Fark etmemiz gereken o ki, bizler sadece çevre tarafından koşullanmıyoruz, biz çevrenin ta kendisiyiz, çevreden ayrı bir şey değiliz. Düşünce ve cevaplarımız, parçası olduğumuz toplumun bize dayattığı değerler tarafından koşullandırılıyor. Ancak bizler çevrenin toplamı olduğumuzu bir türlü göremiyoruz, çünkü içimizdeki bazı varoluşlar benliğin “ben”i etrafında dönüyor. Benlik bu varoluşlardan oluşur, bunlar çeşitli biçimlerde ortaya çıkan katıksız arzulardır. Bu arzu kümelerinden merkez figür, düşünen adam, “ben” ile “benim”in iradesi ortaya çıkar; böylece benlik ile benlik olmayan arasında, “ben” ve çevre ya da toplum arasında bir bölünme başlar. Bu ayrılık çelişki, içsellik ve dışsallığın başlangıcıdır.
Çoğumuz okuma ve yazma öğreterek insanlara ait sorunları çözebileceğimizi zannederiz; oysa bu fikrin yanlış olduğu kanıtlandı. Eğitimli tabir edilen insanlar barışçıl, bütünleşmiş değiller ve onlar, dünyanın karışıklığından ve sefaletinden sorumlular.
Doğru eğitim zekanın uyanışı, bütünleşmiş bir yaşamın beslenmesi anlamına gelir ve sadece bu tip bir eğitim yeni bir kültür ve barışçıl bir dünya yaratabilir; ancak bu tip bir eğitim oluşturmak için tamamen farklı bir temelde taze bir başlangıç yapmak zorundayız.
Bizi mahva sürükleyen bir dünyada teoriler ve boş siyasi soruları tartışarak yüzeysel reformlarla oynarız. Bu bizim mutlak düşüncesizliğimize işaret etmez mi? Bazıları buna katılsa da, her zaman yaptıklarını yapmaya devam eder; işte bu, varoluşun hüzünlü yanıdır. Bir gerçeği duyduğumuz halde üstüne gitmiyorsak, sorun kendi içimizde zehre dönüşür ve bu zehir psikolojik rahatsızlıklar, dengesizlik ve hastalıklara yol açarak yayılır. Ancak bireyin içindeki yaratıcı zeka uyandığında barışçıl ve mutlu bir yaşam olasılığı vardır.
Sadece bir hükümet, bir parti, bir sınıf veya bir istismarcı yerine bir başkasını getirmek zeka değildir. Kan asla sorunumuzu çözmez. Ancak bütün değerlerimizi düzelten, içe dönük derin bir devrim farklı bir çevre, zeki bir sosyal yapı yaratabilir ve böyle bir devrim sadece sizin ve benim tarafımızdan gerçekleştirilebilir. Bizler bireysel olarak kendi psikolojik bariyerlerimizi yıkmadan ve özgürleşmeden, yeni bir düzen ortaya çıkmayacak.
Kağıt üzerinde parlak bir ütopya, yepyeni bir dünya tasarlayabiliriz; ancak mevcut olanın bilinmeyen bir gelecek için feda edilmesi kesinlikle ve hiçbir zaman sorunlarımızı çözmeyecektir. Şimdi ile gelecek arasına giren o kadar çok unsur vardır ki, hiç kimse geleceğin nasıl olacağını bilemez. Eğer samimiysek yapabileceğimiz ve yapmamız gereken şey, sorunlarımızı şimdi çözmektir, geleceğe ertelemek değil. Ebediyet gelecekte değildir; ebediyet şimdidir. Sorunumuz şimdi mevcuttur ve sadece şimdi çözümlenebilir.
Ciddi olanlarımız kendilerini yenilemek zorundadır; fakat yenilenme ancak, kendini korumacı ve saldırgan arzularımızla yarattığımız değerleri yıktığımız zaman oluşur. Kendini bilme özgürlüğün başlangıcıdır ve sadece kendimizi bildiğimiz zaman düzen ve barış yaratabiliriz.
Şimdi, bazıları sorabilir, “Tek bir birey tarihi etkilemek için ne yapabilir? Yaşam tarzıyla herhangi bir şey başarabilir mi?” Kesinlikle başarabilir. Siz ve ben açıkçası savaşları anında durduramayız ya da ulusları bir anda anlaştıramayız; fakat en azından günlük ilişkilerimizin dünyasında, kendi etkisini yaratan kökten bir değişime neden olabiliriz.
Bireysel aydınlanma geniş insan gruplarını etkiler, fakat sadece kişisel olarak bir sonuç amaçlanmadığında. Eğer kişi kazanç ve etki açısından aydınlanmayı düşünürse, kendisi için doğru dönüşüm mümkün olmayacaktır.
İnsanın sorunları basit değil, tersine çok karmaşıktır. Bunları anlamak sabır ve içgörü gerektirir ve bizim bireyler olarak bunları kendimiz için çözümlememiz çok önemlidir. Bunlar kolay formüller ya da sloganlarla anlaşılamaz; ya da belirli bir alanda çalışan uzmanların kendi seviyelerinde çözümlenemez, çünkü bu sadece daha fazla karışıklık ve sefalete yol açar. Sorunlarımızın çoğu yaşanan sürecin sonunda sadece kendimizin farkına vardığımız zaman anlaşılır ve çözülür, yani kendi psikolojik potansiyelimizi anladığımızda, ve hiçbir dini ya da siyasi lider bize bu anlayışın anahtarım veremez.
Kendimizi anlamak için, sadece insanlarla olan ilişkimizin değil, ama aynı zamanda mülk, fikir ve doğayla olan ilişkimizin farkına varmalıyız. Eğer insan ilişkilerinde gerçek bir devrim yapmak istiyorsak, ki bu tüm toplumun temelidir, kendi değer ve görüşlerimizde kökten bir değişim olmalıdır; fakat bizler kendi gerekli ve kökten dönüşümümüzden kaçınarak dünyada, her zaman kan döken ve yıkıma yol açan siyasi değişimler yaratmaya çalışırız.
Duygulara dayalı ilişki asla özden kurtulma aracı olamaz; bununla birlikte ilişkilerimizin çoğu duyguya dayanır; kişisel avantaj, konfor ve psikolojik güvence arzumuzun bir sonucudur. Özden anlık bir kaçış fırsatı sağlamalarına rağmen, bu tip ilişkiler kişiye ancak kapalı ve engelleyici faaliyetleriyle güç verir. İlişki, benlik ve benliğin tüm faaliyetlerinin görülebildiği bir aynadır ve ancak benliğin yöntemleri ilişkideki tepkilerde kavrandığında benlikten yaratıcı bir kurtuluş gerçekleşir.
Dünyayı dönüştürmek için kendi içimizde yenilenme olmak zorundadır. Şiddet ve birbirini tasfiye etme ile hiçbir şey elde edilemez. Gruplara katılarak, sosyal ve ekonomik reformları inceleyerek, yasalar yürürlüğe koyarak ya da dua ederek geçici bir kurtuluş yaşayabiliriz; fakat ne yaparsak yapalım, kendimizi ve içimizde mevcut olan sevgiyi bilmezsek, sorunlarımız artar. Oysa zihnimizle kalbimizi kendimizi bilme görevine adarsak, şüphesiz pek çok çelişki ve üzüntümüzü çözeriz.
Modern eğitim bizleri düşüncesiz varlıklara dönüştürüyor; bireysel mesleklerimizi bulmamıza çok az yararı var. Sınavları geçtikten sonra eğer şanslıysak bir iş buluruz. Bu, genellikle hayatımızın geri kalanı için sonsuz bir rutin anlamına gelir. İşimizi sevmeyebiliriz, ancak başka geçim araçlarına sahip olmadığımız için devam etmeye mecbur ediliriz. Belki de tamamen farklı bir şey yapmak istediğimiz halde bağlılıklar ve sorumluluklar bizi tuttuğu için etrafımız kendi endişe ve korkularımızla kuşatılmıştır. Bunalmış bir halde cinsellik, içki, politika veya dinde bir kaçış ararız.
İhtiraslarımız engellendiğinde, doğal olarak bunlara manasızca önem verir ve psikolojik sıkıntılar geliştiririz. Kendi hayatımız ve sevgimiz, siyasi, dini ve toplumsal arzularımız ve bunların gerektirdiği ve engel olduğu durumlarla ilgili anlaşılır bir kavrayış geliştirene kadar, giderek artan bir şekilde ilişkilerimizde bizi keder ve yıkıma götüren sorunlar yaşarız.
Cehalet benliğin yöntemini bilme eksikliğidir ve bu cehalet yüzeysel faaliyet ve reformlarla dağıtılamaz; ancak kişinin sürekli, benliğin bütün ilişkilerindeki hareket ve cevaplarının farkında olması ile dağıtılabilir.
Fark etmemiz gereken o ki, bizler sadece çevre tarafından koşullanmıyoruz, biz çevrenin ta kendisiyiz, çevreden ayrı bir şey değiliz. Düşünce ve cevaplarımız, parçası olduğumuz toplumun bize dayattığı değerler tarafından koşullandırılıyor. Ancak bizler çevrenin toplamı olduğumuzu bir türlü göremiyoruz, çünkü içimizdeki bazı varoluşlar benliğin “ben”i etrafında dönüyor. Benlik bu varoluşlardan oluşur, bunlar çeşitli biçimlerde ortaya çıkan katıksız arzulardır. Bu arzu kümelerinden merkez figür, düşünen adam, “ben” ile “benim”in iradesi ortaya çıkar; böylece benlik ile benlik olmayan arasında, “ben” ve çevre ya da toplum arasında bir bölünme başlar. Bu ayrılık çelişki, içsellik ve dışsallığın başlangıcıdır.
Hem şuur düzeyinde hem de saklı olan bütün bu sürecin farkına varmak meditasyondur; benliğin bu arzusu ve çelişkili meditasyonu deneyim üstü bir durumdur. Eğer kişi benliğini, kendini korumaya alan etki ve değerlerinden özgürleşmek istiyorsa, kendini bilmesi gerekir ve yalınzca bu şekilde elde edilen özgürlükte yaratıcılık, gerçek vardır.
Fikir ve gelenekler düşünce ve duygularımızı en hassas yaşlarımızdan itibaren biçimlendirir. Ani etki ve izlenimler güçlü ve kalıcı etkiler üretir ve bu etkiler bütün bilinçli ve bilinçsiz yaşamımızın akışım şekillendirir. Uyum çocukluktan başlayarak eğitim ve toplumsal tesirlerle devam eder.
Taklit etme arzusu yaşamımızda çok güçlü bir faktördür, sadece yüzeysel seviyede değil derinlerde de. Neredeyse yok denecek kadar az bağımsız düşünce ve duygulara sahibiz. Ortaya çıktıklarında ise sadece tepki olarak vardırlar, bu yüzden yerleşmiş kalıplardan özgürleşmiş değildirler; çünkü tepkide özgürlük yoktur.
Felsefe ve din, gerçeği fark ettirebilecek birtakım metotlar sunar; bununla birlikte metot günlük sosyal yaşamımızda ne kadar faydalı görünürse görünsün, yalınzca bir metodu izlemek düşüncesizliğe ve bütünleşmemiş kalmaya götürür. Uyum hevesi bu bir güvence arzusudur korkuyu besler; üstelik itaate teşvik ederek, bizlere kurnazlıkla veya çirkin bir şekilde hükmeden siyasi ve dini otoriteleri, lider ve kahramanları öne çıkarır; fakat uyum sağlamamak sadece otoriteye karşı bir tepkidir ve hiçbir şekilde bizim bütünleşmiş bireyler olmamızı sağlamaz. Tepki sonsuzdur, sadece bir başka tepkiye yol açar.
Uyum, altında yatan korku ile birlikte, engeldir; ancak bu gerçeği sadece entelektüel seviyede bilmek engelleri çözümlemez. Ancak tüm benliğimizle engellerin farkına vardığımızda, daha fazla ve daha derin engeller yaratmaksızın bunlardan kurtulabiliriz.
İçsel olarak bağımlı olduğumuzda, gelenekler üstümüzde oldukça baskın olur ve geleneksel çizgide düşünen bir zihin yeni olanı keşfedemez. Uyum sağlamak bizi zalim bir sosyal makinenin içindeki alelade taklitçilere, dişli çarklara dönüştürür. Önemli olan bizim ne düşündüğümüzdür, başkalarının bizim ne düşünmemizi istemeleri değil. Geleneklere uyum sağladığımızda, kısa zamanda olmamız gereken şeyin basit bir kopyası haline geliriz.
Ne olmamız gerektiğiyle ilgili bu taklit korkuyu besler ve korku yaratıcı düşünceyi öldürür. Korku, yaşamın bütünsel anlamına karşı tetikte olmamamız için zihin ile kalbi donuklaştırır; kendi acılarımıza, kuşların hareketine, başkalarının gülümseme ve kederlerine karşı duygusuzlaşırız.
Bilinçli ve bilinçsiz korkunun pek çok nedeni vardır ve bunlardan kurtulmak için dikkatli bir gözlem gerekir. Korku disiplin, yüceltme ya da herhangi bir başka irade davraınşı ile yok edilemez; nedenleri araştırılmalı ve anlaşılmalıdır. Bu, sabır ve herhangi bir önyargının bulunmadığı bir farkındalık gerektirir.
Bilinçli korkularımızı anlamak ve çözmek daha kolaydır. Ancak çoğumuz bilinç altındaki korkuların farkında bile değiliz, çünkü onların yüzeye çıkmalarına izin vermeyiz; ve nadiren yüzeye çıktıklarında, hızla onların üstünü örtmek, onlardan kaçmak isteriz. Gizli korkular çoğunlukla kendilerini rüyalar veya diğer anlatım formlarıyla bildirirler ve yüzeysel korkulardan çok daha büyük bir gerileme ve çelişkiye neden olurlar.
Yaşamımız sadece yüzeyde değildir, büyük bir kısmı sıradan bir gözlemde gözden kaçar. Eğer kendi karanlık korkularımızı açarak çözmek istiyorsak, bilinçli zihin belli bir derecede hareketsiz olmalı, sürekli meşgul tutulmamalıdır; o zaman korkular yüzeye çıktıkça hiçbir engelle karşılaşmadan gözlemlenmelidir, çünkü herhangi bir kınama ya da önyargı sadece korkuyu güçlendirir. Bütün korkulardan özgürleşmek için korkunun karanlık etkisine karşı uyanık olmalıyız, çünkü korkunun birçok nedeni, ancak sürekli dikkat sayesinde ortaya çıkar.
Korkunun sonuçlarından biri de, insan işlerinde otoritenin kabullenilmesidir. Otorite haklı, rahat, güvende olma ve bilinçli çelişki ya da rahatsızlıklardan uzak olma arzumuzla yaratılmıştır. Oysa bilge diye tabir edilen kişi için bu, bir tür saygı ve uysallık şekli olsa da korkuyla sonuçlanan hiçbir şey kendi sorunlarımızı anlamamıza yardım etmez. Bilge otorite kullanmaz, ayrıca otorite sahipleri bilge değildir. Hangi biçimde olursa olsun korku bizim, kendimizi ve her şeyle olan ilişkimizi anlamamızı engeller.
Otoritenin peşinden gitmek zekanın inkarıdır. Otoriteyi kabul etmek egemenliğe teslim olmak, bir bireye, gruba ya da ister dini ister siyasi bir ideolojiye boyun eğmektir; kişinin otoriteye boyun eğmesi, sadece zekanın değil ama aynı zamanda bireysel özgürlüğün de inkarıdır. İman ya da bir fikir sistemine itaat etmek kendini koruma tepkisidir. Otoriteyi kabullenme geçici olarak zorluklarımızı ve sorunlarımızı ört bas edebilir; ancak sorundan kaçmak onun sadece şiddetini artırır, böylece süreçte kendini bilme ve özgürlük terk edilmiş olur.
Özgürlük ile otoriteyi kabullenme arasında nasıl fedakarlık olabilir? Fedakarlık varsa, o zaman kendini bilme ve özgürlük arayışında olduğunu söyleyenler kendi çabalarında samimi değillerdir. Özgürlüğün nihai bir sonuç, bir hedef olduğunu ve özgür olmak için önce kendimizi birtakım baskı ve yıldırma biçimlerine teslim etmek zorunda olduğumuzu düşünüyor gibiyiz. Uyum vasıtasıyla özgürlüğe ulaşmayı umuyoruz; oysa araçlar da sonuç kadar önemli değil midir? Sonucu araçlar şekillendirmez mi?
Barış için kişi barışçıl araçlar kullanmalıdır; çünkü eğer araçlar şiddet içerirse, nasıl barışçıl bir son olabilir? Son özgürlük ise, başlangıç özgür olmalıdır, çünkü son ile başlangıç tektir. Ancak en başında özgürlük olduğunda kendini bilme ve zeka var olabilir ve otoriteyi kabullenmek özgürlüğü inkar etmektir.
Otoriteye çeşitli biçimlerde tapınırız; bilgi, başarı, güç vs. Bizler bir gencin üstünde otoritemizi kullamrken, bir yandan üstün otoriteden korkarız, insan içsel görüşe sahip olmadığında, dış güçler ve pozisyon çok fazla önem arz eder; o zaman birey otorite ve zorlamaya git gide daha çok maruz kalır, başkalarının enstrümanı haline gelir. Bu sürecin etrafımızda devam ettiğini görebiliriz; kriz anlarında demokratik uluslar demokrasilerini unutarak ve insanları uyum sağlamaya zorlayarak totaliter rejimler gibi davranırlar.
Yönetme ve yönetilme arzumuzun ardındaki zorlamayı anlayabilirsek, belki o zaman otoritenin sakat etkilerinden kurtulabiliriz. Emin, haklı, başarılı olma ve bilme arzusuyla yanıp tutuşuruz; kesinlik ile istikrar için duyulan bu arzu, içimizde kişisel deneyim otoritesi inşa ederken aynı zamanda dışarıda toplum, aile, din gibi konularda da otorite yaratır. Ancak salt otoriteyi görmezden gelmek ve dışsal sembollerinden arınmak çok fazla önemli değildir.
Bir gelenekten kurtularak bir başkasına uyum sağlamak, bir lideri bırakıp bir başkasının peşine düşmek yüzeysel bir davranıştan başka bir şey değildir. Eğer otoritenin bütün süreçlerinin farkında olmak, içyüzünü görmek, kesinlik arzusunu anlamak ve aşmak istiyorsak, o zaman fazlasıyla farkındalığa sahip olmamız ve sonunda değil başında özgür olmamız gerekir.
Kesinlik ve güvenlik açlığı benliğin en büyük aktivitelerinden biridir ve bu zorlayıcı dürtü sürekli izlenmelidir; salt başka bir tarafa yönlendirilmeden ve zorlanmadan ya da arzu edilen bir kalıba uydurulmadan. Benlik, “ben” ve “benim” çoğumuzun içinde son derece güçlüdür; uyurken ya da uyanıkken hep tetiktedir, her zaman kendi kendim güçlendirir.
Ancak benliğin farkındalığı oluştuğunda ve bütün faaliyetlerinin, ne kadar kurnaz olursa olsun kaçınılmaz olarak çelişki ve acıya yol açacağı idrak edildiğinde, o zaman kesinlik ve kendini devam ettirme açlığı son bulur. Kişi sürekli benliğin kendi yöntem ve hilelerim ortaya koymasına karşı tetikte olmalıdır; ancak onları anlamaya başladığımızda ve otorite ile onu kabullenme ve inkar etmemize neden olan bütün içeriklerini anlamaya başladığımızda, o zaman kendimizi çoktan otoriteden kurtarmış oluruz.
Zihin kendini güvenceye alma arzusuyla kendine yönetilme ve kontrol edilme izni verdiği sürece, benlikten ve onun sorunlarından kurtulmak imkansızdır; işte bu yüzden din denilen dogma ve organize inançlardan kurtulmak da imkansız hale gelir. Dogma ve inanç sadece kendi zihnimizin yan sımalarıdır. Ayinler, puja, kabul edilmiş meditasyon formları, sürekli tekrar edilen kelimeler ve cümleler, birtakım hoşa giden cevaplar üretebilmelerine rağmen, zihni benlik ve benliğin aktivitelerinden özgürleştirmezler; çünkü benlik, sezinin sonucudur.
Keder anlarında Tamı diye adlandırdığımız varlığa döneriz bu, zihnimizin görüntüsünden başka bir şey değildir ya da hoşa giden açıklamalar buluruz ve bu bize geçici bir rahatlık sağlar. Peşine düştüğümüz dinler kendi umut ve korkularımız, içsel güvenlik ve sigorta arzumuz tarafından yaratılmıştır ve otoriteye tapınma, bir kurtarıcı, bir usta ya da rahip için olsun, itaat, kabullenme ve taklit getirir. Böylece tıpkı partiler ve ideolojiler gibi Tanrı adma da sömürülürüz ve acı çekmeye devam ederiz.
Adımız her ne olursa olsun hepimiz insanız ve acı çekmek bizim kaderimiz. Keder hepimize aşinadır, hem idealistlere hem de materyalistlere. Şimdi, çelişkili ve acı çeken bir ruh halinde olduğumuz zaman kavrayış olmaz; böyle bir ruh hali, ne kadar kurnaz ve dikkatli düşünerek hareket edersek edelim, sadece daha fazla karmaşa ve kedere yol açar. Çelişkiyi anlamak ve ondan kurtulmak için karmaşa ile zihnin bilinçaltı yöntemlerinin farkına varmak gerekir.
Hiçbir idealizm, sistem ya da kalıp zihnin derin çalışmalarını açığa çıkarmaya yardımcı olamaz; tersine, her tür formül ve karar bunların keşfedilmesini engelleyecektir. Olması gerekenin peşine düşmek, prensiplere, ideallere, bir hedef yerleştirmeye olan bağlılık… bunların hepsi birçok yanılsamaya yol açar. Eğer kendimizi bilmek istiyorsak, belirli bir kendiliğindenlik, gözlemleme özgürlüğü gerekir, oysa zihin yüzeysel, idealist ya da materyalist değerlerle kapatıldığında bu imkansızdır.
Varoluş ilişkidir ve ister organize bir dine ait olalım ya da olmayalım, ister sözlere veya ideallere takılalım, acılarımız sadece kendimizi ilişkilerde anlama yoluyla çözümlenebilir. Sadece kendini bilme insana sükûnet ve mutluluk getirir, çünkü kendini bilme zeka ve bütünleşmenin başlangıcıdır. Zeka yüzeysel bir tanzimden ibaret değildir; zihnin yetiştirilmesi, bilginin elde edilmesi değildir. Zeka yaşamın yöntemlerini anlama kapasitesi, doğru değerleri algılamadır.
Modem eğitim zekayı geliştirirken, insan varlığının toplam sürecine bir anlayış getirmeden, gitgide daha fazla teori ve veri sunuyor. Bizler oldukça entelektüeliz; kurnaz zihinler geliştirdik ve açıklamalara takıldık. Akıl teori ve açıklamalarla tatmin olsa da zeka tatmin olmuyor ve varoluşun toplam sürecini anlamak için, zihin ile kalbin bütünleşmiş şekilde hareket etmesi gerekiyor. Zeka sevgiden ayrı değildir.
Çoğumuz için bu içsel devrimi başarmak son derece zordur. Meditasyon yapmayı, piyano çalmayı, yazmayı biliyoruz ama meditasyoncu, müzisyen ya da yazar olmayı bilmiyoruz. Yaratıcı değiliz, çünkü kalplerimizi ve zihinlerimizi bilgi, enformasyon ve kibirle doldurduk; başkalarının düşündüğü ve söylediği özlü sözlerle doluyuz. Ancak önce deneyim gelir, deneyim yöntemleri değil. Sevginin ifadesinden önce sevginin olması gerekir.
O zaman sadece aklın yetiştirilmesinin bu, bilgi kapasitesini artırmaktır zeka ile sonuçlanmayacağı açıktır. Akıl ile zeka arasında bir fark vardır. Akıl duygudan bağımsız olarak çalışmayı öğrenmiştir, zeka ise mantık yürütmenin yanı sıra hissetme kapasitesine de sahiptir; ve yaşama sadece akıl veya sadece duygu yerine zeka ile yaklaşana kadar, dünyadaki hiçbir siyasi ya da öğrenim sistemi bizi kaos ve yıkım tuzağından kurtaramaz.
Bilgi zeka ile kıyaslanamaz, bilgi bilgelik değildir. Bilgelik pazarlanamaz, öğrenim ve disiplinin bedeliyle satın alınacak bir ticaret değildir. Bilgelik kitaplarda bulunamaz; biriktirilemez, ezberlenemez ya da stoklanamaz. Bilgelik özün reddiyle gelir. Açık bir zihne sahip olmak öğrenmekten daha önemlidir ve açık bir zihne, bilgilerle doldurarak değil ancak kendi düşünce ve duygularımızın farkına vararak, kendimizi ve üstümüzdeki etkileri dikkatle gözlemleyerek, başkalarım dinleyerek, zenginle yoksulu, güç sahibi ile alt tabakayı izleyerek ulaşabiliriz. Bilgelik korku ve baskıyla değil, günlük insan ilişkilerim gözlemleyerek ve anlayarak gelir.
Bilgi arayışımızda ve açgözlü arzularımızda sevgiyi kaybeder, güzellik için duygunun, zulüm için duyarlılığın önünü keseriz; gitgide daha fazla uzmanlaşıyor, daha az bütünleşiyoruz. Bilgi bilgeliğin yerini alamaz ve hiçbir açıklama miktarı, hiçbir biriktirilmiş veri inşam acı çekmekten kurtaramaz. Bilgi gereklidir, bilimin kendine ait bir yeri vardır; ancak zihinle kalp bilgiyle başarılır ve acının nedeni ört bas edilirse, yaşam boş ve anlamsız olur. Peki bize olan da bu değil mi? Eğitimimiz bizi giderek daha sığ hale getiriyor; varlığımızın derin katmanlarım açığa çıkarmamıza yardım etmiyor, bu yüzden yaşamlarımız giderek artan bir şekilde uyumsuz ve içi boş.
Devamlı artmasına rağmen enformasyon ve gerçeklik bilgisi doğası gereği sınırlı. Bilgelik daimidir, bilgi ve hareket yöntemi içerir; ancak bizler bir branşa sarılıyor, bunu da ağacın tamamı zannediyoruz. Tek parçanın bilgisiyle asla bütünün sevincim fark edemeyiz. Akıl hiçbir zaman bütüne götürmez çünkü sadece bir bölümdür, bir parça.
Aklı duygudan ayırdık ve aklı duygu pahasına geliştirdik. Tek bacağı diğerinden çok daha uzun olan üç bacaklı nesnelere benziyoruz ve hiç dengemiz yok. Entelektüel olmak için eğitiliyoruz; eğitimimiz aklı keskin, kurnaz, açgözlü olması için yetiştiriyor ve böylece akıl, hayatımızın en önemli rolünü oynuyor. Zeka akıldan çok daha muhteşemdir, çünkü mantık ile sevginin bütünleşmesidir; ancak zeka sadece kendini bilme, kişinin toplam sürecini derinden anlama ile gelir.
İster genç ister yaşlı, insan için önemli olan dolu ve bütünleşmiş yaşamaktır ve bu yüzden en büyük sorunumuz bütünleşme sağlayan bir zeka geliştirmektir. Toplam makyajımızın herhangi bir kısmına yapılan gereksiz vurgu, basitliğe ve dolayısıyla çarpık bir hayat görüşüne yol açar ve çoğumuzun zorlanmasına neden olan şey bu çarpıklıktır. Toplam varlığımızın her tür kısmi gelişimi hem bizler hem de toplum için felaket demektir, bu yüzden insani sorunlarımıza bütünleşmiş bir bakış açısı ile yaklaşmak çok önemlidir.
Bütünleşmiş bir insan olmak kişinin kendi bilinçaltını, gizli ve açık olan bütün süreçlerini anlamaktır. Akla gereksiz vurgu yapıldığında bu mümkün olmaz. Zihnin yetiştirilmesine çok fazla önem atfediyoruz, oysa içsel olarak yetersiz, fakir ve karmaşa içindeyiz. Bu tür bir akılda yaşama, parçalanmaya giden yoldur; çünkü fikirler, tıpkı inançlar gibi, insanları asla bir araya getiremez, sadece grupları ihtilafa sürükler.
Düşünceye bütünleşmenin bir aracı olarak yaslanmadığımız sürece, parçalanma kaçınılmaz olacaktır ve düşüncenin parçalanmasını anlamak için özün yöntemlerinin, kişinin kendi arzularının farkında olması gerekir. Hem kolektif hem de kişisel olarak kendi şartlanmalarımızın ve bunların karşılıklarının farkında olmalıyız. Kişi ancak özün bütün faaliyetlerinin ve onun aykırı arzu ve arayışlarının, umut ve korkularının tamamen farkında olduğunda özün ötesine geçme olasılığı doğar.
Sadece sevgi ve doğru düşünme içimizde gerçek devrimi yaratır. Peki ama sevgiye nasıl sahip olacağız? Bir sevgi ideali arayışıyla değil, sadece nefret ve açgözlülük olmadığında, kinin nedeni olan benliğin muhakemesi sona erdiğinde. İstismar, açgözlülük, imrenme peşinde olan bir insan, asla sevemez.
Doğru sevgi ve doğru düşünme olmadığında, baskı ve zorlama hep artacak, insanın insana olan kini bir barış idealinin peşine düşerek değil, sadece yaşama ve dostlarımıza olan davranışlarımızda yatan savaşın nedenlerini anlayarak çözümlenebilir ve bu anlayış sadece doğru eğitimle gelir. Kalpte değişim olmadan, iyi niyet olmadan, kişisel farkındalıktan doğan içsel dönüşüm olmadan, insan için barış ve mutluluk olamaz.
Haklı.