Jean Paul Sartre yaşamı ve yapıtları

87

Varoluşçuluğun kurucusu olan çagdas Fransız filozofu. 1905-1980 yılları arasında yaşamış olan Sartre’ın temel eserleri: L’Etre et le Neant (Varlık ve Hiçlik), La Transcendence de l’Ego (Benin Aşkınlığı), La Nausee (Bulantı), Les Chemins de la Liberte (Özgürlügün Yolları), L’Existentialisme est un humanisme (Varoluşçuluk), Critique de la Raison Dialectique (Diyalektik Aklın Eleştirisi)’dir. O, akademik bir kurumda profesyonel bir filozof olarak çalismak yerine, zaman zaman popüler birtakım eserlerle geniş halk kitlelerine ulaşmayı denemiş olan ünlü bir düşünürdür.

Temeller: İnsanın kendi yazgısını belirlemedeki aktif rolünü vurgulayan ve Marks, Husserl ve Heidegger gibi düşünürlerden etkilenmiş olan Sartre’ın temel çıkış noktası, insan varlığı ile öteki nesnelerin varlığı arasındaki farklılığın incelenmesinden oluşur. Başka bir deyişle, Descartes’ın yaptığı gibi, özneden yola çikan Sartre, Kant’ın problemini, yani şeylerin ya da nesnelerin nedensel olarak belirlenmiş dünyasında, insanın özgürlük ve sorumluluğunun nasıl açıklanabileceği problemini ortaya koyup, bu probleme bir çözüm getirmeye çalismistir.

Metafiziği: Ona göre, insanın doğası, insan tarafından üretilmis olan bir ürünü tanımladığımız tarzda açıklanamaz. Sartre’ın bu tezine göre, herhangi bir alet, nesne yapacak olsak, önce bu nesnenin nasıl olacağını tasarlarız. Örnegin, bir masayı ele alalım. Masa, kafasında bir masa fikrine sahip olan, masanın ne için kullanılacağını ve nasıl üretilecegini bilen bir insan tarafından imal edilmiştir. Buna göre, masa, meydana getirilmezden önce, belirli bir amacı olup, bir sürecin ürünü olan bir şey olarak tasarlanmıştır. Masanın özüyle, masanın meydana getiriliş sürecini ve onun yapılma amacını anlarsak eğer, masanın özü, onun varoluşundan önce gelir. Sartre’a göre, insanda durum böyle değildir.

İlk bakışta insanın da bir yaratıcının, Tanrı’nın eseri olduğunu düşünürüz. Tanrı’yı, masayı imal eden marangoz benzeri doğaüstü bir sanatkar olarak görür ve böylelikle, Tanrı’nın insanı yarattığı zaman, neyi yaratmış olduğunu bildiğine işaret ederiz. Oysa, Sartre Tanrı’nın varoluşunu inkar etmiş olan tanrıtanımaz bir düşünürdür. Tanrı var değilse, Sartre’a göre, insanın Tanrı tarafından önceden belirlenmiş bir özü de olamaz. İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan öncelikle varolur ve kendisini daha sonra tanımlar. İnsan yalnızca vardır ve Sartre’a göre, kendisini nasıl yaparsa, öyle olur.

İnsanın önceden belirlenmiş bir özü olmasa da, o, Sartre’a göre, bir taş ya da sopa gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. O, bir taş parçasının her ne ise o olduğunu söyler; taşin varlığı, kendi içine kapanık, kendisinden başka bir şey olamayan varlıktır. Söz konusu taş parçasının şöyle ya da böyle olmak imkanı yoktur; o, ne ise daima odur. Bu, Sartre’a göre, kendinde varlıktır. Buna karşın, insan, kendinde varlık (yani, taş parçasının var olduğu tarzda var) olmak dışında, kendisi için varlığa (yani, onu taş parçasından farklılaştıran varlık tarzına) sahiptir. Yani, insan bilinçli öznedir; insan, varolduğunun bilincindedir. İnsanın varlığı bilincinde, kendine dönmekte, kendini bilmektedir. Bundan dolayı, insana önceden verilmiş ve değişmeyen bir öz yüklemek söz konusu olamaz. Bilinçli bir varlık olan insan, ‘ne değilse odur, ne ise o değildir.’ Yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme kapasitesi vardır. Onu şimdi olduğu şeyle tanımlayamazsınız, çünkü tanımladığınız anda, o başka bir şey, başka bir birey olma yoluna girmiştir. Bilinci insanı her zaman başka bir şeye , bir öteye götürür. Bilinçli bir özne, sürekli olarak bir gelecek önünde duran varlıktır. Ve bilinç, özgürlük ve bir geleceğe doğru yöneliştir.

Başka bir deyişle, insan doğası, başka herhangi bir gerçeklik türünden, bir bakıma hiç farklı değildir. İnsan başka herhangi bir şey gibi vardır, yalın bir biçimde oradadır. Bununla birlikte, insan diğer şeylerden ya da gerçekliklerden farklı olarak, bir bilince sahiptir. Bu nedenle, insan şeylerin dünyası ve başka insanlarla farklı ilişkiler içinde olur. Buna göre, bilinç her zaman bir şeyin bilincidir ki, bu, bilincin kendisini aşan bir nesnenin varoluşunu tasdik etmek suretiyle varolduğu anlamına gelir. Bilincin nesnesi, yalnızca ‘orada olan’ bir şey olarak dünya olabilir.

Tek bir katı kütle olarak dünya dışında, Sartre’a göre, sandalye, dağ benzeri belirli nesnelerden söz ederiz. Masa dediğimiz nesne, bilincin faaliyetiyle, dünyanın bütününden koparılarak şekillendirilir. Dış dünya yalnızca bilince, ayrı fakat karşilıklı ilişkiler içinde bulunan şeylerden meydana gelen anlaşilır bir sistem olarak görünür. Bilinç olmadan, dünya yalnızca vardır; o, kendinde varlıktır ve bu haliyle anlamdan yoksundur. Bilinçtir ki, dünyadaki şeylere, varlık vermese bile, anlam verir. Buna göre, bilinç her şeyden önce, dünyadaki şeyleri tanımlar ve onlara anlam yükler. İkinci olarak, bilinç kendisini aşar, yani kendisiyle nesneler arasına bir mesafe koyar ve bu şekilde nesneler karşisında bir bağımsızlık elde eder. Bilinçli ben, dünyadaki şeyler karşisında bu tür bir bağımsızlığa sahip olduğu için, şeylere farklı ya da alternatif anlamlar yüklemek, bilincin gücü içindedir. İnsan, Sartre’a göre, mühendis ya da işçi olmayı seçebilir, şu ya da bu proje veya tasarıya bağlanır; dünyadaki varlıklar da, insanın bu tercihlerine bağlı olarak anlam kazanırlar.

Ahlak Görüşü: Buna göre, insan öncelikle vardır, insanın varoluşu, onun ne olacağından önce gelir. İnsanın ne olacağı, bilincin belli bir mesafeden gördüğü dünya karşisında nasıl bir tavır alacağına bağlı olacaktır. İnsan, bu uzaklıktan, şeyler ve kişiler karşisındaki bu bağımsızlık hali içinde, bu şeylere ve kişilere nasıl bağlanacağıyla ilgili olarak bir tercihte bulunur. İnsan dünya karşisında bu tür bir özgürlüge sahip bulunduğu için, dünya insanın bilincini ve tercihlerini etkileyemez. Dünyayı aştığı, dünyaya yukardan ve uzaktan bakabildiği ve sürekli olarak tercihlerde bulunmak durumunda olduğu olgusunu değiştirmek, insan için asla söz konusu olamaz. Kısacası, Sartre’a göre, insan özgürlüge mahkumdur. İnsan özgür seçimleriyle kendisini tanımlar ve yaratır. Buna göre, insan, kendisini yoktan var etmez, fakat bir dizi seçim ve karar aracılığıyla, varoluşunu belli bir öze dönüştürür, yani kendi özünü oluşturur.

Başka bir deyişle, kendi kendisini sürekli olarak yeniden yaratmak durumunda olan insan, bir varoluş olarak, kendisini ilk anda terkedilmiş biri olarak bulur ve umutsuzluğa düşer. İnsan bu durumda geçmişine dönemez, şimdinin kendisi için boş bir imkan olduğu insan, geleceğe de güvenemez. İşte insan bundan dolayı, kendisini saçma bir dünya içinde hisseder. Doğmak, yaşamak, ölmek ve eylemek ona hep saçma gelir. İşte insan böyle bir anda başkalarını hisseder, ve kendisini bir merkez olmaktan çikarir. Bu ise onun varoluşunu özsel olarak yaşamasını önleyip, onu başkalarıyla birlikte olmaya, toplum içinde yaşadığı gerçeğine götürür. Böyle olunca da insan başkalarının sorumluluğunu duymaya başlar. Bu nedenle, Sartre’ın gözünde özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir. Tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgür olup, sadece böyle biri gerçek varoluşa sahip olabilir. Bu nedenle tek mutlak değer özgürlük olsa bile, sorumluluğa bağlanan bu özgürlük, katı bir ahlakı gerektirir. Onun gözünde doğru eylem, sorumluluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir. Bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığı unutulmamalıdır. Her çag kendi doğrusunu yaratırken, ahlaklılık da her çagda kendi doğrusunu kuran insanın özgür eyleminde ortaya çıkar.

Çevirmen : Samih TİRYAKİOĞLU
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 1996 – Ekim
varolmak susamadan içmek gibi bir şeydiren büyük günah pişmanlıktır ”aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır.
boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkumdur.
butun ozgurlugu ustune cullanmisti yine… ozgurdu, her seyde ozgurdu, hayvan ya da makine olmakta ozgurdu, ‘olur’ ya da ‘olmaz’ demekte ozgurdu, mirin kirin etmekte ozgurdu… yalnizdi, korkunc bir sessizligin ortasinda, ozgur ve yalniz, yardimsiz ve mazeretsiz, bir daha donememecesine karar vermeye mahkum, her zaman icin ozgur kalmaya mahkum…”“birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. güç ister, yürek ister, körlük ister…hatta başlangıçta öyle bir an vardr ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu…
“birbirinden uzak kalmak, birlikte olmanın yalnızca başka bir çeşididir.”
Nesnelerin bir ters yüzü vardı, insan aklını kaçırdığı zaman bunu görürdü…
“cehennem başkalarıdır”

Çevirmen : Gülseren DEVRIM
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 1996 – Ocak

Akıl Çağı, Yaşanmayan Zaman ve Yıkılış. Tümü 1945-1949 yılları arasında yayımlanan bu üç romanın, 1945 yılında yayımlanan ilk ikisi, anlamlı farklılıklarıyla İkinci Dünya Savaşının yol açtığı altüst oluşu sergiler. Dizinin ilk kitabı olan ve 1941’de bitirilen Akıl Çağı’nda, ‘1937-1938 yıllarının aldatıcı iyimseliği’ içinde, iki gün süresince kendilerini arayan ve kendilerinden kaçan, çok içe dönük birkaç kişisel yaşamın sınırlı çerçevesi içinde süregiden arayışlar anlatılır.


Çevirmen : Gulseren DEVRIM
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 1997 – Ocak

Yaşanmayan Zaman Jean-Paul Sartre’ın, (1905-1980) Özgürlüğün Yolları adlı üçlemesinin ikinci kitabıdır. Yazarın yapıtları arasındaki tek gerçek romanların oluşturduğu bu üçleme, adını Sartre’ın ‘varoluşculuk felsefesi’nin bitmeyen arayışından, insanın özgürlük özleminden almıştır. Romanın kahramanı Mathieu, üçlemenin ilk cildinde, özgürlük tutkusu ve birey olarak kendi kendinin sorumlusu olma kararlılığıyla, insanlarla ve toplumla yabancılaşarak bir tür yalnızlığa mahkum olmanın hüznünü yaşar. Yaşanmayan Zaman’da yazar, Mathieu’nun kendi kendisiyle hesaplaşmasının yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı’nın o korkunç uçurumunun kıyısında, savaş korkusuyla, barış umudu arasında gidip gelen bir Avrupa’da geçmişinden koparılarak, geleceğe akan yolun başında beklemek zorunda bırakılmış bir avuç insanın durağan ve sessiz acısını anlatmaktadır. Bu kitabın özgün adı olan ‘Sursis’ insanlığın, bir kıyametin öncesinde bağışlamış ek süreyi birşeyler bekleyerek yaşayışını ve gerçekle yaşamdan bekleyişini dile getirir.


Çevirmen : Gulseren DEVRIM
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 1998 – Ocak

Yıkılış, üçlemenin son kitabı. Yazar üç ayrı kitaptan oluşan bu dizi romanı 1945-49 yılları arasında yazmış. Bildiğiniz gibi, yaratıcısı olduğu Varoluşçuluk Felsefesi, sürekli bir arayışın felsefesidir. Bu felsefeye uygun olarak Jean-Paul Sartre’ın bu üçlemesinde aradığı şey özgürlük’tür. Üçlemenin son romanı olan Yıkılış’ta 1940 Haziranı anlatılır. Yani Paris’in Almanların eline geçişi. Kendini erkekli küçük bir Fransız topluluğu, bu işgal karşısında büyük tepki gösterir. Sartre, bu diziye Son Şans adını verdiği dördüncü bir kitap daha eklemeyi tasarlamış, ama sonradan vazgeçmiştir. Yazarın olgunluk döneminin ürünü olan birbirine bağlı bu üç roman, Sartre’ın romancılığının en önemli belgesidir.


Çevirmen : Işık M. NOYAN
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 2005 – Eylül

“Savaş, onu biz yaratmayız. Bizi yaratan odur. Savaşırken çok eğleniyordum. Üniforma giymiş bir sivildim. Bir gece, asker oluverdim, sonsuza dek. Zavallı, yenik bir asker. Bir çaresiz.”
Altona Mahpusları, Sartre’ın başyapıtlarından biri. Faşizme ve nazizme, ajitatif, indirgemeci bakışı yadsıyan, bu totaliter, insansız ideolojilerle kapitalizm arasındaki ilişkiyi hatta geçişliliği çarpıcı ve yalın bir biçimde sergileyen bu yapıtında Sartre, dehşetli bir trajediyle karşı karşıya bırakıyor okuru; savaş, soykırım, işkence ve yok olan, yok edilen insani değerler!
Kendisi de İkinci Dünya Savaşı’nda nazilere esir düşen, savaşın tüm dehşetini ve insandışılığını deneyimleyen Sartre, çelişkileri, trajedileri ve ironileriyle savaşta bir yaşamın yarattığı travmaları unutulmaz yapıtı Altona Mahpusları’yla ebedileştiriyor…

Çevirmen : Aysel BORA
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 1997 – Ocak

Aydın kimdir? Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan, küresel insan ve toplum kavramı adına kabullenilmiş gerçeklerin ve bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan biri midir? Bir işlevi ver mı? Bu işleviyerine getirmek için kim görevlendiriyor onu? Onun özelliği, hiç kimse tarafından görevlendirilmemiş olması, konumundan dolayı da kimseye borçlu olmamasıdır. Bu özelliğiyle o, canavarlaşmış toplumların ürünü bir canavardır. Onu hiç kimse istememekte, hiç kimse tanımamaktadır; söylediklerine duyarlı olunabilir, ama varoluşuna aldırmaz. Ünlü filozof ve yazar Jean-Paul Sartre, üç konferans ve bir söyleşiden oluşan Aydınlar Üzerine başlıklı incelemesinde aydınları her yönüyle irdeliyor.


Çevirmen : Alp TÜMERTEKİN
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 2003 – Kasım

“Baudelaire: kendisinin uçurum olduğunu hisseden adam. Gurur, sıkıntı, başdönmesi: kendini ta kalbinin derinliklerine dek gören, kimseyle kıyaslanmaz, kimsenin iletişim kuramayacağı, yaratılmamış, saçma, yararsız, tam bir yalnızlık içine bırakılmış, kendi yükünü tek başına taşıyan, tek başına varoluşunu doğrulamaya mahkum edilmiş ve durmadan kendi ellerinden kaçan, kendi avuçları arasından kayan, kendi içine dönüp gözleyen, ama, bir yandan da kendi dışında sonsuz bir kovalamacaya atılmış, dipsiz, duvarsız ve karanlıksız bir uçurum, öngörülmeyen ve de pek iyi bilinen, apaydınlıktaki bir gizem. Ne yazık ki, kendi imgesi de elinden kaçar. General Aupick’in oğlu, borçlu şair, zenci kız Duval’ın sevgilisi, Charles Baudelaire adında birinin yansısını arıyordu: bakışları insanlık durumuna takıldı. İçine korku salan bu özgürlük, bu nedensizlik, bu bırakılış, bir tek onun değil, her insanın payına düşen bir durumdur. Kendimize dokunabilir, kendimizi görebilir miyiz hiç? Aradığı bu tekil ve değişmez öz, belki de bir tek Başkaları’nın gözlerine görünür. Belki de kesinlikle dışarda olmak gerek bunun özelliklerini yakalayabilmek için. Belki de kendimizi için bir nesne gibi var olmuyoruz. Hatta belki de hiç mi hiç var olmuyoruz: hep gündeme getiririz kendimizi, hep erteleme durumunda kalır, durmaksızın yapmamız gerekir kendimizi. Baudelaire’in tüm çabası, hoşa gitmeyen bu düşünceleri kendinden saklamak olacaktır. Kendi “doğası” elinden kaçıp gittiğine göre, bunu kendini inandırmaya çalışmalı, kendi gözlerine yakalatmaya uğraşmalıdır kendini; kendisi için değil de bizim için kişiliğinin yeni bir çizgisi çıkar ortaya: Baudelaire kendi insanlık durumunu en derin biçimde duyup da, en tutkulu biçimde bunu kendinden saklamaya çalışan adamdır.”

Çevirmen : Selaattin HILAV
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 1997 – Ocak

Jean-Paul Sartre, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bir yazar. Bulantı, bu büyük yazarın başyapıtı sayılıyor. Bu önemli kitabın başarısını, biçim ve teknikle getirdiği, öz arasında ustaca sağlamış denge ve bileşimde aramak gerekir. Geleneksel roman anlayışından ayrılan bu roman, Varoluşçu düşüncenin de temel kitabıdır.


Çevirmen : Ela GÜNTEKİN
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 1997 – Ocak

Çark’ın senaryosu 1946’da yazıldı. Başlangıçta, ilgini çeken, anglosakson romancıların savaştan önce sık sık uyguladıkları bir tekniği ekrana aktarmaktı: bakış açılarının çoğulluğu düşüncesinden esinlendim. İmgelediğim filmde zamandizin altüst edilmekle kalmıyor, aynı kişi, Hélène, ondan söz eden kimsenin bakış açısına göre çok farklı görünümlerde sergileniyordu…
Düşündüm de… zengin petrol kaynakları olan küçük bir ülke. Ve devrim yapmak niyetiyle iktidara gelen bir adamın durumu… Sosyalizme gerçekten inanan namuslu ve açık yürekli bir kişiyi seçerek, sorunun kişiden ya da karakter yapısından kaynaklanmadığını göstermek istedim: yabancı güçlerin kuklalar aracılığıyla egemen olduğu bir ülkede, çürümüş olan, iktidarın kendisidir; iktidarı ellerinde tutanlar da tıpkı Jean gibi, kendilerine rağmen cani olur.
Jean-Paul Sartre, Kasım 1968


Çevirmen : Nihal ONOL
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 1995 – Ocak

Bu yapıtında Sartre, örnek sayılacak güçte uzun öyküleri biraraya getirmiştir.
İspanya devrimi günlerinde geçen Duvar’ın yanısıra öteki üç öyküsünde hep psikolojik ve cinsel sapmaları ele alarak işlenmiş olan usta yazar, bu öykülerinde her zaman değerini koruyacak bir aşamaya ulaşmıştır.


Çevirmen : Asım BEZİRCİ
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 1999 – Ocak

Varoluşçuluk nedir?
Bugüne değin çeşitli karşılıklar verilmiş bir sorudur bu. sözgelişi, Weil’e göre Varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hamelin’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’e göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’a göre idealizmi, Benda’ya göre usdaşlık, Foulque’ye göre saçmalık felsefesidir.

 

Çevirmen : Serap YEŞİLTUNA
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 2005 – Nisan

Sartre’ın bu kitabı Yahudi düşmanlığının ve toplumsal eşitsizliklerin kaynağını Yahudilere bağlamanın nasıl bir mantıksız görüş olduğunu inceliyor.

 

Çevirmen : Bertan ONARAN
Basım Yeri / Tarihi : / 1984 – Şubat

Bu kitap, Sartre’ın çağımızın ünlü yazarları ve kitapları üzerine yazdığı yazınsal denemelerden oluşmaktadır. Faulkner’dan Camus’ye dek birçok yazarı ele alan Sartre, yazınsal eleştiri alanında da güçlü bir kalem olduğunu kanıtlamaktadır. Edebiyat ürünleri üzerine birtakım eleştiriler yaparken, gerçek edebiyat yapıtlarının nasıl olması gerçek edebiyat yapıtlarının nasıl olması gerektiğini de vurgulamaktadır. Bir edebiyat yapıtı gerçek yaşamı nasıl yansıtlamıdır? Romanlardaki tipler nasıl gerçeklik kazanabilir?


Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 1998 – Ocak

Sartre Yöntem Araştırmaları’nı, 1960 yılında yayımlanan ve tarihle hesaplaştığı başyapıtı Diyalektik Aklın Eleştirisi’ne bir ön metin olarak kaleme almıştır.
Kitap, “Marksçılık ve Varoluşçuluk”, “Dolayımlar Sorunu ve Yabancı Disiplinler”, “İleriye Gidişli-Geriye Dönüşlü Yöntem” ve “Sonuç” başlıklarını taşıyan dört denemeden oluşmaktadır. Sartre, Marksçılık ve varoluşçuluk arasında bira köprü kurmaya çalışırken, bireyin gelişiminin açıklandığı sınıf, topluluk, aile çevresi gibi ortamları irdeler, diyalektik anlayışın açımlanmasını yapar. “Özel bir vesileyle” yazılmış özel bir yapıt.

 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz