Bertrant Russell: “Uygar olmayan kabileler hemen hemen hep sentezci ve hoşgörüsüzdürler”

Bertrand Russellİnsanlık tarihi boyunca, her biri aceleci bir kişi tarafından tarihin anahtarı olarak yorumlanabilecek, çeşitli dönemsel salınımlar olagelmiştir. Benim şimdi ele almak istediğim, sentez ve hoşgörüsüzlükten analiz ve hoşgörüye, sonra yine geriye doğru olan salınımın, bunlar arasında en önemsizi olmadığı kanısındayım. Uygar olmayan kabileler hemen hemen hep sentezci ve hoşgörüsüzdürler. Onlara göre toplumsal geleneklerin dışına çıkılmamalıdır; yabancılara karşı da büyük kuşku duyarlar. Helenik dönem öncesindeki uygarlıklar genellikle bu özelliklere sahiplerdi. Özellikle Mısır’da, güçlü rahipler sınıfı ulusal geleneklerin koruyucusu durumundaydılar ve kendi uygarlıklarından farklı olan Suriye uygarlığı ile temas sonucu Akhenaton’un  Mısır hükümdarı  benimsediği bozguncu kuşkuculuğu püskürtmeyi başarmışlardı. Minos uygarlığı  dönemindeki durum ne olursa olsun analitik hoşgörünün tam olarak ilk kez görüldüğü dönem Grek çağıdır. Bu da, daha sonraki başka örneklerde de olduğu gibi, yabancılarla iletişim sağlayan ve onlarla iyi ilişkilere gereksinim duyan ticaretin doğurduğu bir sonuçtur.

Ticaret, son yıllara kadar, bir kişisel girişim konusu olmuştur. Ticarette önyargılar kazanç için bir engel, laissez faire (bırakınız yapsınlar) doktrini de başarının anahtarı sayılmıştır. Ancak bu ticaret ruhu, daha sonraları olduğu gibi, Grek çağında da her ne kadar sanatta ve düşüncede esin kaynağı olmuşsa da, askeri başarılar için zorunlu olan toplumsal bütünlüğü sağlayamamıştı. Bu nedenle Grekler önce Makedonya’ya, sonra da Roma’ya boyun eğdiler.

Romalıların sistemi, temelde sentezci; ayrıca, tam çağdaş bir şekilde, yani teolojik açıdan değil emperyalist ve parasal açılardan, hoşgörüsüzdü. Ancak Roma sentezciliği Grek kuşkuculuğu tarafından yavaş yavaş eritildi ve yerini Rönesans dönemine kadar dünyaya egemen olan, hıristiyan ve müslüman sentezlerine bıraktı. Rönesans Batı Avrupa’da kısa süren çok parlak bir entellektüel ve sanatsal döneme yol açtı; onu da politik kaos ve sade insanların bu türden saçmalıkları bırakıp din savaşlarında birbirlerini öldürmek gibi ciddi işlere el atma kararlılığı izledi. Ticaretle uğraşan İngiltere ve Hollanda, Reformasyon ve Karşı-Reformasyon hoşgörüsüzlüğünden ilk sıyrılan ülkeler oldular; onlar da birleşip Roma yanlılarıyla savaşmak yerine birbirleriyle savaşarak hoşgörülerini kanıtladılar. İngiltere de, Eski Yunanistan gibi, komşuları üzerinde çözücü bir etki yaptı ve bu ülkede demokrasi ve parlamenter rejim için gerekli olan ölçüde kuşkuculuk yavaş yavaş gelişti. Hoşgörüden yoksun bir çağda bu kurumlar ender olarak olanaklıdırlar ve bu nedenle de yerlerini faşizme ve bolşevizme bırakma eğilimindedirler.

Ondokuzuncu yüzyıl dünyası, genellikle sanıldığından daha çok, 1688 (Katolik kral James 2’ye karşı ayaklanma. (Ç.N.) devriminde somutlaşan ve John Locke (1632-1704) tarafından ifade edilen felsefenin bir ürünüdür. Bu felsefe 1776’da Amerika’da ve 1789’da Fransa’da (1776: Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1789: Fransız devrimi. (Ç.N.) egemen oldu ve sonra da bütün batı dünyasına yayıldı. İngiltere’nin sanayi devrimi ve Napolyon’u yenmesi sonucu kazandığı prestij bunda büyük etken olmuştur.

Bu durumda bir tutarsızlık olduğu ancak yavaş yavaş farkedildi. Locke’un ve ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin fikirleri sınai değil ticari nitelikteydi. Sanayiciliğin felsefesi, serüvenci denizaşırı tüccarlarınkinden tümüyle farklıdır. Sanayicilik sentezcidir; büyük ekonomik birimler oluşturur, toplumu daha organik hale getirir ve bireyci dürtülerin bastırılmasından yanadır. Bunun yanısıra, sanayiciliğin ekonomik örgütlenmesi hep oligarşik nitelikte olmuş ve siyasal demokrasi ne zaman başarıya ulaşıyor görünse onu etkisiz hale getirmiştir. Bu nedenlerle öyle görünüyor ki, her yeni çağda olduğu gibi, rakip inanlar ve felsefeler arasında çatışmaya götüren yeni bir sentezci hoşgörüsüzlük çağına girmekteyiz.

Bugün dünyada sadece iki tane büyük devlet vardır: Birleşik Amerika ve Sovyetler Birliği. Bunların nüfusları birbirine eşit gibidir; etki alanlarındaki öteki ülkelerin nüfusları da öyle.

Batı Avrupa ile Amerika kıtasındaki diğer ülkeler Amerika Birleşik Devletleri’nin; Türkiye, İran ve Çin’in büyük bölümü Sovyetler’in etki alanındadır. Bu bölünme, Ortaçağ’daki hıristiyanlarla müslümanlar arasındaki bölünümü andırmaktadır. Aynı türden inan farkı, aynı amansız düşmanlık, daha büyük ölçülerde olsa da, benzer bölge bölünümü söz konusudur. Ortaçağ’da, hıristiyan devletler arasında, müslüman devletler arasında nasıl savaşlar olduysa, bu iki büyük grup içinde de savaşlar olacaktır; ancak bu savaşların er veya geç, gerçek barış antlaşmalarıyla son bulmasını umabiliriz. Halbuki bu iki büyük grup arasında, sadece, her ikisinin de bitap düşmesi sonucu gerçekleşen ateşkes anlaşmaları yapılacaktır. İki taraftan birinin zafere ulaşacağını, ya da çatışmadan bir yarar elde edeceğini sanmıyorum. Her iki grup da diğerini kötü niyetli olarak gördüğü ve ondan nefret ettiği için çatışmanın sürüp gideceği görüşündeyim.

Kuşkusuz, gelişmenin mutlaka bu yolda olacağını söylemiyorum. Bilim şimdi olduğundan çok daha ileri bir aşamaya ulaşıncaya kadar, beşeri olaylar söz konusu olduğunda, geleceğin belirsiz olması kaçınılmazdır. Ben, sadece, bu doğrultuda gidişe yol açabilecek etkin kuvvetler bulunduğuna dikkat çekiyorum. Bu kuvvetler psikolojik olduğundan insan kontrolü kapsamındadırlar. Bu nedenle, gücü elinde bulunduranlar inan savaşları içeren bir gelecek istemiyorlarsa onu önlemek de ellerindedir. Gelecek hakkında salt fiziksel düşüncelere dayanmayan olumsuz bir kehanette bulunurken, gelecekten söz eden kişinin amaçlarından biri de kendi tahminlerinin yanlışlığını ortaya koymaları yolunda insanları çaba göstermeye yöneltmektir. Kötülüğün habercisi, eğer insan sevgisi taşıyan bir kişiyse, kendisine karşı nefret duyulmasını sağlamaya çalışmalı ve kehanetleri doğru çıkmazsa çok üzüleceği izlenimini vermelidir. Bu girişten sonra inan savaşlarına yol açan nedenleri; eğer onları önlemek istiyorsak alınması gereken önlemleri gözden geçirelim.

Yakın gelecekte, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda yaşanan hoşgörüsüzlükten daha büyük ölçüde, etkin bir hoşgörüsüzlüğün var olacağı beklenmektedir. Bu beklentinin temel nedeni de büyük ölçekli seri üretimin ucuzluğudur.

Bunun tröstlere ve tekellere yol açacağı ise, en azından Komünist Manifesto kadar, eski ve herkesçe bilinen bir şeydir. Bizi şimdilik ilgilendiren, entellektüel bağlamda ortaya çıkacak sonuçlardır.

Bugün düşünce kaynaklarını birkaç elde toplayarak onları kontrol altında tutma yolunda gittikçe artan bir eğilim vardır; bunun sonucu olarak da azınlığın düşünceleri etkili olarak dile getirilme şansını yitirmektedir.

Bu yoğunlaşma Sovyetler Birliği’nde, yönetimdeki parti yararına olarak, politik açıdan ve bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir. Önceleri böyle bir yönetimin başarılı olabilmesi kuşkulu görünüyordu; ancak yıllar geçtikçe başarı olasılığı giderek kuvvetlenmektedir. Ekonomik uygulamada bazı ödünler verilmişse de, ekonomik ve politik teoride ya da felsefi bakış açısında bu yapılmamıştır.

Komünizm gittikçe daha çok gelecekteki bir cennetle ilgilenen, günlük yaşam biçimiyle ise gittikçe daha az ilgilenen bir inana dönüşmektedir. Bu inanı sorgulamadan kabul eden ve oluştuğu yıllarda onunla ilgili etkin bir eleştiri duymamış olan yeni bir kuşak yetişmektedir.

Edebiyat, basın ve eğitim üzerinde şimdi uygulanan denetim bir yirmi yıl daha böyle sürerse sürmeyeceğini varsaymak için de bir neden yoktur- komünist felsefe enerjik kitlenin ezici çoğunluğunun kabul ettiği felsefe olacaktır. Buna karşı gelenler de çıkacaktır. Bir yanda olayların, ulusal yaşamın genel gidişinin dışında kalan ve sayıları giderek azalan küskün yaşlılar; öte yanda da, etkileri uzun yıllar önemsemeye değmeyecek düzeylerde kalan birkaç özgür düşünür.

Özgür düşünürler her zaman var olmuşlardır -onüçüncü yüzyılda İtalyan soylularının çoğu Epikür yanlısıydı.

Bu kimseler ancak bazı rastlantısal hallerde, örneğin şimdiki Meksika’da olduğu gibi, fikirleri, ekonomik ve politik nedenlerle, önemli kesimler için yarar sağladığında önem kazanırlar. Bu da Resmi Kilise’nin biraz sağduyu kullanmasıyla her zaman önlenebilir.

Rusya’daki Resmi Kilise’den de bu kadarcık sağduyu göstermesi beklenebilir. Genç köylüler eğitimin yaygınlaşmasıyla sürüye katılmaktadırlar; köylülerin yaşantısında bireyselciliğe gittikçe daha çok ödün verilmesi de onların teoriyi benimsemelerini kolaylaştırmaktadır.

Ekonomik sistemin uygulanmasında ne kadar az komünizm olursa genellikle benimsenen inan da o kadar çok yaygınlaşacaktır.

Bu süreç yalnız Rusya’ya ya da Sovyetler Birliği’ne dahil ülkelere özgü değildir. Çin de aynı süreç içine girmektedir; çok güçlenmesi de olasılık dışı değildir. Çin’de güçlü olan hangi hareket varsa -özellikle de milliyetçi hükümet- Rusya’nın etkisiyle başlamıştır.

Güney ordularının askeri başarısı Rusların yol göstermesiyle örgütlenen propaganda sayesinde gerçekleşmiştir. Eski dinlere -budizm ve Taoizme- bağlı olan Çinliler politik bakımdan geri kafalıdırlar. Hıristiyanlar ise, yabancılara karşı, milliyetçileri rahatsız edecek ölçüde dostçadır. Aslında, milliyetçiler yerli olsun yabancı olsun bütün eski dinlere karşıdırlar.

Rusya’nın yeni dini, hem “gelişme”nin son örneği olması, hem de siyasal bakımdan dost olan bir devletle, gerçekte yegane dost devletle ilintili olması nedeniyle, yurtsever aydınlara çekici gelmektedir. Bu yüzden Çin’in uygulamada komünizme geçmesi akla uzak geliyorsa da, bolşevik felsefesini benimsemesi pekala olasıdır.

İngilizlerin “geri kalmış” ülkelerle olan ilişkilerinde düştükleri en büyük yanılgı geleneklerin gücüne çok fazla güvenmek olmuştur. Çin’de, Çin klasiklerini oldukça iyi bilen, yaygın boş inanları anlayan, yaşlı ve tutucu okumuş yazmışlarla dostluk kurmuş birçok İngiliz bulabilirsiniz. Yeni Çin’i anlayan ve ona bilgisizce bir aşağılama ile bakmayan birisine ise pek rastlayamazsınız. Bu kimseler, Japonya’daki kabuk değiştirmeye rağmen, Çin’in geleceğini geçmişine bakarak değerlendirmeyi sürdürürler ve büyük ve hızlı bir değişimin olanaksız olduğunu varsayarlar. Bunun bir düş yanılgısı olduğundan eminim. Japonya’da olduğu gibi Çin’de de, Batı’nın ekonomik ve askeri gücü Batı’ya prestij sağlamakla beraber, ondan nefret edilmesine de neden olmuştur. Rusya olmasaydı bu nefret etkisiz kalırdı. Ama şimdi Rusya, Batı egemenliğinden kurtulma konusunda bir model oluşturmakta ve az çok benzer bir yolda yürümek için Çin’e yardımcı olmaktadır.

Bu koşullar altında hızlı bir değişim çok olanaklıdır. Daha önce eğitimsiz olan bir toplumda hızlı bir değişim her zaman kolaylıkla gerçekleştirilebilir; çünkü hükümetin saygınlığı ile desteklenen bir eğitim, gençlerin cahil büyüklerini küçümsemesine yol açar.

Bu nedenle, yirmi yıl sonra bolşevik ideolojinin bütün Çin’de iktidara gelmesi ve Rusya ile yakın bir siyasal ittifak içine girmesi hiç de olasılık dışı değildir. Bu ideoloji, eğitim yoluyla, yavaş yavaş dünya nüfusunun yaklaşık yarısına aşılanacaktır.

Bu arada öbür yarısında neler olabilir?

Yerleşmiş tutuculuğun statükoculuk ve gelenek avantajlarına sahip olduğu Batı dünyasında daha yumuşak yöntemler yeterlidir; gerçekten de, mevcut yöntemler, genelde, belirli bir amaca yönelik olmadan ortaya çıkmışlardır. Ortaçağ kalıntılarının etkisi nedeniyle, çağdaş inan Avrupa’da katıksız haliyle görülmez. Sanayi kapitalizminin en özgür şekilde uygulandığı ve özelliklerini açıkça gösterdiği yer Amerika Birleşik Devletleri’dir. Dünya devletleri arasında en büyüğü Amerika olduğu için, Batı Avrupa da yavaş yavaş onun izinde gitmek zorunda kalmaktadır.

Bunu söylerken, örneğin Amerikan göçmen topluluklarında hala varlığını sürdüren, gerilerde kalmış bir Avrupa inanı olan tutucu protestanlığı benimsememiz gerektiğini kastetmiyorum. Amerika’nın tarım kesimi, uluslararası önem taşıyan veya Amerika’nın geleceğine biçim verecek olan kesim değildir. Yeni ve önemli olan, sanayi inanıdır. Bu inan Rusya’da bir biçim, Amerika’da başka bir biçim almıştır. Dünya için önemli olan da bu ikisi arasındaki zıtlıktır.

Rusya gibi Amerika’nın ideali de gerçekleşmiş değildir; ama yine de değer yargıları teorik açıdan bu ideale uydurulmuştur. Rusya’nın ideali komünizmdir; Amerika’nın ideali ise serbest rekabet. Yeni ekonomi politikası Rus idealine nasıl ayakbağı oluyorsa tröstler de Amerikan idealine aynı şeyi yapmaktadır. Komünistler, örgütler bazında düşünür; tipik Amerikalı da bireyler bazında. “Tahta kulübeden Beyaz Saraya” sözleri genç politikacıların önüne koyulan idealin bir ifadesidir. Ekonomik alanda buna benzer bir ideal de iş hayatında ilerlemeyi sağlayan sistemlerin reklamlarını esinler. Herkesin Beyaz Saray’da oturmasının veya şirket başkanı olmasının olanak dışı olması gerçeği, idealin bir eksikliği olarak düşünülmez; sadece, gençleri rakiplerinden daha çalışkan ve kurnaz olmaya iteleyen bir öge olarak algılanır. Amerika’nın henüz kalabalıklaşmadığı dönemlerde, çoğu kimsenin, başkalarının omuzlarına basmadan oldukça büyük başarılara erişmesi olanaklıydı. Şimdi bile, eğer amaçlanan şey güç değil de maddi refah ise, Amerika’daki bir işçinin Avrupa’daki bir serbest meslek sahibinden daha zengin olma olanağı vardır.

Ancak güç artık giderek bazı odaklarda yoğunlaşmaktadır ve dışlanmış olanların da kendi paylarını istemeleri tehlikesi vardır. Ulusal inancın bir bölümü bu tehlikeyi en aza indirecek şekilde planlanmıştır. Napolyon-vari bir düstur, La carriere ouuerte aux talents (Mesleğin kapısı yeteneklilere açıktır) sözleri çok işe yarar; gerisi başarıyı toplumsal değil bireysel bir olgu olarak göstermeye kalır. Komünist felsefede hedef bir kesimin ya da bir örgütün başarısıdır; Amerika’da ise bireyin başarısı.

Sonuçta, başarısız birey sosyal sisteme öfkelenmek yerine kendi yetersizliğinden utanç duyar. Alışık olduğu bireyci felsefe, toplu eylem sayesinde herhangi bir yarar sağlanabileceğini düşünmesini engeller. Bu nedenle, gücü elinde bulunduranlara karşı bir muhalefet yoktur; bu da onları zenginleştiren ve dünya çapında etkili yapan bir sosyal sistemin tadını çıkarmakta özgür kılar. İnsanların gerek duydukları şeylerin eşit olarak dağıtıldığı bir dönem hiçbir zaman var olmamıştır.

Oturmuş bir sosyal sistemde, daha az şanslı olanların kaderlerini kabul etmelerini sağlayan bir sistem var olmalıdır; bu da genellikle bir tür inana dayanır. Ancak bir inanın, geniş bir kütle tarafından kabul edilmesini güvenceye almak için, bütün topluma, gözardı ettiği haksızlıkları karşılayacak ölçüde yarar da sunması gerekir. Amerika’da teknik gelişimi ve maddi refah düzeyinin yükselmesini sunar. Bu ikincisini sonsuza kadar sağlamaya gücü yetmeyebilir; ama bir süre daha başarma olasılığı vardır. Rusya’da ise, sadece sermaye sahiplerinin değil, herkesin yararına yönetilen bir sanayileşme kavramını sunar.

Rus işçisinin Amerikalı işçiye göre daha yoksul olduğu kuşkusuzdur. Ancak o başkalarını zenginleştirmek ve yüceltmek için gereksiz yere cefa çekmediğini, kendi hakkı olanı aldığını bilerek -en azından öyle sanarak avuntu bulur.

Bunun da ötesinde, kendini, birbirleriyle mücadele eden birimlerden birinin üyesi olarak değil, sıkı bir işbirliği içindeki bir toplumun bir birimi olarak hisseder.
Sanırım burada Amerika ve Rusya’daki inanların özüne inmiş oluyoruz. Protestan geleneği ve yüz yıl süren öncü ruhu ile yaşaması sonucu şekillenmiş olan bakış açısına göre, Amerika, yoksulluktan zenginliğe erişme yolunda girişilen bireysel uğraşın, başkasından yardım istemeden, bireysel çaba yoluyla yapılması gerektiğine inanır. Bir orman adamı gibi vahşi doğa ile savaşmaktadır. Gerçekte rakipleri olan kişilerle savaşıyorsa da bu üzerinde durmaya değer bir konu değildir. Belki de, bütün yaşamı boyunca, maddi refah uğruna zihinsel dürüstlüğünü feda eden ve fikirlerini özgürce ifade etmekten yoksun bir köle durumunda olacağını vurgulamak pek nazik bir davranış olmaz. Açıklamaması gereken düşüncelerin hoş olmayan düşünceler olduğu ortadadır; bunlar konusunda dilini tutmaya zorlanması ise, yalnızca, anarşik dürtülere karşı sağlıklı bir sınırlama getirmek demektir.

Orta yaşa geldiğinde kendisi de artık bu görüşle tam bir uyum içindedir. Rusya’da ise, bunun tersine Bizans Kilisesi, Tatarlar ve Çarlık, bireyin bir hiç olduğunu insanların beynine zaten damgalamıştır; daha önce Tanrı ya da Çar yoluna feda ettiği şeyler toplum uğruna daha kolay feda edilebilir. Rus komünistleri Batı’daki sempatizanlarından, temelde bireye saygı duymamalarıyla ayrılırlar (Bkz. Rene Fülöp-Miller’in Geist und Gesicht der Bolschewismus – Bolşevizmin Ruhu ve Görünümü).

Bu konuda ruha ve ölümsüzlüğe inanan Bizanslı seleflerinden daha katı olabilirler. Sovyet yöneticileri ruhu ortadan kaldırdıktan sonra Leviathan (İncil’de sözü edilen, bazen timsaha, bazen yılana, bazen de balinaya benzetilen deniz canavan. (Ç.N.) benzetmesini bir hıristiyandan daha içtenlikle kabul edebilirler. Onlar için Batı’nın bireyselliği, Menenius Agrippa masalında olduğu gibi, bedenin çeşitli organlarını, kendi başlarına yaşamaları için ayırmak kadar abestir. Sanat, din, etik, aile konularına, daha doğrusu her konuya, bakış açıları bu temele dayanır.

Batı’daki sosyalistler, arasıra, toplumun büyük öneminden, sanki onlar da aynı fikirdelermiş gibi söz ederler; ancak nadiren öyledirler. Örneğ’in, uzak bir yere göç eden bir adamın karısını ve çocuklarını birlikte götürmek istemesini doğal bulurlar. Çok daha katı olan Doğu komünistleri ise bunu sadece bir duygusallık olarak algılar. Çocuklarına devletin bakacağını, gideceği yerde eskisini aratmayacak yeni bir eş bulabileceğini söylerler.

Doğal sevginin gerekleri önemsiz sayılır. Gerçi kapitalist toplumlarda bu tür şeyler günlük yaşamda hoşgörüyle karşılanır, ama teorilerine aynı ölçüde yansımaz. Lenin’in öğretilerinin bu söylediklerime ters düştüğü de doğrudur. Sanırım, bunun bir tutarsızlık olduğu, doğal insanın teori kabuğundan bir fışkırması olduğu kabul edilmelidir. Koyu bir komünistin, Lenin’in somut bir kişi olarak değil, bir Kuvvet’in somutlaşması olarak saygı gördüğünü söyleyeceğini düşünüyorum. O da, zamanla, teorik olarak, Logosb kadar soyutlaşabilir.

Rus felsefesinin yavaş yavaş, ya da bir anda, Batı’ya egemen olacağını düşünenler olmuştur. İlk bakışta önemli görülebilecek bazı düşünceler bu görüşü desteklemektedir. Komünist felsefenin sanayi toplumuna kapitalist felsefeden daha uygun olduğu kuşku götürmez; çünkü sanayileşmenin bireylerden çok, örgütlerin önemini artırması kaçınılmazdır. Bundan başka, toprak ve doğal kaynak mülkiyetinin sanayiden çok tarım rejimine özgü olması doğaldır. Toprağın özel mülkiyeti iki yoldan edinilmiştir: birisi, her yerde kılıç hakkına dayanan aristokratik yol, ikincisi de, çiftçinin işlediği toprağa sahip olma hakkına dayanan demokratik yol. Bir sanayi toplumunda bu iki hak da mantıksız ve anlamsızdır.

Maden sahiplerinin, madeni işletenlerden pay almaları ve kentsel taşınmaz mal sahiplerinin kira almaları uygulaması aristokratik yoldan edinilen toprak mülkiyetinin anlamsızlığını ortaya koymaktadır; çünkü mal sahibinin elde ettiği gelirin herhangi bir toplumsal yararı olduğu söylenemez. Toprağı işleyen köylünün o toprağa sahip olma hakkı da aynı ölçüde anlamsızdır.

Bir Boer çiftçisinin toprağında bulduğu altından elde ettiği zenginlik onun topluma yaptığı herhangi bir hizmet nedeniyle kazanılmış değildir. Kente yakın bir yerde çiftlik sahibi olan kişinin o bölgenin kentleşmesiyle elde ettiği zenginlik için de aynı şey geçerlidir. Yalnız özel mülkiyet değil ulusal mülkiyet bile aynı kolaylıkla anlamsız sayılabilir. Mısır ve Panama Cumhuriyeti’nin kendi topraklarındaki kanalların kontrolünü elde tutmaları gerektiğini öne sürmek saçmadır; gelişmemiş ülkelerin topraklarında bulunan petrol gibi şeylerin kontrolünde mutlak hakları olduğunu öne sürmek de kötü sonuçlara yol açmaktan başka bir şeye yaramaz. Önemli hammaddelerin uluslararası bir yönetim altına alınması yolundaki teorik sav son derece çekicidir; zengin eşkıyanın hammaddelerden yararlanma için dünyayı haraca bağlamasını kabullenmemize yol açan tek şey tarımsal gelenektir.

Sanayi toplumları tarım toplumlarına kıyasla çok daha sıkı bağlantılar içindedirler ve kişilere verilecek yasal yetkiler, tarım toplumlarında büyük sakıncalara yol açmasa da, sanayi toplumları için son derece tehlikeli olurlar. Ayrıca, sosyalistlerin safında yer alan haset duygusuna (başka deyişle adalet duygusuna) da yol açacağı ortadadır. Bütün bu düşüncelere karşın, önümüzdeki yüz yıllık bir süre içinde sosyalist görüşün Amerika’da yaygınlaşacağını sanmıyorum. Amerika sosyalist düşünceyi benimsemediği sürece de onun ekonomik yörüngesindeki hiçbir ülkenin, sosyalizmi en ufak bir ölçüde bile uygulamasına izin verilmeyecektir. Bunun örneği Dawes Planıs uyarınca Almanya’da demiryollarından, devlet mülkiyetinin kaldırılması sırasında yaşanmıştı.

Amerika’nın sosyalist olmayacağını söylemem, Amerika’daki refahın süreceği yolundaki inanışım nedeniyledir. Amerika’daki bir işçi sosyalist ülkelerdeki bir işçiden daha zengin olduğu sürece, kapitalist propagandanın değişim yanlısı savları çürütmesi mümkün olacaktır. Bu bağlamda, daha önce sözünü ettiğim geniş-ölçekli-üretim ekonomileri son derece büyük önem taşımaktadır. Aralarında anlaşmış basın, milyonerlerin parasal destek verdiği yüksek öğretim, milyonerlerin bağışlarından yararlanan ve kilisenin kontrolünde olan ilköğretim, reklam yoluyla hangi kitapların daha çok satacağını kararlaştıran ve bu kitapları az sayıda basılabilen kitaplardan daha ucuza maleden iyi örgütlenmiş kitap yayıncılığı, radyo, ve hepsinden çok, bütün Batı dünyasında gösterilerek kazanç getiren çok pahalı filmlerin yapıldığı sinema: bütün bunlar tekdüzeliğe, düşünce ve haberlerin bir merkezden yönetimine, yalnızca güç odaklarınca onaylanan inanç ve felsefelerin yayılmasına olanak sağlamaktadır. Bu tür propagandaların bütünüyle kaçınılmaz ve sonuçta karşı koyulmaz olduğunu sanmıyorum.

Ancak, kanımca, önerdiği rejim sıradan insanlara başarılı olduğu izlenimini verdiği sürece, bu propagandanın etkisini sürdürmesi olasıdır. Savaşta yenilgiye uğramak, ki bu herkesin anlayabileceği bir başarısızlık işaretidir, rejimi sarsabilir; ancak, Amerika’nın bir savaşta yenilme olasılığı şimdilik yoktur. Bu nedenle, İngiltere’nin başarılı olduğu ondokuzuncu yüzyılda parlamenter yönetim tarzına gösterilen yaygın bağlılığı Amerika’daki Amerikan sistemi için de bekleyebiliriz.

Eskimiş anlamıyla teolojik görüş ayrılıkları Doğu ile Batı arasındaki ekonomik inan ayrılıklarını, kuşkusuz, daha da güçlendirecektir.

Amerika’nın hıristiyanlığı, Doğu’nun ise hıristiyan-karşıtlığını sürdürmesi beklenebilir. Evlilik ve aile konularında, Amerika’nın hıristiyan doktrinlerine karşı yapmacık bağlılığını sürdürmesi, Doğu’nun da bunları köhne boş-inanlar olarak algılaması beklenebilir. İki tarafta da geniş ölçüde ve acımasızca haksızlıklar yapılacağı; her iki tarafın da ötekindeki bu haksızlıklardan haberdar, kendisindekilerden ise habersiz olması beklenebilir. Örneğin, pek az Amerikalı Sacco ve Vanzetti (Nicolo Sacco ve Bartolomeo Vanzetti: İtalyan asıllı Amerikalı anarşistler. Gasp ve öldürme suçlarından dolayı 1920’de gerçekleşen idamları uluslararası protestolara neden olmuş; çoğu kişi onları politik önyargıların kurbanları olarak nitelemiştir. (Ç.N.) hakkındaki gerçeği bilir. Başka birisinin suçu kendi işlediğini itiraf etmesine ve kanıtları toplayan polisin bunların “tertip” olduğunu kabul etmesine karşın, adam öldürmek suçundan ölüme mahkum edilmişlerdi. Suçu itiraf eden kişinin bozuk sicilli olması yeni bir dava açılmasının reddedilmesinin nedenlerinden biriydi. Anlaşılan, Amerikan yargıçlarına göre sadece iyi karakterli kişiler cinayet işliyorlar. Sacco ve Vanzetti’nin gerçek suçları ise anarşist olmalarıydı.

Bütün bunlar, kuşkusuz, Rusya’da da bilinmektedir ve kapitalistlerin adaleti konusunda olumsuz düşüncelere yol açmaktadır. Bunun gibi, Rusya’daki patriklerin ve sosyal devrimcilerin duruşmaları da Amerika’da bilinmektedir. Böylece, her iki taraf da diğerinin kötülükleri hakkında bol bol kanıt toplamakta; ancak kendi ülkelerindeki kötülüklerden habersiz kalmaktadır.

Bir süre önce California Üniversitesi’nde bir profesörle tanıştım; Mooneyı (Tom Mooney (18827-1942): Bir bombalama suçlamasıyla 1916’da mahkum edilip 1939’da affedilen Amerikalı sendika lideri. (Ç.N.) adını hiç duymamıştı.

Mooney işlememiş olabileceği bilinen bir adam öldürme suçundan dolayı bir California cezaevinde yatmaktaydı. Kerenski rejimi sırasında Rus hükümeti bu dava hakkında Amerikan hükümeti nezdinde resmi girişimde bulunmuş ve Başkan Wilson’un görevlendirdiği soruşturma komitesi onun suçlu olduğunu gösterecek kanıtlar bulunmadığını bildirmişti. Ancak o bir komünistti.

Böylece görülüyor ki, düşünceden dolayı yapılan zulme her ülkede göz yumulmaktadır. İsviçre’de bir komünisti öldürmek yasal olduğu gibi, bunu yapan kişi bir daha cinayet işlerse, sabıkası olmadığı gerekçesiyle beraat eder. Bu tutuma karşı, Sovyet Cumhuriyeti dışında, hiçbir ülkede tepki gösterilmemektedir. Bu bağlamda, kapitalist ülkeler içinde en iyisi Japonya’dır. Orada, iki ünlü anarşisti ve onların küçük yeğenlerini -oğulları sanarak- karakolda boğarak öldüren polis, bir kahraman haline gelmesine ve okul çocuklarına onu öven kompozisyonlar yazdırılmasına karşın, hapse mahkum edilmişti. Bütün bu nedenlerle, mevcut rejimin sokaktaki insana başarılı göründüğü, ya da Amerikan ekonomik etkisinin egemen olduğu bir ülkede, yakın bir gelecekte komünist inanının benimsenmesi olasılığını görmüyorum. Tam tersine, statükonun korunması için, güç odaklarının gittikçe daha tutucu olmaları ve toplumdaki bütün tutucu güçleri desteklemeleri olası görünüyor. Bu odakların en güçlüsü de, kuşkusuz dindir. Almanya’da krallığın mal varlığı hakkındaki halk oylamasında, kiliseler bunların kamulaştırılmasının hıristiyanlığa aykırı olduğu konusunda resmen karar aldı. Böyle kararlar ödüllendirilmeyi hakederler. Kuşkusuz ödüllendirileceklerdir de.

Kapitalist ülkelerde, eğitimin zenginler yararına olacak biçimde, daha sıkı kontrolünü sağlamak amacıyla, örgütlenmiş dinin, özellikle de Katolik Kilisesi’nin, gittikçe daha da güçlenmesi beklenebilir. Bu nedenle, Batı ile Rusya arasında temelde ekonomik olan karşıtlığın giderek bütün inanç alanlarına yayılması olasıdır. İnanç sözü ile kastettiğim, doğrulukları kanıtlanmamış olan konularda var olan dogmatik kanılardır. Kuşkusuz, bütün bu kötülükler bilimsel yaklaşımın, yani kanıları önyargılar yerine kanıtlarla oluşturma alışkanlığının yayılmasıyla önlenebilir. Ancak, her ne kadar sanayide de bilimsel teknik gerekliyse de, bilimsel yaklaşım daha çok ticaretle ilintilidir; çünkü zorunlu olarak bireyseldir ve iktidarın etkisinde değildir.

Bu nedenle bilimsel yaklaşımın, sadece, çağdaş yaşamın ana mecrası dışında kalan Hollanda, Danimarka, İskandinavya gibi küçük ülkelerde varlığını sürdürmesini bekleyebiliriz. Öte yandan, bir yüzyıl kadar sürecek bir çatışma döneminden sonra, Otuz Yıl Savaşları sonrasında olduğu gibi, her iki tarafın giderek yorgun düşmesi de olasılık dışı değildir. O zaman sıra yine dogmatik konularda geniş görüşlü olan kişilere gelecektir.

Önümüzdeki mücadele konusunda benim kişisel tutumum Erasmus’unkin gibidir: iki tarafı da bütün kalbimle desteklemem olanaksızdır.

Birçok noktada Amerikalı büyük sermaye sahiplerinden çok, bolşeviklerle aynı fikirdeyim; ancak onlann felsefesinin kesin doğru olduğuna, ya da mutlu bir dünya yaratabileceğine inanamıyorum. Rönesans’tan bu yana hep yükselişte olan bireyciliğin çok ileri gittiğini; eğer sanayi toplumlarının istikrarlı olması ve sıradan kadın ve erkekleri yaşamlarından hoşnut kılması isteniyorsa, daha güçlü bir işbirliği ruhuna gerek olduğunu kabul ediyorum. Bolşevik felsefesindeki güçlük, örgütlenme ilkelerinin ekonomiye dayanmasından; buna karşılık, insan içgüdüleriyle uyumlu olacak gruplaşmaların biyolojik nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır.

Aile ve ulus biyolojik, tröst ve sendika ekonomiktir. Biyolojik gruplaşmaların günümüzde yol açtığı kötülükler yadsınamaz; ancak ben toplumsal sorunların bu grupları oluşturan içgüdüleri yok sayarak çözülebileceğine inanmıyorum.

Eminim ki, örneğin, bütün çocuklar ana-babanın katkısı olmadan devlet kurumlarında eğitilirlerse; kadın ve erkeklerin büyük bir bölümü hem çaba gerektiren faaliyetler için gerekli dürtüyü yitirirler, hem de bir huzursuzluk ve can sıkıntısı içine düşerler İfadesini kara ve deniz kuvvetlerinde bulmayan milliyetçiliğin de bir yeri vardır; ona uygun alan da siyasal değil, daha çok kültüreldir.

İnsanlar eğitimin ve kurumların etkisiyle büyük ölçüde değişebilirler. Ancak bu değişim temel içgüdüleri saptıracak şekilde gerçekleşirse sonuç canlılığın yitirilmesi olur. Bolşevikler psikolojik önemi olan tek güdü ekonomik içgüdüymüş gibi konuşurken kesinlikle yanılmaktadırlar.

Batı’nın rekabete dayalı toplumu da bu yanılgıyı paylaşır; ancak Batı bu konuda daha az açık sözlüdür. Çağımızın temel yanılgısı, bana göre, yaşamın ekonomik yönünün gereğinden çok vurgulanmasıdır. Kapitalist ve komünist felsefelerin her ikisinin de, biyolojik gereksinimleri dikkate almadıkları için yetersiz oldukları kabul edilmedikçe aralarındaki çatışmanın son bulacağını sanmıyorum.

Bu çatışmanın şiddetini azaltmaya gelince, bildiğim en iyi şey liberallerin vaktiyle benimsedikleri paroladır. Ancak bunun yetersiz olduğunun da farkındayım. Gerekli olan, düşünce özgürlüğünün ve düşünceleri yayma fırsatının varlığıdır. Zorluklara yol açan, özellikle bu ikincisidir. Bir düşüncenin geniş ve etkin biçimde yayılmasını sağlayan mekanizma mutlaka ya devletin ya da büyük sermaye kuruluşlarının elindedir. Demokrasi ve eğitim sahneye çıkmadan önce bu pek de gerçek değildi: etkili fikirler pahalı çağdaş propagandanın aracılığı olmadan erişilebilen, ufak bir azınlıkla sınırlıydı. Ancak tehlikeli ve yıkıcı buldukları, gerçek ahlaka aykırı gördükleri fikirlerin yayılması için para ve emek harcamak ne devletten ne de büyük sermaye kuruluşlarından beklenebilir.

Devlet de uygulamada en azından sermaye kuruluşları kadar, dalkavukluğa alışmış, önyargıları kemikleşmiş, çağın düşünce dünyasında yaşamsal olan her şeyden habersiz, budala bir ihtiyar gibidir. Böyle eski kafalı insanların sansüründen geçmeyen hiçbir yenilik öne sürülemez. Gerçi gizli kapaklı yayınlar da yapılabilir; ancak, bu da sadece gizli kapaklı okuyucu çeker.

Çağdaş iş dünyasındaki genel eğilim işletmelerin birleşmesi ve merkezileşmesi yönünde olduğundan, tehlike gittikçe büyümektedir.

Genellikle benimsenmeyen bir amaç için geniş çapta propaganda sağlamanın tek yöntemi kadınlara oy hakkı verilmesini savunanların uyguladığı yöntemdir. Ancak bu yöntem konu basit ve duygusal olursa geçerlidir; karmaşık ve tartışmaya götürür türden olursa, değil. Bu nedenle, resmi ve resmi olmayan sansürün etkisi, muhalefeti rasyonel yerine duygusal kılmak, bir yeniliğin lehinde ve aleyhinde olan kanıtları, serinkanlılıkla tartışmak yerine geniş kitlelerin anlamayacağı karmaşık bir duruma getirmektir.

Örneğin, ucuz hazır ilaçların adlarını veren resmi bir tıbbi yayın vardır; ancak hiçbir gazete ondan söz etmez; hemen kimse varlığından haberdar değildir. Öte yandan bütün ilaçların aynı ucuzlukta olduğunu öne süren Christian Scientists (Hıristiyan Bilimciler) halka ulaşma olanağına sahiptir. Politikada da buna benzer şeyler olur. Aşırı uçlardaki fikirler halka ulaşır; ılımlı ve rasyonel fikirler ise yetkililerin muhalefetine değmeyecek kadar sıkıcı sayılır.

Ancak bu kusur İngiltere’de öteki ülkelerin çoğundan daha azdır. Çünkü İngiltere öncelikle bir ticaret ülkesidir ve ticaretin bir parçası olan özgürlük tutkusunu korumuştur.

Kuşkusuz, yetkililer gerek duyarlarsa, çareler de bulunabilir. O zaman, insanları yurtseverlik ve sınıfsal önyargı ile eğitmek yerine, kanıt ve verileri değerlendirme yetisini artıracak ve rasyonel kararlar alacak şekilde eğitmek de olanaklı olur. Belki zamanla insanlar zekanın toplum için değerli bir şey olduğunu farkedeceklerdir. Ancak ben bu gidişe işaret eden bir hareket gördüğümü söyleyemiyorum.

Bertrant Russell
Sorgulayan Denemeler
İnan Savaşları Tehlikesi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz