Kötü Niyetin Sonuçları
Bu zor durumdan kurtulabilmemiz için, kötü niyetin sonuçlarını daha yakından incelemek ve bunların bir betimlemesini yapmak doğru olur. Bu betimleme kötü niyet şartlarının olasılığını daha açıklıkla saptamamızı sağlayabilir. Yani, çıkış sorumuza cevap olabilir: «İnsan, kendi varlığında ne olmalıdır ki, kötü niyetin varlığı olabilsin?» Örneğin, ilk buluşmasına giden bir kadın, kendisiyle konuşan erkeğin kendine göre geliştirdiği niyetlerini gayet iyi bilir. Er veya geç bir karar almak zorunda olduğunu da bilir. Fakat bu ivediliği hissetmek istemez: Karşısındakinin davranışının ölçülü ve saygılı oluşuna yönelir. Bu davranışı «ilk yaklaşımları» gerçekleştirecek bir girişim olarak kavramaz. Yani, bu davranışın gösterdiği zamansal (temporel) gelişme olasılıklarını görmek istemez: Bu tutumu o anki haliyle sınırlandırır. Kendine söylenen şeylerin açık anlamından başka bir anlamı olduğunu anlamak istemez.
Örneğin, kendisine «size öylesine hayranım ki» dendiğinde o, bunun gizli olan cinsel yönünü düşünmez. Nesnel nitelikler olarak gördüğü açık belirtileri, karşısındakinin davranış ve sözlerine atfeder. Masanın yuvarlak ya da kare olması, duvar kaplamasının mavi ya da gri olması gibi, karşısındaki erkek de ona içten ve saygıylı olarak görünür.
Dinlediği kişiye atfettiği nitelikler, zamanın akışında, yaşanılan andaki kesin durumlarının yansımasından başka bir şey olmayan chosiste bir süreklilik içinde dondurulmuşlardır. Bu, sözünü ettiğimiz kadının ne istediğinin farkında olmayışıdır: Uyandırdığı arzuya karşı kesinlikle duyarlıdır. Fakat açıkça belli edilen arzu onu aşağılar ve dehşete düşürür. Bununla beraber, sadece saygı olan bir saygı da çekici değildir. Onu tatmin etmek için, onun tüm olarak kişiliğine, özgürlüğüne yönelik ve özgürlüğünün hatırlanması olabilecek bir duygu gereklidir. Fakat aynı zamanda bu duygunun tam olarak arzu olması, yani bir nesne olarak vücuduna yönelik olması da gereklidir. Bu kez arzuyu olduğu gibi kavramayı reddeder. Ona bir ad bile vermez. Bu arzuyu saygıya, değere, hayranlığa doğru yükseldiği yüce şekillerde belirdiği ve bir coşkunluk, bir yoğunluk olarak yok olmadığı ölçüde kabullenir. Fakat, şimdi karşısındaki elini tutmaktadır. Karşısındakinin bu davranışı, açık bir gerektirecek durumu değiştirmeyi gerektirebilir: Elini bırakmak, flörtü onaylamak, başlatmaktır. Elini çekmek, buluşmanın çekiciliğini yapan bulanık ve kararsız armoniyi bozmak demek olur. O halde karar anını mümkün olduğu kadar geciktirmelidir. Daha sonra genellikle aynı şey olur: Kadın elini bırakır ama bıraktığını «farketmemiştir». Farketmemiştir, çünkü o anda tesadüfen çok düşüncelidir. Karşısındakini, en yüce kurgulara (speculation) doğru sürükler. Hayattan, kendi yaşamından söz eder. Kendi öz biçiminde gösterir kendini, yani bir bilinç, bir kişi olarak. Bu arada vücut ile ad ayrılığı tamamlanmıştır. Eli arkadaşının sıcak eli arasında kımıldamadan durur. Ne reddeder, ne kabullenir.
Bu kadının kötü niyetli olduğunu söyleyeceğiz. Fakat, görürüz ki, devamlı kötü niyet içinde kalabilmek için değişik yöntemler kullanır. Karşısındakinin davranışlarını sadece oldukları şeye indirgeyerek sınırlamıştır. Yani, onları sadece «kendinde» oluşları ile sınırlamıştır. Fakat, arzusundan, olduğu gibi değil de, başka şekilde kavradığı ölçüde zevk almakta da bir sakınca görmez. Yani, bu arzudan aşkmlığı çıkardığı ölçüde zevk alır. Kendi vücudunu kesinlikle hissettiği halde bundan rahatsız bile olur belki kendini vücudundan başka bir şeymiş gibi gerçekleşti rir. Vücudunu, yukarıdan basma olaylar gelen edilgen nesne gibi seyreder. Vücudu, bütün olasılıkları kendi dışında olduğu için ne bu olaylara meydan verir, ne de onları engeller. Kötü niyetin bu değişik görünümlerinin nasıl bir bütünlüğü vardır? Bu bütünlük, çelişik kavramları meydana getirme sanatıdır. Yani, bu çelişik kavramlarda bir fikri ve bu fikrin yadsınmasını birleştirir. Böylece meydana gelen kavram, insan varlığının çift özelliğini kullanır. Yani, insanın basitlik (facticité) ve aşkınlık (transcendance) olması. İnsan gerçekliğinin bu iki görünümü geçerli bir düzenleşmeye (coordination) elverişli olmalıdır. Fakat kötü niyet, bunları ne bir bileşim içinde düzenlemek, ne de .bunları bir senteze götürmek ister. Onun için söz konusu olan, ayrılıklarını koruyarak kimliklerini doğrulamaktır. Basitliği bir aşkınlık ve aşkınlığı da bir basitlik olarak doğrulamak gereklidir. Mümkün olduğu kadar, birinin kavrandığı anda kendini birden öbürünün karşısında bulması gereklidir. Bir kötü niyet düşüncesi ile belirdikleri kabul edilen bazı ünlü cümleler bize kötü niyet formüllerinin orijinal tiplerini verir. Örneğin, Jacques Chardonne’un eserinin başlığını herkes bilir:
«Aşk, aşktan çok daha fazla bir şeydir.» Burada aşkın basitliğinde bütünlüğünün nasıl yapıldığı görülür. Bir yandan aşk iki derinin birbirine dokunması, nefsin hazları, bencillik, Proust’vari bir kıskançlık, cinsiyetlerin bir savaşı vb. olarak gösterilirken, öte yandan, bir aşkınlık olarak alevlerin ırmağı, sonsuzluk çağrısı, platonik bir kahraman, Lawrence’in dediği sağır kosmik sezgi vb. gösteriliyor. Burada tüm metafiziğe ulaşmak için, psikolojik olanın, insan olgusu şartı ve varlığının ötesinde, basitlikten yola çıkılıyor. Aynı şekilde, kötü niyetin kişiliğini gösteren, Sarment’in bir piyesinden alınmış, «Kendim için fazla büyüğüm ben» sözleri ise tam tersine bizi asıl özümüzün dar sınırlarına hapsetmek için bizi önce tam bir aşkınlık içine sokuyor. «Eskiden ne idiyse yine o haline döndü» cümlesi de aynı yapılışları gösteriyor. Görülüyor ki, bu değişik formüller kötü niyetin «görünümünden» başka bir şeye sahip değiller. Bir bilmece ile düşünceyi sarsmak ve etkilemek için bu paradoksal şekilde tasarlanmışlardır. Fakat bizim için önemli olan sadece bu görünümdür. Burada önemli olan, bu formüllerin yeni ve sağlam yapılışta olmayan kavramlardan yapılmış olmasıdır. Tam tersine, bu formüller olduğu gibi doğal olandan aşkınlığa ve yer değiştirmeye sürekli bir kayış mümkün olabilsin diye sürekli bir dağılma içinde kalabilecek şekilde kurulmuşlardır. Sonuç olarak görülür ki, kötü niyetin bu yargılardan çıkarabileceği kural «ben olduğum gibi değilim» kavramını kurmayı amaçlar. Oysa, olduğum şey isem, örneğin, bana yapılan bu suçlamayı ciddî olarak düşünebilirim. Titizlikle kendimi sorguya çekebilirim. Hattâ bu suçlamanın gerçekliğini bile kabullenmek zorunda kalabilirim. Fakat, aşkınlıkîa belirli olarak olduğum tüm şeylerden kaçabilirim. Hattâ suçlamanın doğruluğunu bile tartışmama gerek kalmaz. Tıpkı Suzanne’ın Figaro’ya dediği gibi: «Haklı olduğumu tanıtlamak, haksız olabileceğimi kabullenmektir. Hiç bir suçlamanın bana ulaşamıyacağı bir yerdeyim. Çünkü gerçekten olduğum şey benim aşkınhğımdır. Eski paçavralarımı başkasına öğüt vermesini sevene terkedip, kaçar kurtulurum.» Kötü niyete gerekli olan anlam belirsizliği, eşyanın varlık şekli üzerinde kendi aşkın- hğım oluşumun doğrulanmasından gelir. Böylece kendimi tüm suçlamalardan kurtulmuş duyabilirim. İşte bu anlamda yukarıda sözünü ettiğimiz kadın, aşağılaştırıcı olan arzuyu anlaştırır. Onu sadece salt bir aşkınlık olarak düşünür. Ona isim vermekten bile kaçınır. Oysa, «Kendim için fazla büyüğüm ben» ifadesi, bize aş- kmlık bir basitliğe dönüşmüş olarak gösteren, zayıflık ve başarısızlıklarımızı örten bir özür sonsuzluğunun kaynağıdır. Sözünü ettiğimiz kadın, aşkmlığı, âşığının davranışları ile belirtilen değer
ve saygının daha önceden aşkın bir plân üzerinde olduğu ölçüde tutar. Fakat daha ileri götürmeyerek bu aşkmlığı orada durdurur. Yaşanılan anın basitliği ile doldurur onu. Saygı, saygıdır sadece. Artık hiçbir şeye doğru yücelmeyen dondurulmuş bir aşmadır bu.
Fakat bu «aşkınlık – basitlik» kötü niyetin temel öğelerinden biri ise de, teki değildir. Kabaca, kendi varlığı başkasının varlığını tamamlayarak içeren diye açıkladığımız iki yüzlülüğü de bunlardan biridir. Herhangi bir davranışım üzerine benim ve başkasının olan iki bakışı birlikte aynı yöne yöneltmek benim için her zaman mümkündür. Belirli olarak, bu davranış her iki taraf için de aynı kuruluşu göstermeyecektir. Fakat, biraz ilerde göreceğimiz gibi, kendim için kendi gerçeğimi kendim olarak ve başkası benden sadece biçimi bozulmuş bir görüntü elde etmiş olarak, varlığımın bu iki yönü arasında bir görünüş ayrılığı yoktur. Varlığımın kendim için ve başkası için varolmasının eşit özsaygısı, devamlı
olarak bozucu bir bileşime, «kendisi için»den «başkası için»e ve «başkası için»den «kendisi için»e doğru sürekli bir kaçış oyununa yol açar. -Evrendeki varlığının görevlerinden, yani, bu evrenin ötesinde kendi öz olasılıklarına doğru yansıyarak bu evreni yapan varlıktan kurtulmak için, yukarıdaki genç kadının evrenin ortasındaki varlığımızdan, yani öbür nesneler arasındaki durgun varlığımızdan yararlandığım gördük. Ne isem o olduğumu (yaşantısının bir evresinde duran ve sonraki değişiklikleri göz önünde bulundurmayı reddeden kimse) ve ne isem o olmadığımı (suçlama ve öfke karşısında tüm olarak geçmişinden sıyrılan, özgürlüğünde ve yeniden yaratılışında İsrar eden kimse) aynı anda doğrulayan üç za- mansal ekstazın anlam belirsizliği üzerine oynayan karmaşık sentezleri belirtelim. Tıpkı fizikçilerin hesaplarında olan hayalî rakamlar gibi, akıl yürütmede sadece bir geçiş rolü olan bütün bu kavramlarda aynı yapıyı görürüz. Burada söz konusu olan, insan gerçekliğini olmadığı şey olan ve olduğu şey olmayan bir varlık gibi kurmaktır. Fakat, bu dağılma kavramlarının sahte bir varoluş görünümüne ulaşabilmeleri, bir an için bilinci andırmaları için belirli olarak bir azalma süreci içinde olmaları mı gerekli?
Bu açıdan, içtenlik düşüncesinin incelenmesi ve kötü niyet antitezi çok yararlı olacaktır. Sonuçta içtenlik bir gereklilik olarak ortaya çıkar. Bir durum değildir. O halde bu durumda ulaşılacak ideal nedir? İnsanın kendi için ne ise o olması (olduğu şey olması), sadece ve tüm olarak olduğu şey olması gerekir. Fakat bu, belirli olarak «kendisi için»in tanımı ya da kimlik ilkesi değildir. Nesnelerin varlığını ideal olarak koymak, bu varlığın insan gerçekliğine ait olmadığını ve kimlik ilkesinin her yerde geçer evrensel bir aksiyom olmaktan uzak, basit bir bölgesel evrenselliği olan bileşik bir ilke olduğunu kabul etmek olur. Böylece, kötü niyet kavramlarının bizi bir an olsun yanıltabilmeleri için, «saf kalplersin (Gide, Kessel) açık yürekliliğin insan gerçekliğinde ideal olarak değerlendirilmesi için, kimlik ilkesini insan gerçekliğinin kurucu bir ilkesini göstermemesi, insan gerçekliğinin mutlaka ne ise o olması, ne değilse o olması gerekir. Bu ne demektir?
Eğer insan ne ise oysa (olduğu şey ise), kötü niyet asla mümkün olamaz ve açık yüreklilik onun varlığı olabilme ideali olmaktan çıkar. Fakat varlık bilinci olduğuna göre, insan nasıl ise o olabilir mi, ve insan ne ise o mudur? Eğer açıkyüreklilik ya da içtenlik evrensel bir değerse, «insan olduğu gibi olmalı» sözü, varlıklarıyla olduğum şeyi açıkladığım kavramlar ve yargılar için sadece düzenleyici bir ilke olmakla kalmaz. Sadece bir bilme ideali değil; bir varlık ideali ortaya koyar. Yetkin bir varlık tipi örneği olarak salt bir varlık eksiksizliği öne sürer. Bu anlamda insanı ne ise o yapmak gerekir. Fakat, eğer sürekli ne isek o olmak zorun- luğunda isek, o halde neyiz? Örneğin, bir garsonu düşünelim. Hareketleri çabuk ve güçlüdür. Biraz fazla çabuk ve kesin olarak müşterilere doğru gelip gider. Biraz aşırı bir saygı ile eğilir. Müşterilerin isteklerini dinlerken gözleri ve sesi aşırı bir özeni ile dolu bir ilgi gösterir. Geri dönerken eğilmez, bir sertlikle yürümeye çalışır. Tepsiyi ip cambazlarının ataklığı ile sürekli, kararsız ve ustaca dengede tutarak kolundan eline geçirir. Tüm bu davranışları bize bir oyun gibi gelir. Sanki birbirine kumanda eden mekanizmalar gibi hareketlerini birbirine bağlamaya çalışır. Mimikleri ve sesi bile mekanizmaya benzer. Nesnelerinin insafsız çabukluğunu ve çevikliğini taklit ederek eğlenir, oyun oynar. Fakat oynadığı nedir? Açıklanması için onu uzun zaman gözlemeye gerek yoktur. Garson olmak oyununu oynamaktadır. Burada bizi şaşırtabilecek hiçbir şey yoktur. Bu oyun bir çeşit araştırma ve yerini belli etmedir. Çocuk, keşfetmek ve inventaire’ini hazırlamak için vücudu ile oynar. Garson da gerçekleştirmek için kendi durumu ile oynar. Bu yükümlülük tüm satıcıların yükümlülüğünden farklı bir şey değildir: Onların durumları da törenler gibidir. Zaten halk da onlardan durumlarını bir tören gibi gerçekleştirmelerini ister. Bir bakkal oyunu, bir terzi oyunu ve bir genel satış tahmincisi oyunu vardır. Ve bu oyunlar müşterilerine gerçekten bir bakkal, bir terzi olduklarını göstermeye çalışırlar. Örneğin, düş kuran bir bakkal alıcı için rahatsız edicidir. Çünkü tam anlamıyla bir bakkal değildir. Nezaket, onun bakkallık ödevi içinde olmasını gerektirir. Çünkü saptanması gereken duruma o anki neden değil, o anki kurallar karar verdiği için tıpkı hazırol durumunda, dosdoğru bir bakışla bakan ama aslında görmeyen bir asker gibi. İşte insanı olduğu şeyin içine hapsetmek için alman tedbirler. (Sanki durumumuzu engelleyemiyeceğimiz, aşamayacağımız devamlı bir korku içinde yaşıyoruz gibi.) Bu mürekkep hokkasının mürekkep hokkası olması ya da bardağın bardak olması gibi, garson araçsız olarak garson olmuş değildir. Aksine durumu üzerinde kavramlar ve düşüncesel yargılar düzenleyebilir. Durumunun ne demek olduğunu gayet iyi bilir: Sabah 5’te kalkmak, açılıştan önce yeri süpür- mek, kahve ocağını hazırlamak yükümlülüğüdür bu. Sahip olduğu haklarını da bilir: Sendika, bahşiş hakkı vb. Fakat tüm bu yargılar ve kavramlar aşkın olana dönüşür. Söz konusu olan soyut olasılıklar, haklar ve bir hukuk öznesine verilen görevlerdir.
Aslında olmadığım, fakat olmak zorunda kaldığım da özellikle bu öznedir. Aslında bu, ne bu özne, ne de bir.başkası olmak istemediğim demek değildir. Fakat onun varlığıyla benimkinin arasında ortak bir ölçü yoktur. O sadece öbürleri ve kendim için bir gösteriştir. Bu da sadece onu gösterirken oyun demektir. Fakat eğer, ben belirli olarak, bu özne olarak görünüyorsam da, o değilim. Tıpkı bir hiç ile nesnenin özneden ayrılması gibi ben de ondan ayrılırım. Bu hiç beni ondan ayırır, o değilim. Sadece ‘o’ imişim gibi davranırım. Yani, o olduğumu düşünürüm. Hattâ ondan etkilenirim. Garsonluk görevlerimi boşuna yaparım. Hiç bir etkisi olmayan bir şekilde garson olurum. Tıpkı aktörün Hamlet olması gibi, mekanik olarak durumumun tipik hareketlerini yaparım. Bir «analogon»1 olarak alınan bu hareketler arasından kendimi hayalî bir garson olarak görürüm. Devlet haklanma ve görevlerime değerini ve ivediliğini vermek yetkim yokmuş gibi, her sabah 5’de kalkmak ya da kalkmamak benim özgür seçimime bağlı değilmiş gibi, gerçekleştirmeye çalıştığım şey, garsonun «kendisi için olan varlığadır. Bu sebepten, bu rolü var oluşa dayandırmışım gibi, onu her yandan açmam, kendimi durumum ötesi olarak kurmam. Yine de bir anlamda kuşkusuz garsonumdur. Yoksa, adım gazeteci veya diplomat olurdu. Fakat garson oluşum »kendi için varlık biçiminde değildir. Garson oluşum, olmadığım şey oluşum biçimindedir. Burada söz konusu olan sadece toplumsal koşullar değildir. Ben hiç bir zaman davranışlarımın ve tutumlarımın hiçbiri değilim. Güzel konuşan biri konuşma rolü oynar. Çünkü, aslında konuşkan bir varlık değildir. Dikkatli «olmak» isteyen dikkatli öğrenci kulaklarını iyice açarak, gözlerini dikkatle öğretmenine çevirmiştir. Fakat bir noktada dikkatli olma rolünü oynamaktan tükenir. Artık hiç dinleyemiyecek bir hale gelir. Sürekli bir şekilde o, davranışlarına ve bedenine yabancıdır, onlardan ayrılır. Bu kirit kutusu masanın üzerindedir» dediğimiz anlamda ne burada«olduğumu», ne de burada «olmadığımı» söyleyebilirim. Bunu söylemek, «evren içindeki varlığım» ile «evren ortasındaki bir varlığı» birbirine karıştırmaktır. Ne ayakta-yım, ne de oturmakta-yım. Aksini söylemek, bedenimi yapılarından biri olduğu kişisel mizaç bütünü ile karıştırmak olurdu. Her yandan, var olduğum halde bu varlıktan kaçarım. Fakat, işte sadece beni ilgilendiren bir varlık biçimi: üzgünüm. Bizzat bu üzüntü oluşum, ne isem o oluşum biçimi üzerinde değil midir? Bu üzüntü, davranışlarımın toplamını canlandıran ve toplayan, istenilerek yapılmış bir bütünlük değil midir? Evrene yönelttiğim bu donuk bakışın, bu kamburlaş- mış omuzların, bu eğdiğim başın, tüm bedenimin cansızlığının anlamıdır bu üzüntü. Fakat bu tutumlardan her birini yönettiğim anda bile bu üzüntüyü yönetemiyeceğimi bilmiyor muyum? Örneğin, birden birisi gelse başımı kaldırır, tekrar eski canlı halimi alırım. Öyleyse, ziyaretçinin gitmesinden sonra üzüntümden geriye ne kalmıştır? Bu durum da bizzat bu üzüntünün bir sonucudur. İvedi2 bir duruma karşı büyülü bir yardım olarak üzüntüden bizzat etkilenen bilinç değil midir bu? Bu durumda bile üzüntülü olmak, öyleymiş gibi davranmak değildir. Olabilir denilecektir. Fakat üzüntünün varlığı gibi görünmek her şeye rağmen bu üzüntüyü kabullenmek değil midir? Bütün bunlardan sonra, onu nereden aldığımın önemi azdır. Asıl olan, bu yüzden üzüntüden etkilenen bilincin üzüntülü olmasıdır. Fakat bu, bilincin yapısının yanlış anlaşılmasıdır. Üzüntülü varlık, bu kitabı arkadaşıma verişim gibi kendi kendime verdiğim bir varlık değildir. Eğer üzgünmüş gibi yapıyorsam, üzüntümün bir ucundan öbürüne kadar üzgünmüş gibi olmalıyım. Başlangıç şokundan sonra, hareketini sürdüren durgun bir beden gibi, kazanılmış bir hızdan yararlanmadan ve yeniden yaratmaksızın üzüntümü ne savuşturabilirim, ne de onu taşıyabilirim. Bilinçte hiç bir durağanlık yoktur. Eğer üzgünmü- şüm gibi yapıyorsam, bu üzgün değilim demektir. Üzüntünün varlığı, üzüntülüymüş gibi yaptığım davranış ile ve bu davranış içinde aklımdan çıkar. Üzüntümün «kendisi için varlığı» sürekli olarak üzgün olma bilincime gelir. Fakat, bu varlık gerçekleştiremiye- ceğim bir değer, üzüntümün düzenleyici bir anlamı gibidir. Yoksa onun kurucu niteliği gibi değildir. Bilincindeymiş gibi göründüğü durum ya da nesne ne olursa olsun, en azından bilinç vardır denecektir. Fakat üzgün olma bilincimi üzüntüden nasıl ayırabilirim? Hepsi bir değil midir? Eğer üzerine yargı getirilebilen varlık bütünlüğümün öznesi olarak sayılırsa, bir bakıma bilincimin «olduğu» doğrudur. Fakat Husserl’in gayet iyi gördüğü gibi, bilincimin esasında, bir yokluk gibi başkasına ait olduğunu belirtmek gerekir. Bilincim, tüm davranışlarımın ve tutumlarınım anlamı olarak daima vardır. Sürekli bir soru olarak başkasının sezgisine veya sürekli bir özgürlük olarak başkasının sezgisine kendini vererek hiç bir zaman mevcut değildir. Örneğin, Pierre bana bakmakta. Kuşkusuz bana baktığını biliyorum. Gözleri evrenin nesneleri benim üzerimdedir. Evrenin nesnesi: işte gösterebileceğim nesnel olay. Bu olay vardır. Fakat aynı zamanda bu evrenin bir olayıdır da. Bu bakışın anlamı yoktur ve beni sıkan da budur: gülümsemeler, vaatler, tehditler vb. ne yaparsam yapayım, hiç bir şey ele geçirmeye çalıştığım özgür yargıyı onaylamayı kurtarmayı sağlayamaz. Bu bakışın hep ötesinde olduğumu biliyorum. Onu, nesnelere karşı koruduğu yapıcı niteliği olmayan davranışlarımda bile duyarım. Bu bakışı başkasına bağladığım ölçüde, bu davranışlar benim için, basit görünüşlerden başka bir şey değillerdir. Ve kendisini canlandıracak olan tüm çabalarımın ötesinde olan bir anlayış tarafından sevimli ya da sevimsiz, içten ya da yapmacıklı olarak kurulmayı beklerler. Bu anlayış ancak, davranışlarıma gücünü verdiği ölçüde onlar tarafından canlandırılır. Ve bu anlayış aşkın olanla, bizzat kendi arasındaki aracıdır. Böylece, başkasının bilincinin kendi-için olan varlığının nesnel olayı, özgürlük ve olumsuzluk içinde yok olmak için kendini gösterir. Başkasının bilinci, «şimdi»nin ve «burada»nın kendi-için varlığı olmadığı için mevcut değildir.
Başkasının bilinci olmadığı şeydir. Zaten kendi bilincim, başkasının bilinci gibi bana varlığı içinde görünmez. Bu bilinç vardır. Çünkü varlığı, varlık bilinci olduğu zaman var olur. Fakat bu gösterir ki, varlığı ayakta tutan, destekleyen eylemdir. Bilinç bizzat kendi varlığı olmak zorundadır. Varlık tarafından desteklenmez, aksine varlığı öznelliğin içinde destekleyen odur. Bu da bir kez daha gösterir ki, bilinç varlıkla çevrilidir ama kendisi varlık değildir. Yani, bilinç, ne ise o değildir.
Öyleyse bu şartlarda, yerine getirilmesi olanaksız bir ödev değilse ve anlamı bile bilincimin yapısı ile çelişkide ise, içtenlik ideali ne demektir? İçten olmak, ne isek o olmaktır deriz. Bu da aslında olduğum gibi değilim demektir. Fakat, tabiî burada Kant’ın «yapmalısın, o halde yapabilirsin» ifadesi üstü kapalı geçmektedir. İçten «olabilmek» elimdedir. Görevim ve içtenlik gayretim bunu gerektirir. Böyle olunca da «olduğu şey olmamaksın asıl yapısı, kendi içinde olmayı ya da «olduğu şey olmayı» önceden im- kânsızlaştırır. Ve bu imkânsızlık bilince örtülü (gizli) değildir. Tersine, bilincin örtüşüdür. Sürekli olarak duyduğumuz sıkıntılı durumdur. Kendimizi tanıyamama, kendimizi ne isek o olarak kura- mama yeteneksizliğimizdir hattâ. Yine bu imkânsızlık, kendimizi iç deney üzerine kurulmuş ya da ampirik ya da a priori olarak öncüllerden doğru çıkarılmış bir varlık olarak gösterir göstermez, bu durumla bile bu varlığı aşmamızı ister. Ama bir başka varlığa doğru değil; boşluğa, hiçliğe doğru. O halde bu içtenlik bize aynı zamanda imkânsız olarak görünürse, başkasını içten olmamasından dolayı nasıl kınayabilir ve kendi içtenliğimizden nasıl sevinç duyabiliriz? İçtenlik çabası özü gereği başarısızlığa bağlıyken, bildirdiğimiz bu çabanın boşluğunun yargılayıcı içeriğine sahipken, bilincin incelenmesinde, itiraflarımızda ve konuşmalarımızda nasıl bir içtenlik çabasına girişebiliriz. Sonuç olarak benim için söz konusu olan, kendimi yargılarken yalansız dolansız olmaya karar vermek için kesinlikle ne olduğumu kararlaştırmak ve beni değiştirebilecek yollar aramaktan vazgeçmektir. Fakat benim için söz konusu olan kendimi bir nesne gibi kurmam değilse, bu ne demek olur? Beni şu ya da bu davranışı yapmaya iten neden ve hareket ettirici güçlerin toplamını belirtecek miyim? Fakat bu, bilinçli davranışlarımın akışını psişik durumların bir sonucu gibi kuran bir nedensel determinizmi istemek değil midir? Utanç içinde kabul etmek için kendimde «eğilim»ler mi keşfedeceğim? Fakat bu, bu eğilimlerin kendi işbirliğimle gerçekleştiklerini, doğadan gelen güçler olmadıklarını ve etkileyiciliklerini değerleri üzerine sürekli bir karar aracılığı ile verdiğimi bile bile unutmak olur. Kendi yapım ve karakterim üzerine bir yargı getirecek miyim? Aslında bu, o anda bile kendimi gizlemem değil midir? Bütün bildiğim şey böylece tanım ile şimdiki halimin ulaşamadığı bir geçmişi yargıladı- ğımdır. Bunun kanıtlanması şudur: İçtenlikle, aslında ne idiyse o olduğunu ileri süren aynı adam, başkasının öfkesinden hoşnutsuz luk duyar ve artık ne idiyse o olamıyacağını doğrulayarak bu öfkeyi yumuşatmaya çalışır. Mahkemelerin ve cezaların, yeni özgürlüğünde, artık ne olduğunun suçlusu olmayan adama saldırmaları üzücü ve şaşırtıcıdır. Fakat aynı zamanda bu adamdan bu suçlu olduğunu kabul etmesi istenir. O halde içtenlik belirli olarak bir kötü niyet fenomeni değil de, nedir. Sonuç olarak kötü niyette söz konusu olanın, insan gerçekliğini ne ise o olan ve ne ise o olmayan bir varlık olarak kurmak olduğunu göstermiştik.
Örneğin, homoseksüel birisi sık sık dayanılmaz bir suçluluk duygusuna kapılır ve tüm varlığı bu duyguya göre belirlenir. Bu kendiliğinden,kötü niyetle yorumlanır. Ve sonuç olarak bu adam sık sık, homoseksüel eğilimini bilerek, tek tek her suçu kabullenerek bütün gücü ile bir «homoseksüel» olarak nitelendirilmeyi reddeder. Onun durumu her zaman özel, kendine Özgü bir durumdur. Raslantıyla, oyunla ya da şanssızlıkla böyle olmuştur. Bunlar geçmiş hatalardır ve kadınların tatmin edemiyecekleri bir güzellik kavramı ile açıklanırlar. Bunları kökleşmiş bir eğilimin görünümlerinden çok, tedirgin bir arayışın sonuçlan olarak görmek gerekir. İşte, hemen hemen gülünç bir duruma gelen kötü niyetli bir insan. Kendine yüklenen tüm suçları kabullendiği halde, bunlardan zorunlu olan sonucu çıkarmayı reddeder. En ciddî eleştiricisi olan dostu da bu iki yüzlülüğe sinirlenir: .0, sadece bir şey ister: Suçlu suçlu olduğunu kabullensin ve alçakgönüllülükle ya da zorunlulukla, yalansız dolansız «ben bir homoseksüelim» diye açıklasın. O zaman eleştirici bağışlayıcı olabilir. Şimdi soruyoruz: Kötü niyetli olan kimdir? Homoseksüel ya da içtenlik şampiyonu. Homoseksüel hatalarını bilir. Ama hatalarının çizeceği alınyazısının ezici korkusuna karşı tüm gücü ile karşı koyar. Kendini bir nesne gibi değerlendirilmeye bırakmak istemez. Onda güçlü ve anlaşılmaz olarak, bu masanın masa olması ya da kızıl saçlı bu adamın kızıl saçlı olması gibi, bir homoseksüelin homoseksüel olmadığı kavramı vardır. Hatasını bildiği ve ortaya koyduğu zaman, bu hatadan kaçabilirmiş gibi gelir ona. Hattâ, psişik süre onu her hatadan temize çıkaracak, ona belirlenmemiş bir gelecek kuracak ve onu yeniden yaratacakmış gibi gelir ona. Haksız mıdır? İnsan gerçekliğinin bu değiştirilemeyen ve özel karakterini bizzat kendi aracılığı ile bilir. O halde tutumu, gerçekliğin yadsınamaz bir kavrayışmı kapsar.
Fakat aynı zamanda, yaşamak için bu sürekli kaçışa ve yeniden doğuşa ihtiyaç vardır. Çoğunluğun yargısından kaçmak için sürekli olarak uzak olması gerekir. Aynı şekilde «olmak» sözcüğü üzerinde oynar. Eğer «ben homoseksüel değilim» cümlesini «ben ne isem o değilim» anlamında kullanıyorsa haklıdır. Yani, «bir dizi davranışın homoseksüel davranışlar olarak tanımlandığı ve ben de bu davranışları yaptığım ölçüde bir homoseksüelim. İnsan gerçekliğinin davranışlar aracılığı ile tanımlamadan kaçtığı ölçüde ise bir homoseksüel değilim» şeklinde açıklama yapıyorsa. Fakat o sinsice, «olmak» sözcüğünün bir başka anlamına kayar.
«0lmama»yı «kendinde olmama» anlamına alır. «Homoseksüel olmamayı» bu masanın bir mürekkep şişesi «olmaması» anlamında açıklar. Bu durumda kötü niyetlidir.
Fakat, içtenlik şampiyonu insan gerçekliğinin aşkmlığını bilmez değildir. Gerekince, onu kendi yararına, üzerine almayı bilir. Hattâ var olan titizliği için ortaya çıkarır ve kullanır. İçtenlik ve özgürlük adına, homoseksüelin kendi kendine dönmesini ve kendini homoseksüel olarak kabullenmesini ister. Böylece de bu itirafın, hoşgörürlülüğünü sağlayacağına inanılmasına izin vermiş olmaz mı? Eğer homoseksüel olduğunu kabul edecek olan kimse, homoseksüel olduğunu kabul etmiş olan kimsenin aynısı değilse, iyi niyet ve özgürlük bölgesine gizlice kaçacaksa, bu ne demektir? Ondan artık ne ise o olmaması için, ne ise o olmasını ister. Bu cümlenin asıl anlamı şudur: «İtiraf edilmiş suç yarı yarıya bağışlanmıştır.» Kendisine bir nesne gibi davranmamak için kendisini bir nesne olarak kurması istenir. Bu çelişki içtenlik gerekliliğinin kuruşudur. Sonuç olarak, «homoseksüel işte, ne olacak» cümlesinde, benim için güven verici, başkası için küçük düşürücü olanı görmez ve başkasının davranışlarını kesinlikle özünden ileri gelen sonuçlar olarak kurma amacındadır. Yine de eleştiricinin kurbanından istediği, kendini bir nesne olarak kurması ve ortaçağ efendisinin kölesine yaptığı gibi, ona geri versin diye, ekilecek bir tarla gibi özgürlüğü ödünç vermesidir. Yargıladığını iddia ettiği halde kendine güven vermek istediği ve kendini özgürlük olarak kurma özgürlüğüne gerek duyduğu ölçüde, eleştirici kötü niyetlidir. Burada söz konusu olan Hegel’in «köle ve efendi ilişkisi» diye adlandırdığı, bilinçlerin ölüm savaşının bir oluntusudur (episode).
Bir bilince başvurularak, kendi bilincinin yapısı adına ondan, bu yıkılışla yeniden doğacağı ümidi verilerek, bilinçli olarak kökten yıkılması istenir. Olabilir denecektir. Fakat kişimiz, içtenliği kötüye kullanarak başkasına karşı bir silâh yapar. İçtenliği «Mit- Sein»in ilişkilerinde değil, arı olduğu yerde, kendi kendi ile yüz- yüze olunan ilişkilerde aramak gerekir. Nesnel içtenliğin aynı şekilde kurulduğunu kim kabul etmez? İçten insanın, bizzat içtenlik davranışı ile, bu nesne durumundan kurtulmak için belirli olarak bir nesne gibi kurulduğunu kim kabul etmez? Kötü olduğunu itiraf eden bir kimse tedirgin edici «kötülük yapma özgürlüğünü», kötünün cansız karakteri ile değiştirmiştir: kötüdür. Kendi kendine katılmıştır. Ne ise odur. Ama aynı şekilde, olduğu bu şeyden sıyrılıp kurtulur. Çünkü onu seyreden kendisidir. Onu bakışı altında tutmak veya özel davranışların sonsuzluğunda yokolmaya bırakmak kendisine bağlıdır. Bu kimse, içtenliğinden bir değer çıkarır. Kötüdür ama kötülüğünün ötesinde olduğu için, değerli adam kötü değildir. Bir determinizm plânı üzerinde değilse, kötülük bir hiç olduğu için yumuşatılabilir. Ve kötülüğümü itiraf ederek ona karşı özgürlüğümü koyarım. Geleceğim dokunulmamıştır, her şey bana açıktır. Böylece içtenliğin asıl yapısı kötü niyetin yapısından farklı değildir. Çünkü, içten olan insan, olduğu şey olmamak için, olduğu şey olarak kendini kurar. Bu, herkesçe bilinen, içten davrana davrana, insanın kötü niyetli olabileceği gerçeğini açıklar. Valéry, Stendhal’in bu durumda olduğunu söyler. İnsanın sürekli kend} kendisine katılması çabası olarak sürekli ve tüm içtenlik doğal olarak, insanın kendi kendinden ayrılması için sarfedilen sürekli çabadır. Aracılığı ile insanın kendi kendisinin nesnesi olduğu davranışla bile insan, kendinden ayrılır. Ne olduğunun sürekli envanterini çıkarmak, sürekli olarak kendi kendini yadsımak, salt ve özgür bir bakıştan başka bir şey olunmayan bir yere sığınmaktır. Kötü niyet bir kaçıştır ve amacı kendini uzakta tutmaktır diyorduk. Şimdi görüyoruz ki, içtenliği tanımlamak için de aynı temaları kullanıyoruz. Bu ne demektir?
Sonuç olarak, kötü niyetin ve içtenliğin amacı birbirinden o kadar farklı değildir. Tabiî, geçmişe dayanan ve burada bizi ilgilendirmeyen bir içtenlik vardır. Eğer geçmişte şöyle bir niyetim olduğunu itiraf edersem, içten davranmış olurum. Bu içtenlik mümkünse, bu, insan varlığının geçmişteki başarısızlığında kendi için varlık olarak kurulmasmdandır. Fakat burada bizi ilgilendiren içtenlik şimdiki zamanın içkinliği içinde kendi kendini amaçlayan bir içtenliktir. Amacı nedir? Varlığımla tamamen uyu- şabilmem için ne olduğunu itiraf etmem ve kendi içinde biçiminde olmamdır. Postulası da, aslında «kendi içinde» biçiminde oluşum, olmak zorunda olduğumu oluşumdur. Böylece içtenliğin temelinde durmak bilmeyen bir ayna ve yansıma oyunu bulunur. Ne ise o olan varlıktan ne ise o olmayan varlığa ve tersi olarak, ne ise o olmayan varlıktan ne ise o olan varlığa doğru bir geçiştir bu. Kötü niyetin amacı nedir? «Ne ise o olmama» biçiminde ne isem o olmam veya «ne ise o olma» biçiminde ne isem o olma- mamdır. Burada ayna oyununu görüyoruz. Sonuç olarak bir içtenlik niyetinin var olabilmesi için temel olarak aynı zamanda ne isem o olmam ve ne isem o olmamam gerekir. İçtenlik, bana özel bir varoluş şekli ve niteliği vermez. Nitelik konusunda beni bir varoluş biçiminden öbürüne geçirmeyi amaçlar. İçtenliğin ideali olan bu ikinci varoluş biçimine ulaşmak bana yasaklanmıştır. Ona ulaşmaya çalıştığım anda bile ona ulaşamıyacağımın anlaşılmaz ve yargılayıcı kavrayışına sahibim. Fakat bir kötü niyet tasarlayabilmek için, varlığımın içinde, varlığımdan gizlenmem gerekir. Eğer mürekkep şişesinin mürekkep şişesi olduğu tarzda üzgün veya kor- kaksam, kötü niyet olasılığı tasarlanmamıştır bile. Çünkü bu durumda varlığımdan gizlenemediğim gibi, gizlenebileceğimi düşün- memişimdir bile. Fakat eğer kötü niyet basit bir taslak sıfatıyla mümkünse, söz konusu benim varlığım ise, olmak ile olmamak arasında çok kesin bir fark olmamasmdandır. İçtenlik doğal olarak amacı olmadığının bilincinde olduğu için kötü niyet mümkün değildir. Korkak «olduğum» halde ve bu «korkak varlık» varolduğu anda bile tartışma konusu ise, kendimi korkak değilmişim gibi kavrayamam. Eğer bu varlığın kendisi bir problem ise, onu ele geçirmeye çalıştığım anda bile her yandan benden kaçar ve hiçleşir. Kötü niyet çabası deneyebilmemin şartı bir anlamda, olmak istemediğim bu korkak olmamanıdır. Fakat eğer olmadığım şey olmama biçiminde korkak olmasaydım, korkak olmadığımı açıklayarak iyi niyetli olurdum. Böylece, olmadığım bu kav- ranamaz ve yavaş yavaş kaybolan korkağı öte yandan herhangi bir biçimde olmam gerekir. Buradan «biraz» korkak olmak birazın anlattığı şey, bir ölçüde korkak, bir ölçüde korkak değil demektir gerektiği anlaşılmamalıdır. Tamamen korkak olmalıyım ve tüm açılardan aynı zamanda hem korkak olmalı, hem de olmamalıyım. Böylece, bu durumda kötü niyet, ne isem o olmamamı gerektirir. Yani, insan gerçekliğinin varlığı biçiminde, varlık ile varlık olmayanı ayıran tartılabilen bir fark olmamasını gerektirir. Fakat kötü niyet sadece, sahip olduğum nitelikleri reddetmekle, kendisi olduğum varlığı görmemekle sımrlandırılmamıştır. Aynı zamanda beni olmadığım bir şey gibi kurmaya da çalışır. Olumlu bir şekilde cesur olmadığım halde beni cesur olarak kavrar. Fakat ben ne değilsem o isem, yani, bende, varlık olmayan, varlık olma sıfatı ile bir varlığa sahip değilse, bu mümkün değildir. Kuşkusuz eğer kötü niyet, kötü bir niyet değilse cesur olmamam gerekecektir. Fakat kötü niyet çabamın, kendi varlığınım alelâdeliğinde bile ne isem o olmadığımın ontolojik kavrayışına sahip olması yeterli değildir. Aynı zamanda «üzgün olan varlık» ile «ne isem o olmamam» biçimi üzerinde olduğumda «üzgün olmayan varlık» arasında önemli bir farkın da olmaması gerekir. Bundan başka, özellikle, bizzat olumsuzluğun sürekli bir hiçleşmenin nesnesi olması gerekir. «Olmamak»m anlamının bile sürekli olarak insan gerçekliğinde tartışma konusu olması gerekir. Mürekkep şişesinin masa olmaması şeklinde cesur olmasaydım, korkaklığım içinde yapayalnız, ona zincirle vurulmuş olsaydım, bu korkaklığı karşıtı ile ilişkiye sokamasaydım, kendimi korkak olarak belirleyemeseydim, yani kendime cesareti yadsıyamasaydım, korkaklığımı ortaya serdiğim anda bile ondan kurtulamasaydım, korkak varlığımla olduğu kadar, cesur olmayan varlığımla da tam uyuşma halinde olabilmem mümkün olsaydı, tüm kötü niyet tasarıları bana yasaklanmış olurdu. Böylece kötü niyetin mümkün olabilmesi için, içtenliğin de kötü niyet olması gerekir. Kötü niyet olasılığının şartı, kendi araçsız varlığında ve öndüşüncesel cogito’nun altyapısında insan gerçekliğinin ne ise o olmaması ve ne değilse o olmasıdır.
Jean-Paul Sartre
Kötü Niyetin Sonuçları
Çeviren : Merih AKAL