Politikacılar hepimizin insan olduğunu unutuyorlar
Birbirimizle derinden iletişim kurmamız, belirli bir ülkenin ya da insan grubunun veya topluluğun, belirli bir felsefenin görüşü olmadan, insanlığın her durumunu kabul eden bir yolculuğu birlikte yürümek mümkün müdür? Eğer bilgilendirilmeyi, eğitilmeyi ya da size ne yapacağınızın söylenmesini bekliyorsanız, korkarım hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Birlikte çok uzun bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculuk dış dünyada yapılan fiziksel bir yolculuk değil, içimizde, özümüzde uzanan, birkaçımızın ciddiye aldığı ya da çok derinlerine indiği psikolojik dünyaya yapılan bir yolculuktur.
Özgürce, akıllıca, yorumsuz, herhangi bir çıkarım olmaksızın, yalnızca dünyanın durumundan değil, aynı zamanda kendi sorunlarından, kendi davranışlarından, kendi düşünce tarzlarından, önyargılarından, fikirlerinden ve çıkarımlarından bahseden iki arkadaş gibi konuşmalıyız. Yalnızca sözcük öbeklerini değil, hayatın derin sorunlarını da dinleyin.
Hayattaki en önemli iki şey inanç ve dünyadaki barıştır. Din sözcüğünün etimolojik manası çok net değildir; fakat genelde dünyada olmakta olan şey olarak kabul edilir: tapınakları, camileri, kiliseleri ya da katedralleri ve bunların içinde olan her şey ve devam eden tüm törenleri ile birlikte Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm, Budizm… İnançlar, belirli sözcük gruplarının tekrarı, törenler, batıl inanışların yapısı genelde dinden anladığımız şeydir. Düşünce, gelenekleri yaratmış ve kutsal hale getirmiş olan maddesel bir süreçtir. Öyleyse bizzat bu düşünce kendi yaratmış olduğuna ibadet eder. Bu bir teori değil, bir gerçektir.
Dünyada barışın olmadığını söyledik. Tüm uluslar nükleer savaşı ve tüm insanlığın yıkımını içeren savaşlara hazırlanıyorlar. Ne dünyada ne de içimizde barış vardır. Bu dünyada dindar bir insan olmak ve barış içinde, çatışma olmadan, sorunlar olmadan, bu bölücü süreçler olmadan yaşamak büyük bir akıl gerektirir, bazı sloganların tekrar edilmesini ya da bir gurubu takip etmeyi değil. Neler olduğunun bilincinde olan ve hepsine dair farkındalığa ulaşmış olan kişilerde bunların hiçbiri yoktur. Dinin, duygusal, hissel heyecanlar ve duygusal uyarımlar dışında hiçbir anlamı yoktur artık. Daha doğru, özgür bir yaşam sürdürmek, çevreden bağımsız olarak eylemlerinin sorumluluğunu almak vs. ise din kelimesinin derin manasını ifade eder.
Yalnızca kelimelerin ve önemlerinin değil de kendi tepkilerimizin, yorumlarımızın, nasıl aldığımız, kabul ettiğimiz ya da tepki verdiğimizin de farkında olalım. Hem içsel hem de dışsal olarak dogmatik değil, dostça bir yolculuğa çıkacağız. Dünyada neler olduğuna dair bilgi sahibi olmak oldukça kolaydır, ne var ki kişi değerlendirme yapabilmek için kriterlere sahip olmalı, dış dünyada olanları oldukları gibi görmelidir. Aslında o dışsal bir dünya değildir; bizim yarattığımız bir dünyadır. Bu tıpkı gidip gelen bir medcezir gibidir; su aynıdır, bizse ne yazık ki dünyayı içsel ve dışsal olarak ikiye bölmüş durumdayız.
Etki ve tepkinin, zorluğun ve bu zorluğa verilen karşılığın, sorun üstüne gelen sorunların ebedi hareketidir. Yalnızca politikacılar tarafından değil, dindar insanlar tarafından da yaratılan bu sorunlar artmaktadır; biz de kendi adımıza sorunlar üretmiş durumdayız. Toplumu biz yarattık; birden bire oluşmadı. Olduğumuz şey budur. Yaşadığımız yer şiddetin hakim olduğu, düzensiz, rekabetçi, acımasız da olsa, bu acımasızlığın, adaletsizliğin ve caniliğin olduğu toplumu biz yarattık. Bizim sorumluluğumuz toplumu değiştirmek değil, çıktığımız bu yolculukta, yolculuğa çıkış hareketinde kendimizi temelden değiştirme imkanının, fiziksel değil, psikolojik bir devrimin olma ihtimalinin olup olmayışıdır.
Dünya coğrafi, ulusal, dinsel ve ekonomik olarak bölünmüştür. Dünya parçalanmış haldedir. Bu parçalanmışlık yüceleştirilmiş gelenekselcilik olan ulusçuluk aracılığı ile gerçekleşmiştir. Her ülke kendisi ile ilgilidir. Fakat politikacılar ve liderler hepimizin insan olduğunu unutuyorlar. Hepimiz tek bir halkız. Kendinizi Müslüman, Hindu, Budist ya da Hıristiyan olarak adlandırsanız da, biz insanlığız. Belirli bir mezhebe dahil olabilir, kendi kişisel hırslarınızı öne çıkarıyor olabilirsiniz, fakat tüm bunların arkasında biz tek bir vücuduz. İnsanlığın bütünü biziz.
Ne yazık ki aile, toplum, ulus aracılığı ile yaptığımız güven arayışı yüzünden dünyayı Amerikalı, Rus, Fransız, Hint, Arap, Yahudi gibi şekillerde ayırmış durumdayız. Bu ayrım, bu bölünme, bu parçalanma savaşın, Tanrı adına, din adına, ideolojiler adına birbirimizi öldürmenin, sebeplerinden biri olmuştur. Bunu hepimiz biliyoruz. Bu süreç, yani kabileciliğin, ekonominin, dinin, toplumun, geleneklerin bu bölücülüğü en eski zamanlardan beri süregelen bir şeydir. Bölünmenin, parçalanmanın olduğu yerde çatışma olmak zorundadır, bu bir gerçektir. Şu an olan budur: bir ideoloji diğerine, tutucular liberallere, sosyalistler komünistlere, faşistler ise kendileri dışındaki herkese karşı geliyorlar. Günlük hayatlarımızda gerçekten olmakta olanı görün. Bu bölünme bütünüyle durmadığı ve artık Hindu, Budist, Müslüman, Hıristiyan ya da komünist, sosyalist, kapitalist diye bir şey kalmadığı sürece insanlar savaşmaya, binlerce, hatta milyonlarca kişiyi öldürmeye mecburdur. Eğer nükleer savaş olacaksa, hepimiz yok olacağız ve yeryüzü yanıp kül olacak.
Eğer gazeteleri okuduysanız veya bazı bilim adamları ile konutuysanız tüm bunları bilirsiniz. Arkeologlar ve biyologlar, insanlığın yeryüzünde var olduğu kırkbeş bin yıl boyunca bunun bu şekilde devam ettiğini söylüyorlar: insanlar mücadele vermiş, savaşmış ve öldürmüşlerdir. Bu hep böyle olmuştur, şimdi de böyle sürmektedir ve insanlığın geleceği de budur: ebedi mücadele, ebediyen sürüp giden kavgalar ve yıkım. Yüzleşmekte olduğunuz budur, yalnızca siz değil, aynı zamanda torunlarınızın yüzleştiği de budur. Biz de bunu kabul ediyoruz. Eğer bir Yahudi ya da Hindu iseniz, bir Yahudi veya Hindu olduğunuzu iddia edersiniz. Dolayısıyla biz, insanlığın yıkımını onaylıyor ve besliyoruz. Olmakta olan budur ve siyasiler bu sorunu çözememektedir. Aksine sorunlara sorun eklemektedirler. Bir sorunu çözerken, onlarca başka sorun üretmektedirler. Tüm bunları görebilirsiniz.
Beyinlerimiz tıka basa sorunlarla doludur. Eğer içsel olarak neler olduğunun farkında olacak olursak, çok ilkel insanlar olduğumuzu görürüz. Yeryüzünde kırk beş bin yıldır yaşıyor olmamıza rağmen, son derece barbar, acımasız insanlarız. Neredeyse, en başından beri neysek o olmaya devam ediyoruz: nefret dolu, kıskanç, korkak. Bu korkunun içinde çeşitli korkular yaratıp duruyoruz. İçsel ve dışsal olarak yaşadığımız dünya budur. İnsanlığa ait bu sorunları ne herhangi bir politikacı, ne herhangi bir felsefe, ne de bir guru çözebilmiştir. Bir manastıra katılarak, belirli bir takım yeminler ederek ya da bir ekole dahil olarak bunlardan kaçabilirsiniz, ne var ki hiçbir merci insanlığa ait bu sorunları çözememiştir. Hiçbir şeye inanmadığımız bir noktaya geldik. Kafalarımız son derece karışık. Başlangıçta emin olanların bu eminlikleri belirsizliklerle sonuçlanıyor. Başlangıçta kesin bir şekilde Tanrı’ya ya da mistik bir şeye inanıyorum. Eğer biraz olsun zekiysem, büyüdükçe her şeyden şüphe etmeye başlarım. Aslında kişi, belirsizlikle, şüphe ederek, sorgulayarak, septik bir zihne sahip olarak başlamalı, sonra ise mutlak bir kesinliğin olduğu bir noktaya gelecektir.
Sonuç olarak hem içsel hem de dışsal olarak güven arayışı içindeyiz. Tanrı’yı bu nedenle icat ettik, çünkü o en yüksek güvendir. Lütfen, sarsılmayın. Muhtemelen burada çoğunluk Tanrı’ya ya da daha yüksek bir güce inanıyor, fakat tüm bunlar düşünce ile icat edilmiştir. Düşünce maddesel bir süreçtir, dolayısıyla da din konusunda düşünce tarafından yaratılmış olan her şey tıpkı teknoloji gibi maddeseldir.
Burada birlikte, biz insanlık olarak kendi içimizde kökten bir değişimi meydana getirip getiremeyeceğimizi görmek için bir yolculuğa çıkıyoruz, hiçbir mecburiyet, ayartılma ya da vaat uğruna değil, her şeyi olduğu gibi gördüğümüz için. İnsanlığın geldiği bu umutsuz, korkutucu hali, herkesin içinde bulunduğunu düşündüğü karmaşayı görüyoruz. Bu halin sebebi ise yaşamımız boyunca bize çelişkilerle dolu olan birçok şey söylenmiş olmasıdır. İster kabul edin, ister etmeyin, bizler, bilincimizin en derinlerinde bile kafası son derece karışmış insanlarız. Dünya, insanların ne siyasilere, ne bilim adamlarına, ne de guru denilen pervasızlara inanmadığı bir noktaya gelmiştir. İnsanlık değişmedi; fakat karmaşanın böylesine derin bir haline ulaştıysak, bu karmaşa artık doğru bir eylemi gerektirmektedir. Bu karışıklık hayatımızda bir krize yol açmaktadır. Kriz dışarıda değildir, kriz bilincimizde, varlığımızdadır.
Dışarıda bir devrim yapmak yerine, kendi içimizde derin psikolojik bir devrim yaratmak mümkün müdür? Son zamanlarda yapılan dışsal devrimler başarısız oldular. Önemli olan psikolojik bir mutasyonun gerçekleşmesi, bizzat beyin hücrelerinde temel bir değişimin olmasıdır. Beyindeki hücreler şartlanmıştır. Konuşmacınız beyin yapısı konusunda uzman değil, ama bu konuyu birçok bilim adamı ile tartışmış biri. Ayrıca kişi bunu kendi içinde de gözlemleyebilir, kaldı ki bu, yetki sahibi ve çelişkilerle dolu bilim adamları ile konuşmaktan çok daha önemlidir. Beyinlerimizin nasıl da milletlerimiz, konuştuğumuz dil, din ve ekonomi bakımından şartlandırılmış olduklarını kendimiz de görebiliriz. Bilgi ve eğitim aracılığı ile şartlanmış olan bu beyin hücreleri kendi içlerinde bir mutasyonu gerçekleştirebilirler mi? Eğer kişi çocukluğundan beri Kuran’ı tekrarlayan bir Müslüman olarak yetiştirilmişse, beyni doğal olarak kendisini bu kelimelere, kelimelerin içeriklerine, manalarına vb. şeylere uyumlamıştır, dolayısıyla da beyin iklim, yemek, gelenek ve eğitim tarafından şartlandırılır. Dolayısıyla bilginin kendisi şartlandırıcı etken halini alır.
Bilgi deneyim ürünüdür. Bilgi de deneyim de sınırlıdır. İki yüz yıllık hipotezler ve çeşitli deneyler sonrasında bilim adamları yavaş yavaş, azar azar ilerleyerek madde konusunda büyük oranda bilgi toplamaya başladılar. Fakat bilgi hiçbir zaman tam değildir, ister Kutsal Kitap’ın ister Kur’an’ın bilgisi olsun, her zaman sınırlıdır çünkü deneyime dayalıdır, deneyimse her zaman sınırlıdır. Bu gerçeği, durumun gerçekliğim bir kez yakaladınız mı, o zaman tüm düşüncenin sınırlı olduğunu görürsünüz. Düşünmek beyin hücrelerinde depolanan hafızanın verdiği bir tepkidir. Bu hücreler insanlığın yaşadığı, deneyimlediği ve mücadelesini verdiği yüzyıllar boyunca şartlanmıştır. Bizse, bu hücrelerin bizzat temel bir mutasyondan geçip geçemeyeceklerini, böylelikle de herhangi bir insanın tamamıyla farklı bir hale gelerek artık şartlanmış olmaksızın yaşamını sürdürüp sürdüremeyeceğini soruyoruz. Bunun mümkün olmadığını söyleyebilirsiniz. Bu doğal bir tepki olur: yüzyıllardır böyle yaşıyoruz, bu nasıl değişebilir, bu mutasyon nasıl gerçekleşebilir ki? Bunu ortaya çıkarmak, geniş çaplı bir sorgulamayı, dikkati, enerjiyi ve tutkuyu gerektirir. Birçoğumuz uyuşuğuzdur; çok fazla şeyle meşgul haldeyizdir. Yaşamlarımızla meşgulüz, ne olacağından korkuyoruz, geçmişten korkuyoruz, gelecekten korkuyoruz, olmakta olanlardan korkuyoruz.
Her şeye oldukları gibi, önyargısız, hiçbir çıkarımda bulunmadan bakın. Eğer çıkarımlarınız, fikirleriniz, yargılarınız varsa onları bir kenara koyun çünkü bakabilen yalnızca özgür olan bir beyindir. Tüm yargıları, fikirleri, değerlendirmeleri, gelenekleri bir kenara koyup her şeye oldukları gibi bakabilir misiniz? Bir politikacı olarak, başka ülkeden gelmiş biri olarak, çok okumuş ve sınırsız konuşabilecek biri olarak değil, bir insan olarak bakabilir misiniz? Beyinlerimiz sorun çözmeye şartlanmıştır, dolayısıyla beynin kendisi bir sorundur ve ne ile karşılaşırsa o bir sorun haline gelir. Sorunların çözümüne programlanmamış, özgürce bakabilen ve baktığını bir sorun haline getirmeyen bir beyne sahip olmak mümkün değil midir? Beyin hücreleri kendi kendilerine, içsel ya da dışsal olarak hiçbir mecburiyet, hiçbir teşvik ya da baskı olmadan, kendi içlerinde bir değişimi, mutasyonu oluşturabilirler mi?
Din, hayattaki en önemli şeydir. Yeni bir kültür, yeni bir uygarlık ekonomik ayarlar, siyasi eylemler yoluyla ya da çeşitli kuruluş ve vakıflar aracılığı ile oluşamaz. Din tek etkendir. Bizim sorgulamamız ise insan beyninin gerçekten dindar olup olamayacağıdır. Din ile kast ettiğimiz mutlak özgürlüktür: bu durumda beyin, korkudan, çatışmadan, sorunlardan, acıdan özgürleşmiştir, dolayısıyla da tamamıyla özgür olabilir. Ancak o zaman sevgi ve şefkatin niteliği ortaya çıkabilir. Ancak böyle bir hal, neyin kutsal olduğunu bulabilir. Bu hakikatin anlaşılmasında, doğru olanın algılanmasında barış vardır; kişinin kendi içinde, kendi zihninde yaşadığı bir barış vardır. Bu da hiçbir çatışmanın olmaması anlamına gelir.
Pekiyi bu mümkün müdür? Eğer mümkün olmadığını söylerseniz, o halde durum, bu kapıyı açma olasılığına bakmanızı önleyen bir engel halini alır. Ya da eğer bunun mümkün olduğunu söylerseniz, o zaman yalnızca teorik olarak konuşuyorsunuz demektir, yani kapıyı kapatmışsınızdır. Dolayısıyla, sorgulayan, bakan, araştıran, soru soran, şüphelenen bir beyin yapısına sahip olmalısınız. Bu yalnızca diğerlerinden, okuduğunuz kitaplardan vb. şeylerden şüphe etmek değil, kendi düşüncelerinizden şüphelenmek, kendi tepkilerinizi sorgulamaktır. Bu da zihin uyanıklığı gerektirir.
Sorduğumuz ilk şey şudur: düşünmek nedir? Bizler düşünerek yaşarız. Tüm eylemlerimiz düşünce üzerine kuruludur; birbirimizle olan ilişkimiz düşüncenin bir parçasıdır, eşiniz, gurunuz, liderleriniz hakkında yarattığınız imajlar düşünce tarafından oluşturulur. Düşünce bizim temel aracımızdır. ibadetle, dinle ilgili olarak veya romantik ya da yaratıcı bir şekilde düşünebiliriz, ama bu gene düşüncedir. Bir bilim adamı, bir filozof, matematikçi, biyolog ya da yalnızca sıradan bir insan, hatta en eğitimsiz kişi bile düşünür. Dolayısıyla ilk sorgulamamız, düşüncenin ne olduğunu, niçin olağanüstü bir seviyede önem kazanmış olduğunu bulmaktır.
Düşünmenin doğasını çok net bir şekilde anlamalıyız. Lütfen kendi düşünme eyleminizi gözlemleyin. Kendi düşüncelerinizi, nasıl ortaya çıktıklarım, ne kadar sınırlı olduklarını gözlemleyin. Her birimiz kendimizle ilgiliyiz; bunu çeşitli sözcüklerin arkasına saklamaya çalışsak da temelde benmerkezciyizdir. Benmerkezci düşünce sınırlıdır. Kendiniz, başarılarınız, arzularınız, amaçlarınız hakkında düşünmeniz de gene sınırlıdır. Sınırlı olan her şey çatışma ve bölünme getirmek durumundadır. Bu bir yasadır. Eğer ben tüm gün kendim hakkında düşünerek size karşı ‘bölünmüş’ bir haldeysem, bu çok sınırlı bir süreçtir. Hepimizin yaptığı budur; mutlulukla, sefalet içinde ya da başarıyla, yaptığımız budur. Dolayısıyla da düşünce, sınırlı olması ile bizim tüm bakışımızı sınırlı hale getirmiştir. Sınırlı olduğundan, kabilecilikte ve kabileci tanrılarda güveni bulacağını umarak ulusları yaratmıştır. Güveni orda bulamadınız. Toplumlarda güvenin olacağını düşündünüz fakat orda da güven yaratılamadı. Öyleyse nerededir güven? Bizim için güven nerededir? Bölünmede ya da kendini etiketlemede değildir.
Bizi değiştirecek olan nedir? Acılarımız, savaşlarımız oldu, her türlü emeği harcadık, her türlü eziyeti çektik, fakat olduğumuz gibi devam ediyoruz. Bizi değiştirecek olan nedir? Ödül? Cennette ödüllendirilmek, ya da bu dünyada ödüllendirilmek mi? Bir ödül peşindeyseniz, bunun her zaman öteki tarafı da mevcuttur; ceza. Ödül ve ceza bizim ilkelerimizden biridir. O halde dünyada böylesine bir karmaşayı yaratmış olan düşüncenin, sahip olduğumuz tek araç olup olmadığını bulmak çok önemli bir hale gelir.
Bilim adamları yalnızca ilaçları, cerrahiyi, hızlı iletişimi ve mutluluk verici, elverişli şeyleri değil, aynı zamanda en şeytani şeyleri, nükleer savaşı, nükleer araçları, atom bombasını, denizaltını da üretmişlerdir. Savaşla ilgili tüm teknoloji dünyası düşüncenin ürünüdür. Aya gitmek düşüncenin ürünüdür. Oraya bir bayrak dikmek de düşüncenin ürünüdür. Birbirimizle olan ilişkimiz düşünceye dayalıdır.
Siz ilişkiler içindesiniz. Hayat ilişkiler sürecidir. Yaşamak ilişkidir. Hayatınızın geri kalanı boyunca Himalayalara, bir topluluğa ya da bir manastıra da çekilseniz, kendi başınıza yaşamanız mümkün değildir, hala insanlıkla temas halinde sayılırsınız. Bir insanla ilişkide olmasanız da, bir gelenekle, bilgi ile, her türlü şeyle ilişki içindesiniz. Öyleyse ilişki, yaşamın temel etkenlerinden biridir: örneğin eşler birbirleriyle ve çocuklarıyla, çatışmaları, cinsel talepleri, zevkleri, acıları, övgüleri, aşağılamaları ve azarlamaları ile ilişkidedirler. Bir ilişkide neler olur bilirsiniz. Bu ilişkide eşinize dair bir imaj yaratmışsınızdır, eşiniz de size dair bir imaj yaratmıştır, daha doğrusu bunları yaratan düşüncedir. Bu bir gerçektir. İlişki bu iki imaj arasındadır. Adam ‘Ben karımı bilirim’ der, kadın da ‘Ben kocamı bilirim’ der, fakat aslında birbirinizi bilmezsiniz. Bildiğiniz tek şey ona dair sahip olduğunuz imaj ve onun da size dair bir imaja sahip olduğudur. Bu zamanla oluşturulur. İlişkinin iki imaj arasında olduğu yerde aslında hiçbir ilişki yoktur. Bu da gene bir gerçektir. İlişkide bu kadar çatışmanın olmasının sebebi de budur. Birbirlerine yalnızca uyum sağlayıp, tahammül etmek ya da birbirlerini sömürmek yerine, gerçekten ilişkide ve mutlu olarak birlikte yaşayan çok az insan vardır.
Öyleyse hiçbir imaj olmaksızın yaşamak mümkün müdür? İmajları yaratan kimdir? Orda öylece oturuyorsunuz ve benim hakkımda bir imaja sahipsiniz, öyle değil mi? Bana dair oluşturmuş olduğunuz imaj ben değilim. Bazıları bu imaja taparlar. Siz tapmıyor olabilirsiniz, onu fırlatıp bir kenara atabilir ya da önemsemeyebilirsiniz, ama gene de bana dair bir imaj yaratmışsınızdır ve ilişkiniz bu imajladır, benimle hiçbir ilgisi yoktur.
Bir ilişkiye sahip olabilmemiz için aynı seviyede, aynı zamanda ve aynı yoğunlukta buluşmalıyız. Bu sevgi değil midir? Birisiyle aynı seviyede, aynı zamanda, aynı yoğunlukla buluştuğunuzda cinsellikten bahsetmiyorum tüm insanlığınızla, tüm varlığınızla buluştuğunuzda, işte o sevgidir. Eğer birbirinize dair imajlarınız varsa, sevgi yoktur. Sevginin olduğu yerde zaman yoktur. Sevginin olduğu yerde çatışma olmaz. Sevgi denilen bu olağanüstü şeyi anlamak için büyük bir zekaya sahip olmanız, ayrıca hiçbir korkuya, hırsa, açgözlülüğe, kıskançlığa, nefrete sahip olmamanız gerekir.
Beyinlerimiz, zamanın bir eylemi olan, maddesel bir süreç olan düşünce tarafından şartlanmışken, düşünceye ait olmayan, düşünce tarafından oluşturulmamış olan bambaşka bir hareket bulmamız mümkün müdür? Eğer düşünce, sahip olduğumuz tek araç ise, sonsuza dek mahkûmuz demektir çünkü o halde tüm eylemlerimiz sınırlı hale gelir. O zaman siyasi, ekonomik, dini bakımdan ne yaparsak yapalım her zaman sınırlı olacaktır ve dolayısıyla da daimi çatışmaya ve daha çok soruna sebep olacaktır. Düşünce gereklidir, fakat birbirimizle olan ilişkimizde gerekli midir?
Düşüncenin girmediği bir yaşam sürecini kendi kendine keşfetmek çok derin bir sorgulama gerektirir. Bu da dikkatinizi yoğun bir şekilde vermenizi gerektirir, çünkü bilgi sizin için çok önemli hale gelmiştir. Hakikat, bilgi değildir ve düşünce ile oluşturulmaz, ancak beyin tamamıyla özgür, saf, kirlenmemiş, özündeki gibi olduğunda oluşur. Bunu keşfetmek ise meditasyonun bir parçasıdır, bu meditasyon da aptalca tekrarlardan oluşmaz.
Burada teorik, kuramsal bir şeyden bahsetmiyoruz. Gerçeklerle uğraşıyoruz. Gerçekler, şu an olan ve geçmişte olmuş şeylerdir, olacak olanlar değildir. Gerçek, düşündüğünüz, şu an yapmakta olduğunuz şey ve daha önce yapmış olduğunuz şeydir. Bunlar gerçektir. Fakat idealler gerçek değildir. İdealleriniz varsa illüzyon alemlerinde yaşıyorsunuz demektir. Beyniniz illüzyon aleminde yaşarken kendiniz ve diğerleri için çatışma yaratmak durumundasınız. Sizin fikriniz, tıpkı diğerlerinin fikirleri gibi gerçek değildir. Ne var ki bu fikirden, bu sonuçtan, bu teoriden çıkardığınız şey gerçektir. Eğer bir illüzyonunuz varsa ve eğer bu illüzyona göre yaşıyorsanız bu da bir gerçek olur. Bir illüzyona sahip olmanız da bir gerçektir.
Tüm otoriteyi, öncelikle kendi otoritenizi ve sonra dinin, tanrılarınızın, tapmaklarınızın otoritelerini sorgulayacak mısınız? Politikacıları sorgulayın, her şeyi sorgulayın, şüphe edin ki beyniniz aktif hale gelsin.
Alçakgönüllülük, kendi düşüncelerinizi, ilişkilerinizi, arzularınızı, başarılarınızı sorgulamaya başladığınızda, kendiliğinden, doğal olarak, kolaylıkla ortaya çıkacaktır. Bundan ortaya çıkacak olan alçakgönüllülüğün niteliğidir. Alçakgönüllülük varsa, öğreniyorsunuz demektir. Öğrenme sınırsızdır; bilgi sınırlıdır. Birinin önünde eğilmek alçakgönüllülük değildir. Alçakgönüllülük, ‘Ben bilmiyorum, haydi keşfedelim, öğrenelim’ diyebilmektir. Bakmak için özgür olmak, son derece sade olmaktır. Bu sadelik, sadece bir peştamal giyiyor olmanın sadeliği değil, berrak bir zihne, berrak bir kalbe sahip olmanın sadeliğidir.
Ancak o zaman, zamanın ötesinde olan ortaya çıkar.