Tolstoy: “Nasıl ki, bir zamanlar köleciliği haklı göstermek yerine sırf korudularsa, bugün de savaşı ve orduyu haklı çıkarmaya hiç yanaşmayıp her şeyi suskunlukla geçiştiriyorlar; ayrıca savaş ve ordunun hala sahip olduğu çekim gücünden yararlanıyorlar; oysa herkes bu o kadar güçlü görünen, acımasız ve ahlakdışı ölüm organizasyonun her an çökebileceğini ve bir daha belini doğrultamayacağını biliyor. Ancak barajdan bir damla suyun sızması ya da yüksek bir binadan bir tuğlanın düşmesi ya da sağlam bir ağdaki düğümlerden birinin çözülmesi, barajın kaymasına, binanın çökmesine, ağın yırtılmasına yeter: İşte Van der Ver’in askerlik hizmetini, herkesin anlayacağı şekilde gerekçelendirilmiş reddedişi böyle bir su damlası, böyle bir tuğla, böyle bir düğümdür. Van der Ver’in direnişini her gün artan başka direnişler izlemelidir; bu tür insanların sayısı çoğaldıkça, daha dün savaşsız yapamayacaklarını iddia edenler şöyle demeye başlayacaklardır: Biz savaşın akıl dışılığını ve ahlak dışılığını uzun zamandan beri söylüyor ve herkese Van der Ver gibi davranmasını öğütlüyoruz; işte o zaman, bugünkü mevcut biçimiyle savaş ve ordudan geriye sadece bir anı kalacaktır. O günler uzakta değildir”
Savaşın Felsefesi* – Çetin Veysal
Savaşlar, tarihin her döneminde belli yıkıcılık gücüne sahip olmuştur. Eski barışlar, eski savaşlar gibi kendi içkin nitelikleri gereği sınırlandırılmıştır.(1) Günümüz savaşları, eskiden yapılan savaşlarda olduğu gibi sınırlı değil, evrensel (canlılığın tümünü kapsayan) bir yıkıcılığı içermektedir. Aynı zamanda barış da, günümüz savaşlarının canlılığın tümünü kapsayan yıkıcılık niteliklerine bağlı olarak, tüm canlıları kapsayan bir uyumsallığı ve işbirliğini gerektiren niteliklere sahiptir.
Savaşın kaynağının, mülkiyet ve egemenlik tutkusuyla iç içe geçtiği; egemenlik tutkusuyla harekete geçen eylemlerin örgütlü, tarihsel, toplumbilimsel, ekonomik ve felsefi adlandırmasının kapitalizme denk düştüğü görülmektedir. Özel mülkiyet ve egemenlik tutkusu, bencil bireysellik hırsıyla bütünleşmektedir. Egemenlik ve mülk edinme tutkusunun, başkalarını yoksunlaştırmak, yoksullaştırmak ve köleleştirmekten geçtiği saptanabilmektedir. Ancak savaşın kökenlerinde güç, iktidar ve egemenlik ögelerinin yanında; geleceğin güvenliğinin sağlanmasının bulunduğu da görülmektedir. Gerçi, günümüz savaşlarını harekete geçiren saldırganlığın ve şiddetin köklerinde geleceğin güvenliğini tehdidi değil; güç, zenginlik ve iktidar ögelerinin ele geçirilmesi olduğu belirlenebilmektedir.
Günümüzde savaş, nükleer silahların insan türünü yok edecek güce ulaşmış olması nedeniyle; gerçekleştirilmesi düşünülen adaleti, eşitliği, kardeşliği, özgürleşmeyi ve insanca olanı ortadan kaldırma tutkusundan başka şey değildir. Ancak her yerde insanlık ve tüm insanca olan şeyler adına yürütülmektedir savaş. Savaş, sanki insanların kendi istekleriymiş gibi kitlelere benimsetilmekte; milliyetçi savlarla, ahlaki kalıplarla insanlar savaşa sürülmektedir. Savaşın, vatan, millet, din ve önyargılı geleneksel ahlak anlayışıyla desteklenmesi söz konusudur. Savaşa, köken ve dayanaklarını veren; insanlar arasındaki ilişkilerin niteliği, insanların birbiri hakkında ne düşündükleriyle birbirlerine ne şekilde davrandıklarıdır. Savaş, bencillikle ve onun kökleriyle de ilgilidir. Savaş, düzenli düzensiz iktidar çatışması olarak her türlü kaynağın ele geçirilmesine yönelik örgütlü güçlerin ölümü de göze alarak düşmana saldırısıdır. Savaşın amacı, politik stratejinin gerçekleşmesine zemin hazırlamaktır. Savaş ve araçlarının hazırladığı olanak ve koşullar politik olanı hayata geçirmeye hizmet eder.
Savaş çağrıları ve çığırtkanlıklarının, başka olana öfke ve nefret taşıdığı, sevgiyi ortadan kaldırdığı görülebilmektedir. Savaş kışkırtmaları, kendi yaşamını koruma adına başkalarının yaşamını yok etme, haklarını elinden almadır. Savaş, insanlara, kültür ve tüm bilimler araçlaştırılarak insanı insanın düşmanı olarak gösteren, böylelikle para babalarının, dev-tekelci şirket sahiplerinin, iktidar ve güç odaklarının egemenliklerinin genişletildiği; insanca duygu ve varlıkların tahrip edildiği, insanlığa karşı girişilen örgütlü bir yok etme girişimi olarak görülmektedir. Savaş, yoksulların savaştırıldığı, zenginlerin de bu ölüm kalım çatışmalarından para kazandığı, iktidarlar arasındaki güç sınamasıdır. Savaş, zenginlikleri kimin elinde tutacağı ve daha çok zenginleşeceğini belirlemek için girişilen acımasız bir paylaşım girişimidir. Savaş, insan, hukuk, hak, ilke, ahlak ve kural tanımamaktadır. Savaş, hak gaspıdır. Bu süreçte her şey bir tür savaş malzemesi olur. Savaş, her şeyi kendi amaçlarına uygun olarak değersizleştirir. Çünkü her şey onun sonucuna bağlanır. Savaş, insanların vicdan ve onurlarını yaralayan bir olaydır ve bu vicdanlardaki yaralanma, ne ölçüde eğitim ve kültür aracılığıyla törpülenip duyarsızlaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın; yine de insan olmanın toplum varlığı olmakla bağlantısı varoldukça, ortadan kaldırılamayacak insana özgü bir duygulanma, hissetme olarak yaşatılacaktır. Savaş, insan için olağandışıdır. Çünkü hayvanlara mal edilen tür içi savaş hayvanlarda yoktur. İnsanlarda söz konusu olan, doğaya ve insana yönelik örgütlü kıyım, yok etme ve saldırganlık olarak savaş, insanlığın yıkımı ve baş edilmesi gereken en büyük hastalığıdır. Bu hastalıkla baş edilmedikçe ve insan sağaltılmadıkça; insan, insan olma etkinliklerinin anlam ve önemini gerçekleştirip yaşayamayacaktır. İnsan için karşılıklı yardımlaşma, yani birlikte yaşama, uyum, dayanışma temel özellik olarak geliştirilip güçlendirilmesi gereken niteliklerdir. İnsanlığın asıl yasasının barış olduğu, çoğu aydın, düşünür ve yazar tarafından belirtilmiştir.
Politikacı ve devlet adamlarının dillerinden, mutluluk, kardeşlik, dostluk, demokrasi ve barışı hiç düşürmemeleri çok ilginçtir. Yine bu politikacıların, işkence gibi insanlık dışı uygulamalara emir verip düşmanlık tohumları ekerek savaş kararları vermeleri ilginçtir. Terör, baskı, şiddet ve saldırganlığı savaşlarda uygulamamalı diyenlerin; insanlık adına savaşa girmeleri ve insanlık dışı olan ne varsa yapmaları, her türlü insan, doğa ve ahlaki ilkelerden söz edenlerin yine de hiçbir ahlaki kural tanımadan para, şan, şeref ve mevki peşinden koşmaları inanılmazdır. Sözde insan ve toplum uğruna kendilerini politikaya adayanların şirket sahibi olmaları, zenginliklerine zenginlik katmaları ve dev dünya şirketlerine ortak olmaları ya da ortaklık paylarının büyümesi ilginçtir. İnsanın kendini dine, yine insanı din adına kendine kurban etmesi, savaşı istemeyenlerin ordu ve savaş bütçelerini büyütmeleri ilginçtir. İnsanlığın en büyük sorunu eğitimsizliğin savaşlara güç katmasının engellenmemesi ve tersine savaşın dayanağını oluşturacak şekilde insanların eğitimsiz bırakılması; bireylerin özgürleşmelerinin yol ve olanaklarının kapatılması, insanlığın varoluşunu tehdit eden nükleer silah üretiminin; yine aynı barış ve demokrasi şampiyonları politikacılar tarafından gerçekleştirilmesi ilginçtir.
Tanımadıkları ve bilmedikleri yöneticiler ve amaçlar uğruna, kendilerini, çocuklarını, yani geleceklerini kıyasıya yok etmeye girişen insanların bilinçsiz, şuursuz eylemlerinin bir yerde toplanmasıdır savaş. İnsanlık tarihi boyunca, insanın insan, yani kendi olmak için girdiği uğraş sürecinde insanı olumsuzlayan olgular; barış da, aynı uğraş sürecinde insanın, yani kendi olma çabalarında kazandığı, tarihsel süreçte olumsuzluklar karşısında insansal olanı çoğaltmada başarılı olarak koruduğu, elde ettiği niteliklerin toplamına işaret etmektedir savaş.
Daha önce de değinildiği gibi, savaşın sözcük anlamı; toplumların, devletlerin ekonomik politik ve sosyal çıkarlarını korumak veya egemenlik elde etmek amacıyla birbirlerine karşı giriştikleri silahlı eylem olmasıdır. Barış genel ve kaba anlamıyla, savaşın olmaması durumudur denmişti. Ebedi ya da kalıcı barış ise; içinde hiçbir savaş nedeni barındırmayan ilişki ve koşullara işaret eder. Günümüzde barış, bir eylem durumunun olmaması değil; geçici bir denge durumu olarak görülebilir. Çağımızda teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin sonucu olarak yaratılan savaş araçları; insanlığı yok etme tehdidi yaratmaktadır. Böylesi bir durumda hiç kimse, neslinin yok olabileceği ihtimali olan savaşları doğru karşılayamaz ya da karşılamamalıdır. Özellikle böylesi bir yıkım olasılığı, devletlerarasındaki savaşlarda olanaklı görülmektedir. Çünkü birçok devlet, ellerinde nükleer silahlar bulundurarak hem kendi toplumunu hem de tüm insanlığı tehdit etmektedir.
Öte yandan, içinde bulunduğumuz koşullarda toplumsal çatışma ya da mücadelelerin önüne geçmek olanaksızdır. Çünkü kapitalist özel mülkiyet sisteminde, toplumun en geniş tabakalarına özgürlük-demokrasi ve daha önemlisi insan gibi yaşayabilmek hakkı tanınmamaktadır. Durum böyle olunca; üretim araçlarını ellerinde bulundurmalarından dolayı kaynakların ve toplumsal zenginliklerin sahibi olan, dolayısıyla (toplumun politik yönetim kademelerinde) siyasal erki elinde bulunduran sınıf ile elinde hiçbir olanağı kalmamış; sadece alın teriyle yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olan sınıflar arasında toplum içi savaşlar, yani çatışmalar gündeme gelmektedir. Yoksul olan sınıflar, insan olarak daha fazla şeylere sahip olma talebiyle, yeni haklar için veya politik iktidarı elde etmek amacıyla çabalamaktadırlar.
Gelişmeler ivme kazanma sürecine girdiler, gelecek günlerin kime iktidar ya da barış (!) vaat ettiği henüz belli değildir! Çünkü ne Batı’da, ne de kapitalizmin kalesi olan ABD’de de politik mücadelelerin dayanaklarını oluşturan temeller ortadan kaldırılmış değildir. Diğer yandan Batılı kapitalist ülkelerin gelişim tarihlerine göz atıldığında görülecektir ki; sınıf mücadeleleri dönem dönem bu ülkeleri etkisi altına almaktadır. Yani, onlar belli bir süreçte sınıf savaşlarını yaşamışlardır. Batı ülkelerinin kendilerinde sınıf savaşları yokmuş gibi görünmesini sağlamaları; teknolojik gelişme seviyeleri, teknik bilgibirikimleri ve sanayileriyle dünya uluslarını etkileri altına alıp, onları kendilerine bağımlı kılarak, geri kalmış (eskiden beri, iç/dış/yeni sömürge de denen) ülkelerin zenginliklerini ele geçirerek kendi toplumlarının ekonomik yaşam standartlarını yükseltme olanağını elde etmelerinden ve toplum çatışmalarında elde edilen mevzilerden doğmaktadır. Diğer uluslardan taşınan zenginlikler aracılığıyla sınıfsal çatışmalar yumuşatılmıştır. Ancak 21. yy. itibariyle kapitalizmin krizleri derinleşmekte, bu krizlerden de öncelikle çalışanlar etkilenmektedir. Almanya ve Fransa’da yapılan anketlerden çıkan sonuç, halkın % 60’nın hala ülkelerinde sınıfsal çatışmaların sürdüğüne inandıklarını göstermektedir.
Ancak bu durumun, böyle sonsuza değin gideceği anlamına da gelmeyeceği bellidir. Çünkü geri bıraktırılmış, sanayileri henüz oluşan ülkelerde de toplum çatışmaları ve sınıf savaşımları olmak zorundadır; zira üretim araçları ile üretim ilişkileri arasındaki antagonist çelişki, zorunlu savaşımı ve sınıfsal çatışmayı beraberinde getirmektedir. Bu zorunluluk, özel mülk edinmenin bir sonucudur. Diğer yandan, kölelik, insan doğasına uygun değildir. İnsan, yaratmak, geliştirmek, kendini ve çevresini yeniden üretmek ister. İnsandan köleliği sürdürmesi istenemez. Savaşın çıkmaması için insanca yaşamaktan vazgeçmek; insan için yok olma anlamına gelecek bir istemden başka bir şey değildir. Bu istemin sonsuza kadar devamı olanaksızdır.
Toplumlar, devletler, sınıflar ve insanlar arasındaki savaşlardan sonra yapılmış antlaşmalar, diğer bir deyişle yenenlerin yenilenlere kabul ettirdiği planlar, zorlamayla kabul ettirilmiştir. Doğaldır ki, bu anlaşmalar yoluyla oluşturulmuş barış; aslında “Barış”ın içerik ve anlamından çok uzak bir ifade taşımaktadır. Oysa barışın özü, çok geniş ve anlamlı olmalıdır. Barış, hiçbir zorlama olmaksızın, insanların kendi yaşamlarının yansıması olarak kabul edilmiş; karşılıklı hoşgörü ve sevgiye dayanan, karşılıklı hakların ve özgürlüklerin güven altında olması, korunması ve kullanılmasıdır. Barışta genel olarak bir hümanist içerik vardır. Ve bu içerik, barışın özünü ifade etmektedir. Barış, insanın doğasında varolan ve gelişebilecek en önemli niteliktir. Sosyal olan bir canlı, türünün diğer üyeleriyle yaşamak, elbirliği yapmak zorundadır. Bu anlamda barış, insanın toplumsal bir varlık olması gerçeğine dayanmaktadır. Bu, insanın diğer bireylerle uyumlu ilişkiler geliştirdiği ölçüde kendini yenileyeceği; gerçekleştirebileceği anlamına gelir. Öyleyse barış üzerine çok laf etmek yerine, barış nasıl hayata geçirilebilir sorusuna yanıt aramak cesaretini bulmak; problemlerin pratik çözümlerine yönelmek gerekmektedir.
Çünkü barış, iktidar odaklan tarafından yok edilmeye, kendi çıkarları açısından güdükleştirilmeye çalışılmaktadır. Erk sahibi güçler, toplumları etkileri altında tutuyorlar. Güçlü yayın ve haberleşme araçları ve yanlış bilgilendirme yoluyla, kendi düşünce yozluklarını yaydıkları gibi; yine eğitim yoluyla da genç zihinlere etkide bulunarak onların insansal yanlarını felç etmekte, onları tutucu, yobaz, kendine yabancılaşmış bireyler haline getirmektedirler. Çok geniş ve zengin olanaklara sahip olan bu güçler daha da ileri giderek, karşıt görüşü temsil edenlerin toplumsal etkinliklerini kısıtlayabildikleri gibi; onları, değişik biçimlerde şiddet ya da baskı yoluyla veya akla gelmedik bin bir çeşit hileyle nötralize etmeye çabalamaktadırlar.
İnsansal gereksinme olan barış, savaşlar sonucunda ortaya çıkmış barış değildir. Evrensel ve ebedi barış, tüm toplumların ve insanların birbirleriyle uyumlu ilişkisini ifade eden insanın öznitelikleri olarak tanımladığımız bilinçli çalışma; yardımlaşma, elbirliği ve toplumsallığın karşılıklı çıkarları güvenceleyerek ilerletilebilmesidir. Evrensel ve ebedi anlamıyla tüm insanların uyumsal birliğini, sevgiyi, karşılıklı hoşgörüyü ve güvenliği anlatan, insanlığın sonsal ereği olan barış; insan türünün sürekliliği için gereklidir. Yaşamalarının, nesillerini çoğaltabilmelerinin ön koşuludur. Antropolojinin bulguları da diğer bilimlerin bulguları gibi, bizlere barışın ne olduğu hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. İnsanlık, tarihsel yolunda ilerlerken, diyalektik olumsuzlamalar insanın yabancılaşmadan kurtularak; bağımsızlaşma ve özgürleşmesinin olanaklarını yaratmaktadır.
Ebedi veya sonsal barış, özgürlüğü öncelikle gerektirir. Özgürlük ise zorunluluğun kavranması ve onun bilincine varılmasıdır. Bireyin kendi eylemlerini ve düşüncelerini yaratması sürecinde dış etkinin olmaması; olanaklı tercihleri kendi yaratarak tercihlerini kendi yapması ve bireyin eylemlerinin de diğerlerinin hareket alanına olumsuz etkide bulunmaması demektir ki; bu duruma özgürlük denebilir. Özgürlüklerin gelişmesi ve genişlemesi de yine barışla ilişkili olarak ele alınabilir ve özgürlükle karşılıklı bir ilişkisi kurulabilir. Karşıt bir düşünüş ya da eylemle karşılaşıldığında ise özgürlük ona karşı hoşgörüyü gerektirir; ama uzlaşmayı ve boyun eğmeyi değil. Özgürlük, karşılıklı çıkarların korunmasını dile getirir.
Her olgu ya da kavram, içerisinde karşıtı olan olgu ya da kavramın öğelerini taşır. Bu ise, savaşın içinde barışı taşıdığı anlamına gelir ve tersi bir düşünüşle -uzlaşmaz karşıtlıklarla iç içe olan toplum ilişkilerinde- barışın içerisinde de savaşın öğeleri bulunabilir. Sınıflı toplumlarda her barış; savaş nedenini de içinde taşır. Sınıfsız toplumda barış, doğa ve evrenle insanın uyumlu gelişmesini ifade eder. Ancak sınıfsız toplumda barışın içinde savaşın ögelerinin bulunması durumu tersine çevrilerek; barışın çelişiği daha değişik ve gelişmiş barış ilişkilerine dönüştürülebilir. Barış ilişkilerinde ortaya çıkan çelişkiler savaş yaratmayacak karşıtlıklara dönüştürülebilir. Savaş olgusu ve kavramı, insan yaşamından, insan özelliği olmaktan çıkarılabilir. Tarih boyunca da savaşın anlamını ve içeriğini yaşayarak öğrenmiş insan, bu yıkıcılık olgusunu tarihin çöplüğüne atabilir.
Sorunsal olarak ortaya konulan “savaş ve barış” olgularının, doğa ve insan özelliklerinden ayrı ya da bağımsız olmaması bize bu konuyu çözümleyebilme olanaklarını vermektedir. Bu belirleme, konunun tarihsel nitelik taşıdığını ortaya koymaktadır. Yine sorunun çözümünün, insanın tarihsel süreç içerisinde dönüştürülmesiyle olanaklı olduğu anlaşılmaktadır. Sorun, geniş ve gerçekçi perspektifle, çevre-koşul-tarih-kültür ve gelişmelerle ilişkisi içinde ele alınır, kültür ögesi savaş irdelenirse; insansal uyumun işareti olan barışın gerçekleşebilir oldu da görülür.
Konu ile ilgili olarak kuramsal ağırlıklı bir açıklama yerine, daha açık, anlaşılabilir somut örnekler koymak; gerçeklikten hareket ederek, konuyu kurgusal değil pratik bir sorun olarak açıklamak da sonuca götürücü olabilir. Bu bakımdan öncelikle yapılacak şey, subjektif bir şey katmadan, sorunun daha net bir şekilde tüm kitleler tarafından açık-seçik görünür hale getirilmesidir. Birtakım öneri, inceleme ve girişimlerle, çözümleme yumağına katılmak gerekir. İnsanın belki de en önemli misyonlarından biri de budur.
Tarih, zaman bilinci içimdeki insanın gelişme ve ilerlemesindeki olayların incelenmesini kendine konu olarak alır. Tarih incelemelerini de insan yapar, geçmiş bilgilerin toplamı ve eldeki verilerden hareketle geçmişte neler olduğunu belirler. Bu belirleme gerçekçi bir şekilde ele alındığında, insanın tarihsel niteliklerinden kalkılarak geleceğine ilişkin birtakım belirlemelerde ve önerilerde bulunabilinir.
İnsanın tarihselliği ve toplumsal oluşu öznitelik ve yönelimlerinden kaynaklanmaktadır. Felsefenin tarihsel insanı; insanlık tarihinin gelişimini, evrilişini görür. İnsanlık tarihinin gelişiminde, olumsuzlamayı çıplak gözle gördüğü gibi; bu gelişmelerden haberdar olmakla kalmaz, onu değiştirir de. Bu yanıyla pratik bir özelliğe sahiptir. İnsanlar, yaşamları boyunca tüm yaptıkları ve olumlu ya da olumsuz olarak bıraktıkları miraslarıyla insanlık kültürünü yaratmışlardır. Yaşananlar ne kadar olumlu ya da olumsuz olursa olsun, insanın tarihidir. İşte bu noktada insanın felsefi görevi başlamaktadır. O, tarihsel görevinin farkında olarak, insanlık tarihinin olumlu ya da olumsuz, iyi ve kötü, doğru ya da yanlış yanlarını görerek; düşünce süzgecinden geçirir ve insanın temel özellikleriyle çatışma ve uygunluk taşıyan noktaları tespit eder. Böylece yararlı ve yararsızı, insana uygunluk değerleriyle ele alıp işleyerek irdeler. Şekillendirmeye başladığı insana uygunluğu, yararlılığı hayata geçirebilmek ereğiyle çabalar. Pratik yönelimleriyle insanın yabancılaşmadan kurtulmasını, kendisini gerçekleştirmesini umar. Bu umma yukarıda belirttiğimiz gibi edilgin değil etkindir. Bir Yunan ozanı bu amaçla düşüncesini dile getirmek istiyor gibidir: İnsan olmaktan daha güzel bir şey yoktur.
Evet İnsan olmaktan daha güzel bir şey yoktur, ama insan olmak, çağımız insanı için neredeyse olanaksız hale gelmiştir. İnsanın, insansal bir yaşantı sürebilmesinin önü tıkanmıştır. İnsan, tarih ve toplum koşullarının etkisiyle, kendi öznitelikleri olmayan, özsel olmayan (ilinek) niteliklerle donanarak hayvansal yaşantıya itilmiştir. Ne kadar güç olursa olsun, insan kendi özünü gerçekleştirmeye, insan olma mücadelesinden yüzünün akıyla çıkmaya çabalamaktadır. Bu çabaya insanlık tarihinin gelişme evreleri lehte veriler olarak kullanılabilir. Örneği: Paris Komünarları ve Bolşeviklerin Politik iktidarı kısa bir süre için de olsa ele geçirmeleri gibi.
Günümüzde öyle dramatik içerikli bir durum ortaya çıkmıştır ki; savaşan insanlar ne için savaştıklarını bile bilmemektedirler. İnsanlar, devletleri için savaşırlarken hiçbir çıkarlarının olmadığının bilincinde değildirler. Satranç tahtasındaki piyonlar gibi nesneye dönüşmüşler ve adeta artık özne (suje) değildirler.
İnsan eylemlerinin, toplum ve çevreyle etkileşimden, içinde bulunulan koşullarıyla biçimlendiği belirtilmişti. İnsan eylemlerinde nedensellik, bilinçli bir ereklilik (varoluşunun başlangıcında değil) ve zorunluluk söz konusudur. Kendi kaderini yaratan insan, yaratıcı, değiştirici, geliştirici özellikleri yanında kolektifliğin ve emek üretkenliğinin, yaşamı için temel faktör olduğunun bilincinde sosyal bir canlıdır. Toplum olma ilişkilerinin sonucu olarak yaratılan savaşı, uyumlu ve insansal bir düzenliliğe taşıyacağı da tespit edilebilir.
Eğer konuyu bir neden-sonuç ilişkisi içinde ele alırsak, neden olarak ileri sürülen faktör ya da faktörler ortadan kaldırıldığında sonucun değişmesi; savaş olgusunun ortadan kalkması gerektiği yargısına varılabilir ya da bu olgunun değişebileceği ve ortaya çıkmayacağı düşünülebilir. Tarih sahnesine bir göz atıldığında ilkel toplulukların yaşamlarında bu türden bir neden-sonuç’ ilişkisi görülebilir.
Özel mülkiyet ilişkilerinin ve dolayısıyla bunun sonucu ortaya çıkan savaşın yıkıcılığını çoğu insan hala görememektedir. Savaşlarda insanlık, acılar ve dertlerle karşı karşıya kalarak; yanmış, yıkılmış şehirlerini ve yokluk içindeki hayatlarını görür. Savaşların ardı arkası kesilmeden sürmesinin, kimlerin işine geldiği artık gizlenememektedir. Ancak bu durumun sorumluları olan kapitalist mülk sahipleri, savaş tacirleri olan silah üreticisi patronlar, ulusal ve uluslararası iktidar sahipleri; savaş makinesinin yıkıcılığının insanlar tarafından görülmemesi ve savaşların farklı temelleri varmış gibi göstermek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Tüm kitle iletişim araçlarıyla, dünya kamuoyunu yanıltmak amacıyla insanları kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirerek, aldatıp yanlı düşünmeye sevketmektedirler. Bu düşüncenin olumlanabilmesi için hemen hatırlanmalıdır ki, 1991’deki Körfez Savaşı’nda petrolle yıkanarak kapkara olmuş bir kuş resmi basın organlarında boy göstermişti. Ama savaş sonunda öğrenildi ki, bu görüntüler yeni değildi. Fransa’nın Manş denizi kıyılarında gerçekleşmiş bir deniz kazasının görüntüleriydi ve Saddam, Körfez’e petrol dökmemişti!
İnsanı diğer canlılardan ayıran genel nitelikleri, toplumsal, tarihsel bir varlık olması bağlamında; emeği ve çalışması aracılığıyla toplumsal yaşamı ve kendini yeniden üreten, bir yandan doğaya uyum sağlarken; diğer yandan doğayı kendi erekliliği doğrultusunda değiştiren etkin bir varlık olmasıdır. İnsanın, dili yaratan, aklını kullanan varlık olarak tanımlanması belirleyicidir. İnsanı bir eksiklikler varlığı, ya da Geist’ı olan bir varlık olarak tanımlayan düşünürler olduğu gibi, konkret (somut) bütünlük sahibi veya biyolojik anlamda hayvanlardan bir derece farkı olan canlı olarak tanımlayan görüşler olduğundan söz edilmişti.
Ancak insan, bunlara ilaveten, koşullara uygun olarak örgütlenebilen bir canlıdır denebilir. Ancak birbirlerine, doğaya ve kendine karşıt olarak örgütlenebildiği kadar; doğaya uyumu ve insansal bir toplumsallığı örgütleyebilen, bu bağlamda örgütlenebilen bir varlıktır da.
Kant, insanın doğal ve özgür bir varlık olduğu görüşünü benimsemiştir. Hegel’de ise insan, bir tarih varlığı olarak kendi-için bir varlık değil, mutlak Tin’in kendini gerçekleştirmesinin aracı olan, ona hizmet eden bir varlıktır. Kant, insanı eğri bir oduna benzetmesine, kötüye eğilimli olduğunu belirtmesine rağmen; yine de insanın barışa, uyumsallığa ve iyiliğe yönelimi de doğasında taşıdığını söylemeden edemez. İnsan doğada kesintisiz etkin bir varlık değildir; ama kesintisiz edilgen bir varlık da değildir. Hem doğanın yasalarına uyar, hem de doğayı kendi akıl yasalarıyla etkilemeye çalışır.
Bireyler gibi devletler de, savaşlar yoluyla birbirlerini ayrı bireylik olarak tanırlar. Hegel’in Avrupa Barış Ailesi düşüncesi, güncel barış felsefesi açısından çok önemlidir. Kant’ın ebedi barış düşüncesinden çok farklı olmakla birlikte, barışın savaş koşullarında bile olanakları olduğundan söz etmesi ve Avrupa gibi gelişmiş bölgelerde barış birliklerinin kurulabileceğini vurgulaması, onun barışa ne kadar gereksinim duyulduğunu gördüğünü ve bunun olanaklarının üzerinde düşündüğünü göstermektedir. Hegel’in, savaşın mutlak kötülük olmadığı ama bu olgunun, dünya Tin’inin gerçekleşmesinin önemli bir aracı olduğu düşüncesinin anlamı şudur:
Toplum ve tarih gelişmelerini nesnel gerçeklik düzleminde ele alan Hegel, bu değerlendirmelerini tinsel bir gerçekleşme isteğinin erekselliğine dayandırır. Karşıtlığın gerçeklikteki empirik yönünü ele alıp, soyut bir tinsel varlığın ereğine bağlayarak düşüncesini temellendirmiştir. Savaşların kökeninde, insanın sonuna kadar anlayamayacağı; ama özgürlüğü gerçekleştirdiğine inanabileceği üstün bir ilke, bir irade vardır. Hegel buna Tin (Geist) demiştir.
Felsefenin bulması gereken, silahlanma yarışının nasıl durdurulacağı değil, savaş koşullarının nasıl ortadan kaldırılacağı olmalıdır. Güncel yaşamın içinde gerçekleştirilmeye çalışılan silahsızlanmanın üzerinde felsefenin bu idesi yükselmelidir. Ancak böyle bir idenin hedeflenmesi durumunda, silahsızlanma da olanaklı olabilir. Fakat öncelikle sorunun açık bir şekilde belirlenmesi önaçıcı olacaktır.
Kant ve Hegel’in tutumlarının ortak dayanakları şu iki ögeye dayandırılabilir: 1) Filozofun insanlık idealini elden bırakmama görevi. 2) Avrupa uluslarının sürekli savaşması gerçeği. Şu da unutulmamalıdır ki; Prusya militarist bir monarşiydi. O dönemde savaşsız bir dünya tasarlamak, siyasal sakıncaları bir yana; felsefi bakımdan romantik bir ütopizm olarak hemen yargılanabilirdi. Hegel’in yaşadığı dönemde silahların gelişmişlik seviyesi, yıkıcılık gücü büyük felaketlere yol açabilecek güçteydi; fakat günümüzdeki savaş silahlarının gelişmişlik seviyesi ve yıkıcılığının, insan türünün varlığını tehdit edecek ölçüde büyüklüğü yanında pek önemli değildi. Öte yandan, Hegel’in mutlak savaş anlayışını, diyalektik çelişkide karşıtların birliği ve birbirleriyle çatışması bağlamında anlamak gerekir. Karşıtların birliğinin çelişki taşıması, bu çelişkinin çatışma yoluyla çözülmesi gerçeği; Hegel’i, savaşın mutlak ve saltık olduğu düşüncesine götürdüğü söylenebilir. Avrupa Barış Ailesi’nden söz etmesi ise şöyle yorumlanabilir: Her çelişik empirik gerçeklik, zorunlu olarak bir savaşa yol açmaz ama; karşıtlıklar, uyumsallığa (barışa) göre çözümlenebilme olanağı taşıyabilirler.
Ulusların, başka uluslar tarafından boyunduruk altında tutulması, eşitsizliğin uluslararası planda yansımasından başka bir şey değildir. Tek tek insanların ve toplumların özgürce yaşamasının da ölçütü olarak, ulusların kendi kaderini tayin hakkını kullanıp kullanmadıkları belirleyici görünmektedir. Başka bir halkı ezen halk, özgür olamaz düşüncesinde olan Marx, gerekli görülen bireysel özerklik gibi; türsel birliğin oluşması için temel ilkenin ulusların eşit haklara sahip olması gerçeğinden hareket eder
Çünkü bu ilke bir ulusun diğer ulustan üstün olduğu mantığını yıkarak, ulusların eşitlik, kardeşlik ve dayanışma ilkeleriyle, karşılıklı sevgi, saygı ile hakların korunmasını sağlayacaktır. İnsanlar kendi üstüne düşeni yapmakla, tarihi misyonlarını yerine getirmiş olacaklardır. Adaletli olmak ve adaleti gerçekleştirmek, insansal amaçların gerçekleştirilmesi için belirleyici önem taşımaktadır. “Adillik, gerekenleri yapmaktır; adaletsizlik, gerekenleri yapmaktan kaçınmak” diyen Demokritos, haklıya hakkını, tecavüz edene de cezasını vererek adaleti sağlamak istemektedir(2).
Toplum ilişkilerinde karşılaşılan olayların sağlıklı bir değerlendirmesi toplumun emirlerine uysallıkla boyun eğmeyle değil; onları eleştiriye dayanarak “hayır” ile karşılamak ve yeniden insansal biçemle ele almakla olanaklıdır. Bu tutuma bir örnek: Askeri birliğe katılması için davet yazısı alan Van der Ver, komutana yazdığı, pasifist nitelikli yanıtta şöyle demektedir:
“Henüz bir çocukken bana askerlik sanatını, yani öldürme sanatını öğretmelerine izin vermiştim; şimdi ise reddediyorum! Özellikle, kişisel hiçbir itki ya da neden olmadan, insan vicdanına ters düşen bir cinayet olarak gördüğüm komuta ile adam öldürmeye hiç niyetim yok. Bana insanı, bu tür cinayetler ya da katliamlar işlemekten daha alçaltıcı başka bir şey gösterebilir misiniz? … Gerektiğinde, bana hiçbir kötülükte bulunmamış insanlara ateş etmem için ’emredilebilir’. Sanırım askerler ateş etmeyi, ağacın dallarını ya da yapraklarını vurmak için öğrenmiyorlar. Belki şöyle diyeceksiniz: ‘Ulusal Muhafız Birliği her şeyden önce ülkedeki düzenin korunmasına hizmet eder’. Sayın komutan! Toplumumuzda gerçekten düzen hüküm sürseydi, toplumsal organizma gerçekten sağlıklı olsaydı; yani toplumsal ilişkilerde bu denli aşırı suistimaller olmasaydı, biri açlıktan ölürken, diğerinin israf ve bolluk içinde yüzmesine göz yumulmasaydı(3), işte o zaman beni bu düzeni savunanların ilk safında görürdünüz; ancak mevcut düzenin korunmasına yardımcı olmayı reddediyorum. Birbirimizi aldatmayalım, sayın komutan! Bu düzeni korumanın ne anlama geldiğini ikimiz de çok iyi biliyoruz: Haklarını idrak etmeye başlayan yoksul işçilere karşı zenginlere destek olmak. … daki grevde… birliğinizin oynadığı rolü görmedik mi? Bu birlik, hiçbir neden olmadan, tehdit altındaki şirketlerin sadece mal ve mülkünü korumak için saatlerce görev başındaydı. … Tüm bu nedenlerden, ama özellikle komuta ile insan öldürmekten nefret etmem nedeniyle Ulusal Muhafız Birliğinde hizmet etmeyi reddediyorum; sizden ricam, bana ne üniforma ne de silah gönderin, çünkü onları kullanmaya hiç niyetim yok”(4).
Tolstoy’un bu mektup üzerine kaleme aldığı yukarıdaki düşünceleri ilgi çekicidir (5)
Bu düşüncenin sonuçlandırılmasında, yöneticilerin her zaman yönetim, statü ve hiyerarşi peşinde oldukları vurgusu önemlidir. Önemlidir çünkü, insan için her zaman en tehlikeli durum, yöneten ve yönetilenin varlığını değişik biçim ve tarzlarda da olsa sürdürmesi olarak belirlenebilir. Bu karşıt tabakalı topluma ilişkin betimleme, insanlık tarihinin her zamanı için en tehlikeli süreci ortaya çıkaran ögeleri içermektedir. Sorun, bu problemlerin kaynağı olan karşıtlıkların ortadan kaldırılabilmesinin geliştirilmesi olarak görülmektedir.
“İnsan olmak, her şeyden sorumlu olduğumuzu hissetmek demektir. Sorumlu olmadığımız ve kınayamayacağımız kötülüklerden dolayı da utanç duymamız demektir”, diyen Saint Exuperi’ye katılmamak duyarsız olmak değil de nedir? Duyarsızlığın, pasiflik ve edilgenliğin, insanı kendi niteliklerinden arındırması demek değil de nedir? Çünkü insan, etkin, denetleyici ve değiştirici olması, üretkenliği, emeği ve çalışmasıyla belirlenmektedir. Eğer bu özelliklerin yerine karşıtları ortaya konulursa, insanın insan olmaktan çıktığı böylece sıradan bir doğa objesi haline geldiği görülür. Oysa insan suje (özne) olarak kontrol edicidir. Bu yeteneğinin temeli çalışma, yani emektir.
Barışın nükleer bir savaştan sonra ortaya çıkacağı; çünkü barış yapacak güçlerin kalmayacağı gerçeği, yani nükleer bir savaştan sonra insanlığın yok olma olasılığı, kalıcı bir barışın kurulmasını daha da acil bir hale getirmektedir. “Nükleer bir tufandan ikinci bir Nuh gemisinin çıkmayacağı” ortadadır. Burada anlatılmak istenen, nükleer bir savaştan sonra geleceğin hiç de yaşanır ve güzel olmayacağıdır. Kimin kurtulacağı belli olmadığı gibi, büyük olasılıkla kimsenin kurtulamayacağını da düşünmek gerekir. Politika aracılığıyla insanlığın genel insansal etkinliklerinden yalıtılmasına bir son verilmeli; her şeyden önce yapılması gereken, çıkar gözeterek birey ya da devleti savunma yerine; genel insan değerleri aracılığıyla insanlığı destekleyerek, toplumsal nitelikleri tüm yanlarıyla geliştirmek olmalıdır.
Pratik barış talebinin, tarih boyunca özel mülkiyete sahip olmayan, emekleriyle geçinen, savaşlarda askere alınarak zorunlu yurttaşlık görevlerini yerine getirmek adına hayatlarını vermekle kalmayıp, ailelerini ve çocuklarını kaybeden halk kitleleri tarafından istendiği görülmekteyken; savaşın da, politik iktidarın temsil ettiği işverenler, özel işletme sahipleri, silah üreticileri ve bunların yan sanayilerinin sahipleri ve sözcüleri, yani zengin bir kesim olduğu görülmektedir.
Genel anlamda suç, insanın tarihsel gelişim sürecinde yarattığı olumlu değerlere, insansal kazanımlara karşı, bu insansal değerleri saptırmaya, insanın sonsal ilerlemesini durdurmaya çalışma davranışı ya da düşüncesi olarak tanımlanabilir. Bu tanıma dayanarak, özgür bir yaşam için mücadele gerekli görülebilir.
Savaş, insanın özniteliklerinin değil ama tarihsel süreç içinde ilişki, çevre ve koşulların etkisiyle insanlığın yaşamında belirleyici -ilineksel de olsa bir nitelik olmuştur. Savaşın kimin için iyi ya da kötü olduğuna bakılmaksızın tarihe karışması ve insan türünü tehdit eden bir tehlike olmaktan çıkarılması için insanlığın sonsal hedefleri arasına savaşın ortadan kaldırılmasını, yasaklanmasını hedefleyen bir ilke koyarak, savaşın neden ve sonuçlarının olumsuzlanması gerekir. Olgusal bir zorunlulukla ortaya çıkmış fetih ve yağmaya dayalı olan savaşlar; yerini doğa ile insan arasındaki uyumlu bir çelişkiye ya da doğayı korumayı içeren birlikteliğe bırakabilir. Bu anlamda, sömürüye, haksızlığa ve eşitsizliğe karşı mücadele; savaşsız ve sömürüsüz özgür bir dünya için ön koşul olur. Bu noktada ulusal sorunların çözümlenmesinin gelecek toplum yapıları için ivediliği ortaya çıkmaktadır. Ulusların kaderlerini tayin hakkı, tıpkı özgürlük idesinin bireysel otonomide gerçekleşmesi gibi genel ve insansal ilke olarak hayata geçirilmelidir.
Jaspers’in belirlemiş olduğu gibi, birbirini destekleyen barış ve özgürleşme düşüncesinin bir arada ele alınması, kalıcı bir barışın yaratılmasında belirleyici önem taşımaktadır. Birey ve toplumu içeren özgürlük, barış ve uyumsallığı engelleyen belirleyiciler ortadan kaldırılmalıdır. Tıpkı ordu ve otorite içeren diğer kurumlar gibi, egemenlik yapıları insansal amaçlarla dağıtılmalıdır. Çünkü; hakikatte hiçbir toplum ya da ulusun ordusu yoktur. Yalnızca egemen olanların, otorite ve gücü, böylelikle de ekonomik, politik ve askeri gücü vardır. Ordu ve kolluk kuvvetleri, gücü elinde bulunduranlara hizmet eder.
Son olarak, saldırganlık, şiddet, egemenlik hiyerarşisi ve düzenin iktidar odaklarının küreyi denetim altına almak için giriştikleri savaş karşısında ne yapmalıdır? Söz konusu güçlerin sınırsız güç ve kaynakları karşısında yapılacak şey, yalnızca onların dikte ettiklerine “hayır” demektir. Bu “hayır”, yaşamın tüm alanlarına yayılan bir “hayır” olmalıdır. Düşünce, eylem, kültür, eğitim, ekonomi, politika, hukuk, felsefe ve hayata dair olan her alanda iktidar ve hiyerarşilere “hayır” demek ve bu “hayır”ı yaşamak, yaşatmak gerekir. Zor olan, “hayır”ı kurmaktır.
Camus’nün(6) ifadesi değiştirilerek denebilir ki, bir tek eylem vardır yararlı olan: İnsanı ve yeryüzünü insansal(7) yönde değiştirecek olan eylem.
NOTLAR
* Çetin Veysal, Savaşın Felsefesi, Etik Yayınları, İstanbul 2006, s. 327-344.
1 Ayrıntılı bilgi için bkz: J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, YKY, İstanbul 2002, s. 69-106.
2 W. Kranz, Antik Felsefe, Sosyal, İstanbul 1984, s. 179.
3 Burada şunları eklemek gerekir; yalnızca toplumsal yaşamın hayatta kalma gereksinmelerinin karşılanması değil. ama aynı zamanda insanın olanaklarına işa-ret eden yeteneklerinin yani insansal gereksinmelerin de -sanat. felsefe ve boş zaman (!) diye anılan; ama insanın kendini yeniden yarattığı zamandaki etkinlikleri- karşılanması zorunludur.
4 Lev Tolstoy, Savaşa Karşı Yazılar, Pencere, İstanbul 1994, s. 9-11.
5 Agy, s. 17
6 “Bir tek eylem vardır yararlı olan: insanı ve yeryüzünü yeni baştan düzeltecek eylem” (A. Camus, Sisifos Söyleni, Can, İstanbul 1998, s. 94)
7 Doğaya olduğu gibi türümüze de karşılıklı yardımlaşma, özveri, dostluk ve sevgiyle yaklaşan, bireyin kendini özgür hissedeceği, kendini gerçekleştireceği olanak ve koşullan sağlayan eylem biçiminin adlandırılması.