kabul ederler. Dünya, demografik açıdan esas olarak kırsal ağırlıklı kaldığı müddetçe, bu tür bölgelerin bulunması her zaman için kolaydı. Bu çözüm yolunun tek sorunu, söz konusu yeni bölgelerdeki emekçilerin, yirmibeş-elli yıl gibi bir süreden sonra, örgütlenmeye başlayıp daha yüksek ücret talep etmeleriyle, patronu eski durumuna geri çekmeleri oldu. Pratikte gerçekleşen şey, patronun er veya geç, üretim sürecini bu sefer başka bir alana kaydırarak işlemi tekrar etmesidir. Üretim süreçlerinin bu şekilde düzenli yer değiştirmesi, üreticilerin bakış açısından oldukça iyi işlediği gösterilebilir. Ne var ki günümüzde, patronların karşı karşıya kaldığı yeni bir basit ikilem var. Düzenli yer değiştirmeler, bu tarzda üretim transferinin yapıldığı birkaç bölgenin kalması anlamında, dünyanın kırsızlaşmasına (deruralization) yol açmaktadır. Ve bu, ücret maliyetlerinin dünya ortalamasında kaçınılmaz olarak artmakta olduğu anlamına geliyor.
İkinci temel üretim maliyeti olan girdilerin maliyetine gelirsek, paralel bir sürecin burada da ortaya çıktığını görürüz. Üreticiler açısından girdi maliyetlerini aşağı çekmenin en önemli yolu, girdilerin tam maliyetini ödememek olmuştur. Bu durum, absürt bir fikir gibi görünebilir, ama pratikte, ekonomistlerin zekice kavramsallaştırdıkları maliyetleri dışsallaştırmak araçlarıyla kolaylıkla üstesinden gelinmektedir. Üreticilerin, başkalarının omuzlarına attığı üç tür maliyet vardır. Birincisi, üretim sürecinde ortaya çıkan her türlü tehlikeli atığın detoksifikasyon maliyetidir. Üreticiler, detoksifikasyon ile uğraşmak yerine bu atıkları kolayca başlarından atarak, büyük bir masraftan kurtulurlar. İkinci maliyet, geleneksel olarak üreticilerin ortaya çıkardığı bir masraf olarak görülmemekte olan ham maddelerin yer değiştirmesi ya da yeniden oluşturulmasıdır. Ve üreticinin oluşmasında belirleyici olmadığı ya da sadece kısmen neden olduğu üçüncü maliyet ise, hem girdilerin üretim alanına götürülmesi hem de son-ürünlerin dağıtım yerlerine getirilmesi için gerekli olan altyapının maliyetidir.
Bu maliyetler daima ertelenmiştir. Ve son tahlilde devlet tarafından ödenip, girdilerden kâr eden üreticilerden ziyade gerçekte kişilerin doğurduğu maliyetler olarak kabul edilmiştir. Fakat zamanla bunu yapmak çok daha zorlaşmıştır. Küresel toksifikasyon, bu tür zehirli maddelerin kolektif tehlikesi ve ekolojik iyileştirme için toplumsal talepler konusunda ciddi bir ilgi oluşması noktasına kadar gelmiştir. Bu maliyetlerden kaçıldığı oranda, detoksifikasyon maliyetlerini artırmanın uluslararasılaşması için bir talep de sürekli olarak büyümüştür. Ham maddelerin küresel olarak tükenmesi, çok daha pahalı maddelerle ikame edilmesine yol açmıştır. Altyapının görülmemiş oranda artmakta olan maliyetleri, kullanıcıların hiç olmazsa büyük bir kesiminin maliyetlerini üstlenmeleri talebini doğurmuştur. Bu üç toplumsal tepki, girdi maliyetlerinde muazzam bir artışa etkide bulunmaktadır.
Son olarak vergilendirme, basit bir nedenden dolayı düzenli bir biçimde artmaktadır. Dünya, gerek toplumsal baskı ve gerekse de bu baskıyı, dünyanın çalışan kesiminin bazı somut taleplerini karşılamak suretiyle yatıştırma ihtiyacının bir sonucu olarak, giderek artan bir şekilde demokratikleşmektedir. Bu toplumsal talepler esasında üç şey için yapılmaktadır: eğitim kurumları, sağlık hizmetleri ve yaşam boyu gelir garantisi (yaşlılık maaşları, işsizlik ödenekleri, eğitim süresince gelir ve diğerleri). Bu tür harcamaların eşik miktarları kadar uygulandıkları coğrafi alanın genişliği de düzenli bir biçimde büyümektedir. Sonuç olarak, bu durum, üreticiler üzerinde dünya çapında giderek artan bir vergilendirme dayatması yaratmaktadır.
Kuşkusuz üreticiler, bu tür artan maliyetlere karşı siyasal arenada durmadan faaliyet göstermektedirler -personel maliyetlerini azaltmaya, üretim maliyetlerinin uluslararasılaşmasını engellemeye ve vergi tabanlarını aşağı çekmeye çalışmaktadırlar. “Neoliberalizm” hareketinin son yirmi beş yıldan beri uğraştığı konu tam da budur -bu artan maliyetleri tersine çevirme arayışı. Kapitalist kesimin, bu tür karşı saldırı konusunda periyodik ve tekrarlanan başarıları bulunmaktadır. Fakat bu maliyetlerin düşürülmesi her zaman, bir önceki dönemde olan artışından daha az olmaktadır. Dolayısıyla, bir uçtan bir uca yükselen eğri, giderek dikleşen bir dişli çark halini almaktadır.
Peki, dünya-sisteminin yapısal krizi ile bilgi yapılarının, dünya üniversite sistemlerinin ve bilimsel evrenselciliğinin alakası nedir? Herşey! Bilgi yapıları, modern-dünya sisteminin temel hareketlerinden ayrı değildir. Sistemin siyasal, ekonomik ve sosyal yapılarının meşruiyeti ve işlerliğinin temel bir öğesidir. Bilgi yapıları tarihsel olarak, mevcut dünya-sistemimizin devamlılığına en fazla katkı sağlayacak yollardan gelişmiştir. Modern dünya-sistemi içinde bulunan bilgi yapılarını üç özelliğini değerlendirmeme izin veriniz: Modern üniversite sistemi, sözde iki kültür arasındaki epistemolojik ayrılma, ve sosyal bilimlerin özel misyonu. Bu üçü de asıl olarak, on dokuzuncu yüzyıl yapılarıdır. Ve yine bu üçü de, modern dünya-sisteminin yapısal krizinin bir sonucu olarak kargaşa içindedir.
Üniversitenin, Orta Çağda Batı Avrupa’da gelişen bir kurum olduğundan sürekli olarak dem vururuz. Bu güzel bir hikâye olup, üniversite seremonilerinde şık elbiseler giymemizi sağlar. Fakat gerçekte tam bir mittir. Katolik kilisesinin bir ruhban kurumu olan Ortaçağ Avrupa üniversitesi, esasen, modern dünya-sisteminin saldırısıyla varlığını yitirdi. On altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar yalnızca isim olarak varlığını sürdürdü ve bu dönem boyunca da esas olarak can çekişti. Bu üniversite, o dönemde, bilginin üretimi ya da yeniden üretiminin merkezi konumunda asla yer almadı.
Üniversitenin yeniden oluşumu ve dönüşümü için bir tarih aranacaksa eğer, bu tarih, geç on sekizinci yüzyıldan bu yana başlayan bir süreçler zinciri şeklinde olsa da, esas olarak on dokuzuncu yüzyılın ortasından itibaren alınabilir. Modern üniversiteyi, Orta Çağdaki Avrupa üniversitesinden farklı kılan asıl özellikler, modern üniversitenin, tam zamanlı ve ücretli öğretim üyeleriyle, eğitsel konularda merkezileşmiş bir tür karar verme organıyla ve birçoğundaki tam zamanlı öğrenci profiliyle bürokratik bir kurum olmasıdır. Daha önce profesörlerce düzenlenen müfredat yerini, diploma almaya ve bu şekilde toplumsal bir güven belgesi hak kazanmaya dönük açık yollar öneren departman yapıları arasında düzenlenen müfredata bıraktı.
On dokuzuncu yüzyıl ile birlikte bu yapılar, yalnızca bütün seküler bilgi külliyatının ilkesel olarak yeniden üretim merkezi olmakla kalmayıp, ama aynı zamanda daha ileri düzeyde araştırma yapmanın ve dolayısıyla da bilginin başlıca üretim merkezi haline geldi. Daha sonra yeni yapı türleri, ilk olarak geliştikleri yerler olan Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan dünyanın öteki bölgelerine ya neşretti ya da dünya-sistemindeki Batı egemenliğinin bir sonucu olarak bu öteki bölgelere dayatıldı. 1945 yılı ile birlikte, bu tür kurumlar dünyanın hemen hemen her yerinde oluşmuştu artık.
Fakat, bu alemşümul üniversite sistemi ancak 1945’ten sonra, tam olarak yayılma durumuna ulaştı. Dünya-ekonomisi, 1945-70 arası dönemde olağanüstü bir genişleme dönemi yaşadı. Bu olgu, üniversite kurumlarına kabul edilme oranlarının yükseltilmesi için aşağıdan gelen devamlı baskı ile dünya-sistemine öncülük eden alanları “yakalamak” için çevre bölgelerde gelişen ulusal duyguların etkisi ile birleşerek, dünya üniversite sisteminin sayısız kurum, öğretim üyesi ve öğrencisiyle birlikte inanılmaz bir biçimde yayılmasına yol açtı. Tarihte ilk kez üniversiteler, küçük bir elitin muayyen bir zemini olmaktan çıkıp gerçek anlamda kamu kurumları haline geldi.
Dünya üniversite sistemine verilen toplumsal destek, üç farklı kaynaktan geliyordu: Daha fazla eğitilmiş personele ve daha fazla temel araştırmalara ihtiyaç duyan devlet elitleri, kullanabilecekleri teknolojik gelişmelere ihtiyacı olan üretici girişimler ve üniversite sistemini ileri düzeyde toplumsal devingenlik tarzı olarak görenler. Eğitim halka dönüktü ve özellikle 1945’ten sonra üniversite eğitiminin gelişimi, temel bir toplumsal hizmet olarak değerlendirilmeye başlandı.
Hem on sekizinci yüzyılın ortalarından sonra gelişen modern üniversiteler kurma dürtüsü, hem de 1945 sonrasında ortaya çıkan sayılarını artırma itkisi, bu kurumlar içinde ne tür eğitim verileceği sorusunu gündeme getirdi. İlk dürtü -üniversiteyi yeniden kurmak-, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında gelişen yeni entelektüel tartışmanın canlandığı döneme denk geldi. Daha önce belirttiğim gibi, filozofların seküler hümanizmleri en az iki yüzyıldan beri, az çok başarılar kaydederek, teolojik bilginin eski hegemonyasına karşı mücadele ediyordu. Fakat daha sonra bu filozoflar, kendilerine bilim adamı (scientist) diyen araştırmacı grupların ağır saldırısına maruz kaldılar. Bilim adamları (ki bu kelimenin bizzat kendisi, bir on dokuzuncu yüzyıl icadıdır), dünyanın doğası itibariyle bilinebileceği konusunda hümanist filozoflarla aynı fikirde olan insanlardı. Fakat bilim adamları hakikatin, gerçek bir fenomeni açıklayan genel yasaları oluşturmak için deneysel araştırma yapmak yoluyla bilinebileceği konusunda ısrar ediyorlardı. Bilim adamlarının bakış açılarından, seküler hümanist filozoflar yalnızca, teologların uzun bir dönem boyunca önermiş oldukları ve epistemolojik olarak birbirinden farklı olmayan spekülatif bilgiler öneriyorlardı. Filozofların önerdiği bilgi, hiçbir şekilde yanlışlanamadığından hakikati temsil edemezdi.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca bilim adamlarının öne attıkları tek temel iddia, toplumsal destek ve prestij yaratmak oldu. Gelişmiş teknolojilere dönüştürülebilen ve bu yönüyle muktedirler tarafından oldukça iyi karşılanan bilgi türleri ile gündemde kalmayı başarabiliyorlardı. Bu bakımdan bilim adamları, daha sonra iki kültür olarak adlandırılacak kurumsallaşma kırılmasına yol açan, sözde bilim ile felsefenin boşanmasını sağlamanın ve savunmanın her türlü maddi ve toplumsal kazancına sahiptiler. Bu boşanmanın en somut ifadesi, tarihi ortaçağ felsefe fakültesinin ikiye ayrılması oldu. Bu ayrılığın getirdiği fakülte isimleri üniversiteden üniversiteye değişse de, genel olarak on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren çoğu üniversitede, doğa bilimleri fakültesi ile genellikle beşeri bilimler (humanities), güzel sanatlar ya da Geisteswissenschaften olarak adlandırılan fakülte adını aldı.
İki fakültenin birbirinden ayrılması altında yatan epistemolojik tartışmanın özünü, biraz daha açmama müsaade ediniz. Bilim adamları, yalnızca önerdikleri yöntemleri -doğruluğu ispat edilebilir bir hipoteze dayanan ve / veya ona yol açan deneysel araştırma- kullanmak şartıyla “hakikate” -ki bu evrensel olan bir hakikat idi- ulaşılabileceğini söylüyorlardı. Beşeri bilimlerin doktorları, bu iddiaya şiddetle karşı çıktılar. Hakikate giden yolda analitik içgörünün, hermenötik duyarlılığın ya da empatik Versthen’in rolü konusunda ısrarcı oldular. Hümanistler, kendi hakikat anlayışlarının çok daha teferruatlı olduğunu ve genelde aceleyle elde edilmiş bilim adamlarının genellemelerinin desteklediği hakikatler kadar evrensel olduğunu iddia ediyorlardı. Fakat çok daha önemlisi, beşeri bilimlerin doktorları, bilgiye ulaşmak yolunda değerlerin, iyinin ve güzelin kesinliği konusunda ısrarcı olurlarken; bilim adamları, bilimin değerlerden yalıtık (value-free) olduğunu ve değerlerin doğru ya da yanlış olarak belirlenemeyeceğini öne sürüyorlardı. Bu yüzden de, değerlerin, bilimin alanı dışında olduğunu söylüyorlardı.
Bir tarafta bulunan çoğu kişinin, diğer tarafın her türlü olası katkısına çamur atmaya meyilli olduğu bir atmosferde bu tartışma, on yıllarca daha acı ve tiz sesler eşliğinde devam etti. Bu, hem bir prestij (bilgi konusundaki iddiaların hiyerarşisi) hem de toplumsal kaynakların bölüşümü sorunuydu. Bu sorun aynı zamanda, özellikle ortaokul sistemi başta olmak üzere eğitim sisteminin denetimi yoluyla gençliğin sosyalizasyonunu yönetme hakkına kimin karar vereceği ile de ilgili bir sorundu. Bu mücadelenin tarihi hakkında söylenebilecek şey, bilim adamlarının ağır adımlarla, özellikle iktidarda bulunan kişileri saflarına katıp onları çok daha yüksek rütbelere yükseltmek yoluyla ve daha sonra da hümanistik bilgi doktorlarını saflarına katıp bu toplumsal savaşı kazandığıdır. 1945’ten sonra yeni, karmaşık ve pahalı teknolojinin teşkil ettiği merkezi konum eşliğinde hareket eden modern dünyasistemi ile birlikte bilim adamları, hümanistlerin çok daha fazla önüne geçtiler.
Bu süreç içerisinde fiili bir anlaşma yapıldı. Bilim adamlarına, hakikatlerin meşru iddialarını öne sürme konusunda -ki toplumun nazarında onlara has bir denetim hakkı idi- öncelik tanındı. Hümanistik bilginin doktorları ekseriyetle, bu alanı terk edip sadece ve sadece iyiyi ve güzeli tanımlamak için çalışanların olduğu bir getto statüsünü kabul ettiler. Bu, epistemolojik ayrılığın da ötesinde gerçek bir boşanmaydı. Dünya tarihinde daha önce asla, iyi ve güzelin arayışı ile hakikatin arayışı arasında böyle bir keskin ayrılık yaşanmamıştı. Şimdi ise bilgi yapıları ve dünya üniversite sistemi içinde bu tarih yazılıyordu.
Bu iki kültürün her biri için ayrı fakültelerin oluşmasının akabinde, “disiplinlerin” sınırları olarak tanımlanmaya başlayan bir uzmanlaşma süreci ortaya çıktı. Disiplinler, kapsama iddialarıdır. Bunlar, bilgi sektörleri içinde araştırma nesnesinin ve bu nesnelerin çalışılmasında kullanılan yöntemlerin sınırlarını belirlemek için kullanılan iddialardır. Büyük oranda kabul edilen başlıca disiplinleri hepimiz biliriz: doğa bilimleri arasında astronomi, fizik, kimya ve biyoloji; çeşitli ulusal edebiyatlar (ülkeye göre değişiklik gösterir) arasında Yunanca ve Latin (ya da Klasik), ve beşeri bilimler arasındaki filoloji, sanat tarihi ve felsefe.
Disiplinlerin örgütlenmesi, iki kültür arasındaki bilgi ayrılığının üstünde ve ötesinde bir açılmaya sebep oldu. Her disiplin bir üniversite departmanı oldu. Diplomalar ekseriyetle özel bir disipline veriliyor ve fakülte atamaları belli bir departmana yapılıyordu. Buna ek olarak, üniversitelerde her konuya değinen çapraz örgütsel yapılar oluştu. Disiplinlere ait dergiler yayımlanmaya başlandı ve bu dergiler, öncelikle bu disiplinlerdeki kişilerin ya da yalnızca bu kişilerin makalelerini yayımladı. Sözkonusu makaleler, bu disiplinlerin kapsadığı alanla ilgili (ve sadece bu alanla ilgili) konularda yazılanlardan oluşuyordu. Ve zaman içinde belli disiplinlerin önce ulusal ve sonra uluslararası araştırmacı dernekleri kuruldu. Son olarak ve en az diğerleri kadar önemli olan sözüm ona büyük kütüphaneler, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren, disiplin örgütlenmesinin aynaya yansıyan görüntüsü şeklinde kategoriler oluşturmaya başladılar. Tüm diğer kütüphaneler de (ve gerçekten kitapçılar ve yayımcılar da) bu gelişmenin akabinde, kendi iş örgütlenmeleri için bu kategorileri kabul etmek zorunda kaldılar.
Doğa bilimleri ile beşeri bilimler arasındaki bilgi dünyasının bu tarzda ayrılmasında, sosyal bilimlerin özel ve muğlak bir konumu vardı. Fransız Devrimi, ondan önce çok geniş çevrelerce kabul edilmemiş olan iki kavramın genel anlamda meşrulaşmasına yol açtı: sosyopolitik değişimlerin olağanlığı ve “halkın” egemenliği. Bu durum, yönetici elitlerin, bu tür olağan değişimlerin usullerini anlamak için acil bir ihtiyaç duymalarına yol açtı ve bu tür değişimleri sınırlayabilmek ya da hiç olmazsa yönlendirebilmek için siyasalar geliştirme isteklerini teşvik etti. Bu tür usullerin arayışı ve bu neticede toplumsal siyasaların türetilmesi, deneysel araştırmaya dayanan bir tür güncellenmiş tarih yaklaşımını da içerecek şekilde sosyal bilimlerin sahası içine girdi.
Sosyal bilimlerin epistemolojik sorusu daima, doktorlarının iki kültür arasındaki savaşta gösterdikleri duruşta olagelmiştir. Bunun en basit cevabı, sosyal bilimlerin epistemolojik konularda çok derinden bölündüğünü söylemektir. Bazıları, bilimci (scientistic) kampta yer almak konusunda diretirken, diğerleri hümanistik kampta kalmakta ısrar ediyordu. Hemen hemen hiçbiri, herhangi bir üçüncü epistemolojik duruş geliştirmeye çalışmıyordu. Yalnızca sosyal bilimciler, bazılarının tanımladığı şekliyle Methodenstreit tarafında yer almıyordu. Fakat bununla beraber, bütün disiplinler, taraf tutmaya eğilimliydi. Ekseriyetle, ekonomi, siyaset bilimi ve sosyoloji, bilimsel kampta yer alırken (bireysel karşı çıkışlarla beraber elbette); tarih, antropoloji ve Oryantal etüdler genellikle hümanistik kampta yer alıyordu. Veya hiç değilse bu, 1945’e kadar devam eden hikâyeydi. Bundan sonra, aradaki çizgiler daha çok bulanıklaşmaya başladı (Wallerstein 1996).
Modern-dünya sistemi, 1968 dünya devrimi içinde ve sonrasında rolünü oynamaya başladığına inandığım yapısal krize girmeye başladığı zaman; modern dünya-sistemini oluşturan her üç bilgi yapısı sütunu da gevşemeye başladı ve dünya-sistemindeki yapısal krizin bir parçası ve ona paralel olarak kurumsal bir krize yol açtı. Üniversiteler, öncülük ettikleri ya da etmek zorunda oldukları toplumsal rollerini büyük bir karmaşa içerisinde yeniden tanzim etmeye başladılar. Bu iki kültür arasındaki büyük ayrılık, gerek doğa bilimleri içerisinden ve gerekse de beşeri bilimler arasından yükselen müthiş bir sorgulamaya tabi tutuldu. Ve sosyal bilimler 1945 sonrasının hemen akabinde, daha önce hiç bir zaman olmadığı kadar müthiş bir özgüvenle, yayılıp parçacıklanarak kendinden şüphelenmenin yüksek sesli feryat figanına başladı.
Dünya üniversite sisteminin temel sorunu, sosyoekonomik ayakları dünya-ekonomisindeki uzun süreli durgunluktan dolayı yavaşlarken, büyüklük ve maliyetler konusunda katlanarak büyümesiydi. Bu durum, farklı yönlerden birçok baskıya yol açtı. Akademideki birinci sınıf entelektüellerin sayısı, bütün içindeki yüzde oranı bakımından payın paydadan çok daha durgun seyretmesinden dolayı, giderek azalan bir fenomen haline geldi. Bunun neticesinde, kendi konumlarını öğretim yüklerini büyük ölçüde azaltmak ile ücret ve araştırma fonlarında devasa artışlar elde etmek için kullanan bu elit kesimin pazarlık gücü arttı ve dolayısıyla maliyetleri yükseldi. Aynı zamanda öğretim üyesi / öğrenci oranında bir düşüş ile yüzyüze kalan üniversite idarecileri, şu ya da bu şekilde öğretim yüklerini artırmanın yollarına bakıyor ve yine ayrıcalıklı kesim ile birlikte düşük ücretli yarı zamanlı öğretim üyelerinden oluşan iki sıralı bir öğretim üyesi sistemi oluşturuyordu. Bu durumun, öğretim sorumluluklarında (özellikle de kalabalık sınıflar) yaşanan büyük artış ile birlikte uzun dönem boyunca araştırma yapmanın hafifsenmesine yol açıp üniversitenin “orta okullaşması (secondary-schoolization)” olarak adlandırdığım eğilimi ortaya çıkardı.
Ayrıca, üniversiteler, finansal sıkışıklıktan dolayı, piyasa alanındaki bir aktör olma doğrultusunda hareket etmeye başladı -hizmetlerini girişimcilere ve devlete satmak ile profesörlerinin araştırma sonuçlarını, işletebilecekleri patentlere dönüştürmek suretiyle (doğrudan olmasa da lisanslama yoluyla). Fakat üniversiteler bu ölçüleri düşürdüğü oranda, profesörler, ya araştırma bulgularını kendilerinin işletmesi ya da üniversitelerin ticari kaygılarından haz etmemelerinden dolayı, ondan uzaklaşıyor ve hatta üniversite yapılarının dışına çıkıyorlardı. Bu memnuniyetsizlik ile az önce tartıştığım pazarlık gücü birleştiğinde sonuç, bazı birinci sınıf araştırmacı / bilim adamlarının göç etmesi olgusuna yol açtı. Bu durumun yaygın bir şekilde artması oranında, üniversitelerin bilgi üretiminin başlıca merkezi olmadığı 1800 öncesi konumuna dönebilmekteyiz.
Bununla birlikte, iki kültür ayrışması, kararsızlaşmaya başladı. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde iki temel bilgi hareketi gelişti: Doğa bilimlerinde karmaşıklık çalışmaları ile beşeri bilimlerde kültürel çalışmalar. İlk bakışta birbirinden oldukça farklı görünüp birbiriyle gerçekten çelişkili olarak gelse de -bu hareketlerin katılımcılarına ve onları analiz edenlere göre-, iki bilgi hareketi arasında bazı önemli benzerlikler vardır.
Herşeyden önce her iki hareket de, kendi alanları içinde, tarihsel olarak baskın olan duruma karşı birer protesto niteliğindeydi. Karmaşıklık çalışmaları, esas itibariyle, dört yüzyıldan beri modern bilimin normatif tabanını oluşturmuş olan, Sir Isaac Newton’dan Albert Einstein’a kadar devam eden doğrusal ters çevrilebilir-zaman determinizmine (linear time-reversible determinism) karşı bir red hareketiydi. Karmaşıklık çalışmalarının savunucuları, bilimin klasik modelinin aslında özgün bir durum olduğunu ve aslında görece nadir doğa sisteminin bu şekilde çalıştığı konusunda ısrar ediyorlardı. Sistemlerin doğrusal olmadığını, aksine, daha çok zaman içerisinde dengeden uzaklaşma eğiliminde olduğunu iddia ediyorlardı. Herhangi bir projeksiyonun gelecekteki yörüngesini tanımlamanın, dışsal olmanın tersine, özü itibariyle imkânsız olduğunu belirtiyorlardı. Onlara göre bilim, karmaşıklığı basite indirgeme ile uğraşma yerine, karmaşıklığın çok daha büyük katmanlarını açıklama işini görmeliydi. Ve ters çevrilebilir-zaman süreçleri fikrinin tam bir absürtlük olduğu, zira, yalnızca evreni değil, ama içindeki her mikroskobik öğeyi içerecek şekilde bütün fenomenler içinde hareket eden “zaman okunun” varolduğunu düşünüyorlardı.
Kültürel çalışmalar da aynı şekilde, beşeri bilimleri bilgilendiren temel kavramın reddi şeklinde ortaya çıktı: evrensel güzellik kanonları ile iyinin doğal hukuk normlarının var olduğu ve bunların öğrenilebileceği, öğretilebileceği ile meşrulaştırılabileceği iddiası. Beşeri bilimler her zaman için özcü tikellerden (bilimsel evrensellerin aksine) haz ettiğini iddia etmesine rağmen, kültürel çalışmaların savunucuları, beşeri bilimlerin geleneksel öğretilerinin kendi tikel değerler takımını küstahça evrensel ilan eden bir tek tikel grubun -baskın etnik grupların Beyaz adamları, Batılılar- değerlerinde somutlaştığını belirtiyorlardı. Oysa bunun tersine kültürel çalışmalar, bütün değer yargılarının yer aldığı toplumsal bağlamda ısrar edip tüm diğer grupların yaptığı katkılara önem vermeyi ve çalışmanın ehemmiyetini vurguluyordu. Bunlar, tarihsel olarak görmezden gelinmiş ve aşağılanmış gruplardı. Kültürel çalışmalar, her okuyucunun, her gözlemcinin sanat üretimlerine getirdiği ve yalnızca farklı olarak kalmayıp aynı zamanda ötekilerine göre eşit şekilde geçerli olduğu halka ait kavramsallaşmayı alenen kabul etti.
İkincisi, gerek karmaşıklık çalışmaları ve gerek kültürel çalışmalar, spektrumun farklı noktalarından başlayarak, iki kültür arasındaki epistemolojik ayrılığın, yararlı bilgiye ulaşma yolunda entelektüel olarak anlamsız ve/veya zararlı olduğu sonucuna vardı.
Üçüncüsü, her iki bilgi hareketi de sonunda, açıkça söylemeseler de, kendilerini sosyal bilimler alanına yerleştirdiler. Karmaşıklık çalışmaları bunu, toplumsal sistemlerin diğer bütün sistemlerden en karmaşığı olduğu ve bilimin, kültürün ayrılmaz bir parçası olduğu anlamındaki zaman oku kavramı üzerinde durmak suretiyle yaptı. Kültürel çalışmalar da; kültürel üretimin, üreticilerin ve üretime katılanların kimlikleri ile herkesin içinde bulunduğu toplumsal psikoloji (zihniyetler) anlamında kendi öz toplumsal bağlamındaki evrimine yerleştirilmeden bilinemeyeceğini izah ederek yaptı. Ayrıca, kültürel çalışmalar, kültürel üretimin, bulunduğu yerdeki iktidar yapılarından büyük çapta etkilendiği ve onun bir parçası olduğunu öne sürüyordu.
Sosyal bilimler, geleneksel disiplinlerin daha önce hiç olmadığı kadar bulanıklaştığı bir ortamda kendisini buluverdi. Neredeyse her disiplin, kendi adının önüne başka bir disiplinin sıfatını ekleyerek alt-uzmanlık alanları yaratmıştı (örneğin, ekonomik antropoloji, toplumsal tarih ya da tarihsel sosyoloji). Hemen hemen her disiplin, bir zamanlar başka disiplinlerin kullanımlarına ayrılmış olanları da içine alacak şekilde bir metodolojiler karışımını kullanmaya başlamıştı. Arşiv çalışması, katılımcı gözlem ya da kamuoyu, artık, özgün disiplinlerden kişilere danışılmadan yapılamıyordu.
Aynı zamanda bu yeni yan disiplinler (quasi-disciplines) daha fazla gelişip son otuz ile elli yıl içinde oldukça büyüdü: Birçok bölgenin alan çalışmaları, kadınlar ve toplumsal cinsiyet çalışmaları, etnik çalışmalar (bunu yapmak için siyasi olarak yeterince güçlü olan herbiri için), kentsel çalışmalar, kalkınma çalışmaları, gay ve lezbiyen çalışmaları (cinsiyetler etrafında dönen öteki tür çalışmalarla birlikte). Birçok üniversitede bu yeni olgular, geleneksel olanların yanında birer departman oldular. Departman olamayanlar da en azından program adıyla kurumlaştı. Dergiler ve çapraz dernekler, daha eski disipliner derneklere paralel olarak gelişti. Sınırları açısından birbirleriyle çok daha fazla çakışan bu yeni oluşumlar, sosyal bilimlere yeni girdaplar eklemenin de ötesinde, bu oluşumlar, esasında aynı para için rekabet etmekten dolayı finansal sıkışığın daha vahim boyutlara gelmesine de yol açtı.
Bana açıkça öyle geliyor ki, gelecekteki yirmi ile elli yıl içinde üç şey olabilir. Yerine neyin geçeceği veya geçebileceği çok az tartışılmasına rağmen, modern üniversitenin, bilgi üretiminin ve hatta yeniden üretiminin başlıca merkezi olma durumunun sona ermesi olasılık dahilindedir. Bilgi yapılarının epistemolojik olarak yeni olan merkezcil eğilimleri, belki de dar kafalı bir şekilde düşündüğüm “bütün bilgilerin sosyal bilimleşmesi” anlamında yeniden birleşmiş bir epistemolojiye (her iki temel epistemolojiden farklı olarak) dönüşebilmesi olasıdır. Ve sosyal bilimlerin örgütsel olarak yıkılıp belki de idarecilerin zorlamasıyla, taslağının çok belirsiz olduğu çok büyük bir yeniden örgütlenme sürecine tabi tutulması da olasılıklar içindedir.
Kısacası, Avrupa evrenselciliklerinin en güçlüsü ve en sonuncusu olan bilimsel evrenselciliğin, yetkesi bakımından artık sorgulanamaz olduğuna inanmıyorum. Bilgi yapıları da, bir bütün modern dünyasistemi ile aynı şekilde, sonucunun ne olacağı bilinmeyen bir anarşi ve çatallanma dönemine girmektedir. Bilgi yapılarının geçirdiği evrimin, basitçe, modern dünya-sisteminin bir parçası ve en önemli parçası olduğuna inanıyorum. Birinin yapısal krizi, ötekinin yapısal krizidir. Gelecekteki savaş, her iki cepheden yapılacaktır.
Avrupa Evrenselciliği, İktidarı