ALBERT CAMUS: GÜNÜMÜZDE EN ÇOK HAKARET EDİLEN DEĞER, ÖZGÜRLÜKTÜR!..

404

Sanatçı ve Çağı

Doğulu bir ermiş, dualarında, kaderin kendisini ilgi çekici bir çağ yaşamaktan alıkoymasını dilermiş. Ermiş olmadığımızdan, kader bizleri korumadı; ilgi çekici bir çağ yaşıyoruz. ilgi çekici, hiç değilse kendisi ile ilgilenmemizi isteyen bir çağ. Günümüz yazarları da biliyorlar bunu. Ağızlarını açsalar, hücuma uğruyorlar, tenkit ediliyorlar. Alçak gönüllülük gösterip sussalar, niçin sustukları soruluyor, en şiddetli şekilde azarlanıyorlar.

Böyle bir karışıklık ortasında yazar, kendi düşüncelerini ve sevgili hayallerini izleyebilmek için, dışta kalmayı ümit edemez. Şimdiye kadar, çekimserlik tarih boyunca mümkün olmuştu, iyi ya da kötü. Bir sorunu doğrulamayan susabilir, ya da başka konudan söz açabilirdi. Bugün, her şey değişti; ses çıkarmamanın bile, şüphe dolu bir anlamı var. Çekimserliğin bile bir taraf tutma sayıldığı andan itibaren yazar-övülsün ya da yerilsin- ister istemez gemiye binmiştir (M. Albert Camus burada «embarqué» kelimesini kullanıyor, öyle sanırım ki, söylediklerinin ruhuna uygun olarak bu cümleye «…ister istemez kavgaya katılmıştır» demek daha doğru olacaktır. Düz yazıya bağlı kalmak endişesi ile kelimeyi olduğu gibi çevirmeyi daha sadık buldum.) Gemiye binmiştir, demek, burada bana, güdümlenmiştir demekten daha doğru geliyor. Gerçekte de söz konusu olan, iradeye bağlı bir güdümlülük değil, bir çeşit zorlu askerlik ödevidir. Bütün sanatçılar bugün, zamanlarının kalyonuna binmişlerdir. Bu duruma boyun eğmek zorundadırlar; ister o kalyon ringa koksun, ister muhafızlarının sayısı pek çok olsun, hattâ isterse rota yanlış olsun. Denizin ta ortasındayız. Sanatçı da, ötekiler gibi, sırası gelince kürek çekmek zorundadır, ölmeden dayanmalıdır buna; yani yaşamakta devam ederek, yaratarak.

Doğrusu kolay değil bu; onların geçmiş zamandaki rahatlarının özlemini çekmelerini anlıyorum. Değişme biraz sert oldu. Şüphe yok, tarihin sirkinde aslanla kurban her zaman vardılar. Kurban sonsuzluğun vaatleri ile kuvvet buluyordu, aslan tarihin kanlı gıdası ile. Ama bu devirde sanatçı, sirkin ortasında değildi, seyirciler arasında oturuyordu. Şarkısını kendisi için söylüyordu; ya da kurbanı cesaretlendirmek, aslanın da iştihasını açmak için. Şimdi ise sanatçı sirktedir. Elbette sesi aynı kalmamıştır; daha az güvenle çıkmaktadır.
Sanatın bu değişmez zorunluk yüzünden neler yitirdiği görülüyor. Önce rahatlık; ve Mozart’ın eserinde nefes alan o kutsal özgürlük. Böylece sanat eserlerimizin, birdenbire uğradıkları’ bozgun, çatılmış çehresi, şaşkın ve öldürülmüş havası daha iyi anlaşılıyor. Niçin ortalıkta yazardan çok gazetecinin, Cezanne’dan çok resim yamağının gezindiği, nasıl olup da aşk romanları ile polis romanlarının Harp ve Sulh, ya da, Parma Manastırı’nın yerini aldığı, böylelikle açıklanıyor. Şüphe yok, bunlara karşı, insancıl yalvarıp yakarmayı çıkarabiliriz; Ezilenler’de Stephan Trophimotichin, bütün kuvveti ile istediğini olabiliriz: örnek bir sitem. Onun gibi uygar bir bedbinliğe düştüğümüz olabilir. Ama bu keder, gerçeği değiştirmez. Bence en iyi yol, —mademki kendisi, kuvvetle istiyor bunu — çağımıza hakkını tanımak ve sevgili üstatlar, kamelyalı sanatçılar çağının sona erdiğini kabul etmektir. Bugün yaratmak, tehlike içinde yaratmaktır. Her yayım, bir harekette bulunmaktır; ve bu hareket hiç bir şeyi affetmiyen çağın ihtirasları önüne çıkmıştır. Sorun, bu hareketin sanata zararlı olup olmadığını bilmekte değildir. Sanatsız, sanatın anlamı olmadan yaşayamıyanlar için, bu kadar ideolojik kısıtlama içinde, (bu kadar inanış içinde, bu ne yalnızlık!) yaratıcılığın garip özgürlüğünün mümkün olup olmadığını bilmektir.

Sanatın devlet kuvvetleri ile tehdit edildiğini söylemek yetişmez. Bu durumda sorun basittir: Sanatçı ya savaşır, ya da savaşamayacak duruma getirilir. Savaşın, sanatçının içinde kendisini gösterdiği farkedildiği andan itibaren, sorun daha ölümlü, daha çapraşıktır, içinde yaşadığımız toplumun en güzel örneklerini verdiği, sanata karşı kin, bu kadar şiddetli ise, sebebi, bu kinin bizzat sanatçılar tarafından beslenmesidir. Bizden önceki sanatçıların bütün endişesi kabiliyetleri üzerinde toplanıyordu. Günümüz sanatçılarınınki ise, sanatlarının gerekliliği üzerine, başka bir deyimle, doğrudan doğruya varlıkları üzerinedir, 1957 yılında Racine, Edit de Nantes ile mücadele edecek yerde, Berenice’i yazdığı için, özür dileyecektir.

Sanatçı tarafından sanatın böyle sorun yapılmasının bir çok nedenleri vardır. Bu sorunlardan en önemlilerini ele almak gerektir. Durum, çağımız sanatçısının, tarihin kötü günlerini hesaba katmadığı takdirde, sesini çıkarmamak ya da yalan söylemek duygusu ile açıklanabilir. Gerçekte de, çağımızı belirten, toplulukların bu çabuk taşmaları ve duygululuk karşısındaki zavallı durumlarıdır. Bu topluluklar, unutulmaya başladıkları her anda kendilerini belli ederler. Varlıklarını duyurmalarının sebebi, aydınların, sanatçı olsun, olmasın, daha ileri olduklarından değil, -bundan emin olabiliriz- toplulukların kuvvetlenmelerinden ve bizi kendilerini unutmaya bırakmamalarındandır.

Sanatçıyı çekimserliğe zorlayan, bir kısmı daha az soylu, başka sebepler de vardır. Bu sebepler ne olursa olsun, amaçları birdir: özgür yaratmanın esas ilkesi olan sanatçının kendi kendine karşı güvenine hücum ederek, cesaretini kırmak. Emerson, olağanüstü bir şekilde, «Bir insanın kendi dehâsına olan güveni, inanışın ta kendisidir,» demişti. XIX. yüzyılın bir başka Amerikalı yazarı da, «Bir insan, kendi kendisine sadık kaldıkça, herşey onun tarafına doğru yol alır; hükümet, toplum, hattâ güneş, ay ve yıldızlar» diye eklemişti. Bu büyük iyimserlik, bugün ölmüş gibidir. Sanatçı, çoğunlukla, kendi kendisinden ve varsa, ayrıcalarından utanç duyar gibidir. Her şeyden önce, kendi kendisine sorduğu soruya cevap vermek zorundadır: Sanat sahte bir lüks müdür?

I

İlk verilebilecek namuslu karşılık şu olacaktır; sanatın sahte bir lüks durumuna geldiği olur. Kalyonların kıçından, her zaman ve her yerde, aşağıda esirler kürek çeker ve bitkinlikten ölürken, yıldızlara şarkı söylendiği olmuştur; biliyoruz bunu. Sirkin tribünlerinde, kurban, aslanın dişleri arasında iken, «kibar âlemi» konuş maları geçmiştir. Gene de, geçmişte büyük bağanları olan bu sanatı eleştirmek güçtür. Ancak, denebilir ki, o zamandan beri değişen çok şey oldu; özellikle yeryüzündeki tutsakların sayısı, kurbanların sayısı akla hayale gelmiyecek şekilde arttı. Bu kadar sefalet içinde, sanat bir lüks olmakta devam etmek istiyorsa, aynı zamanda da yalancı olmayı da kabul etmelidir.

Neden söz açacaktır sanat? Toplumun istediği ile yetinse, dar bir eğlence aracı olur çoğunlukla. Bunu yapmasa; sanatçı, kendi düşlerinin içine çekilme kararım alsa, bir reddin deyimlenmesinden başka bir şey olmayacak. Böylelikle eğlendiriciler, ya da gramer kuralcıları edebiyatına düşeceğiz. Her iki halde de, yaşayan gerçekten kesilmiş bir sanat olacak bu. Aşağı yukarı yüzyıldanberi parayı bile düşünmeyen bir toplumda yaşıyoruz (altın ya da gümüş, cinsel tutkular ortaya çıkarabilir). Toplumumuz, para değil, fakat paranın soyut simgeleri toplumudur. Bir tüccarlar toplumu malların yerini; rakkamların, işaretlerin aldığı bir toplum olarak deyimlenebilir. Yönetici sınıf, servetini altın külçelerine, ya da toprak parçalarına göre değil de, değiştirme işlemlerinin karşılığı olan rakkamlarla ölçerse, kendi deney ve evrenin ortasında bir çeşit dolandırıcılığın bulunmasını kabul ediyor demektir. Rakkamlar üzerine kurulmuş bir toplum, aslında, insanın şehvet gerçeği aldatılmış sahte bir toplumdur. Böyle olunca bu toplumun, kendi inanışlarını kurmak için, şekli ilkelerden yapılmış bir ahlâk seçmesini, özgürlük ve eşitlik gibi kelimeleri yalnız ilkeler üzerine değil, mali tapmakların üzerine de yazmasını hayretle karşılamamak gerekir. Gene de kelimeler, utanmazcasına, her Önüne gelen yerde kullanılamaz. Günümüzde en çok hakaret edilen değer, özgürlük değeridir, iyi düşünenler, (her zaman iki çeşit zekâ olduğunu düşünürüm zekî zekâ ve aptal zekâ) özgürlüğün, ilerleme için bir engelden başka bir şey olmadığını yazmışlardır. Ama bu kadar büyük saçmalıklar söylenebiliyorsa, tüccar düşünceli bir toplumun özgürlüğü, yüz yıldan beri, tek yönlü olarak ve kendi malı gibi kullandığından, onu bir ödev gibi değil, daha çok bir hak gibi gördüğünden ve ilke özgürlüğünü, her fırsatta, bütün işlenen zulümlerin yerine koymaktan çekinmediğindendir. Böyle olunca, bu toplumun sanattan özgürlükten çok, sonuçsuz bir deneme, basit bir eğlence olmasını istemesinde şaşılacak ne var? Sadece para sıkıntılarının ve aşk acılarının yer aldığı bu süslü dünya, Oscar Wilde’in hapse girmeden önce, kendi kendisine düşünürken söylediği gibi, en büyük kötülüğün sathîlikte olduğu bu dünya, yıllar boyu, zevk düşkünü romancılarının yazdıkları ile ve’ en değersiz bir sanatla yetindi.

1900 yıllarından önce ve sonra burjuva Avrupa’nın, sanat yapıcıları (sanatçıları demiyorum) sorumsuzluğu kabul ettiler; çünkü sorumlu olmak, toplumdan kopmayı gerektiriyordu. (Toplumdan gerçekten kopmuş olanlar Rimbaud, Nietzche, Strindberg gibi kimselerdi. Bu kopuşu ne kadar ağır ödediklerini herkesçe bilinir.) Sorumsuzluk için bir istihkak dâvası olan sanat için sanat teorisi bu çağdan kalmadır. Sanat için sanat, yani bir sanatçının yalnız, kendi kendisini eğlendirmesi, sahte ve soyut bir toplumun sanatıdır. Mantıkî sonucu, salon edebiyatıdır bunun, ya da gerçeğin yıkılışı demek olan güzel lâkırdılar ve soyut fikirlerdir. Birkaç eser, bir avuç adamın, hoşuna gider, öte yandan kaba saba bir sürü buluş, geri kalanları yıkar. Sonuçta, sanat toplumun dışında kurulmuş olur ve yaşayan köklerinden kesilir. Yavaş yavaş, sanatçı, isterse en çok alkışlananı olsun yalnız kalır, ya da, milleti tarafından, kendisi hakkında basit ve uysal bir fikir veren radyo ve basının aracılığı ile tanınmış olur. Sanat ihtisas işi oldukça, basitleştirme de o kadar gereklidir. Milyonlarca insan, devrimizin bir sanatçısını, onun gazetelerde kanarya yetiştirdiğinden, ya da yalnız altı ay için evlendiğinden söz açıldığı için, tanıdıkları duygusuna kapılacaktır. Günümüzde en büyük ün, okunmadan sevilmek, ya da nefret edilmektir. Toplumumuzda tanınmak isteyen bir sanatçı bilmelidir ki, tanınacak olan kendisi değildir; kendi adını taşıyan bir başkasıdır; o başkası kendi iradesinden kurtulacak ve belki de günün birinde, içindeki gerçek sanatçıyı öldürecektir.

Böyle olunca, XIX ve XX. yüzyıl tüccar Avrupası edebiyatında yaratılmış gerçek değerlerin, çağın toplumuna karşı kurulmuş olmasına neden şaşalım? Denebilir ki, Fransız ihtilâline kadar yapılan edebiyat, genellikle bir boyun eğme edebiyatı idi. ihtilâlden doğan bir burjuva toplum, yerini bulduktan sonradır ki bir karşı gelme edebiyatı gelişti. Resmî değerler inkâr edildi. Örneğin bizde böyle oldu bu: romantiklerden Rimbaud’ya kadar gerçekten ihtilâl fikri taşıyanlarla, Vigny ve Balzac gibi asalet fikrinde ısrar edenler yaptılar bunu. Her iki halde de halk ve asiller -ki ikisi de gerçek uygarlığın kaynağıdırlar- çağlarının sahte toplumuna cephe aldılar.

Ama uzun zamandan beri üzerinde ısrar edilen ve sertleşen red fikri de sahteleşti ve başka çeşit bir kısırlığa götürdü: Tüccar toplumundan doğan lânetlenmiş şair mefhumu (Chatterton bunun en güzel örneğidir) katılaştı ve kendi çağının toplumunda, o topluma karşı cephe alınmadan büyük sanatçı olunamıyacağı kanısını meydana çıkardı. Başlangıcında, gerçek sanatçı, para fikri üzerine kurulmuş bir dünya ile birleşemez derken haklı olan ilke, gide gide, sanatçı genel olarak herşeye cephe almadıkça ifadesini bulamaz demeye getirildiği için yanlış yola saptı. Bunun içindir ki, sanatçılarımızın pek çoğu lânetlenmeği arzu ediyorlar ve lanetlenmezlerse rahatsız oluyorlar, alkış ve ıslığı birlikte istiyorlar. Toplumumuz da. bugün yorgun ve kayıtsız olduğundan tesadüfen alkışlıyor veya yuhalıyor. Günümüzün aydını, bu başarıyı sağlama bağlamak için, büsbütün kendisini ağıra çekiyor. Fakat, herşeyi, hattâ sanatının geleneğini bile reddede reddede, çağımızın sanatçısı kendi özel kurallarını yarattığı hayaline kapılıyor, gide gide Tanrı zannediyor kendisini. Böylece, kendi gerçeğini yaratabileceğini zannediyor. Oysaki, toplumdan uzak, biçime dayanan, soyut, fakat özü birlik olan gerçek sanat verimliliğinden yoksun eserlerdir yaratacağı. Sonuçta çağdaş soyutlaşma ve incelikle, Tolstoy ve Moliere’in eserleri arasındaki fark, bir buğday tanesi üzerine çizilmiş çizgi ile, kalın toprak üzerindeki sapan izi arasındaki fark kadar büyük olacaktır.

Albert Camus
Sanatçı ve Çağı

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz