Dostoyevski: Bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız da bir o kadar çoğalır

Öç almayı ya da hayata karşı kendisini korumayı bilen insan bunu nasıl yapar dersiniz? Bu insanlar, öç almayı en büyük amaç haline getirdiklerinde, varlıklarındaki her şeyi yok ederler. Kudurmuş boğaların yaptığı gibi boynuzlarını öne eğer ve hızla hedefe koşarlar; onları bu durumda durduracak tek şey, karşılarına çıkacak bir duvardır. (İçlerinden geldiği gibi hareket edenlerle iş güç sahibi adamlar, böyle bir duvarla karşılaşınca zınk diye duruverirler. Bu insanlara göre duvar, daima düşünen fikir adanılan, yani bizim içindir; bununla birlikte, kesinlikle bizi durduracak bir bahane değildir. Bu bahanenin ciddiliğine hiçbirimiz inanmadığımız halde, dört elle sarılmaktan da geri durmayız. Hayır, diğerlerinin vazgeçişleri kesinlikle içtendir. Ö insanlar için duvar, yatıştırıcı, huzur veren, hatta bir yerde mistik bir anlam taşımaktadır. Neyse, duvar konusuna sonra döneriz.)

İşte ben, içten olan insanı, tabiat ananın sevgiyle, özenerek yarattığı gerçek ve normal insan olarak düşünürüm. Böyle bir insanı da delicesine kıskanırım. Aşın derecede ahmaktır bu insan, bunun tersim savunacak değilim. Ama normal bir insanın aynı zamanda ahmak da olamayacağım nereden bilebiliriz? Belki bunun, kendince güzel bir tarafı vardır. Fakat benim bu konuda bazı tereddütlerim var. Şimdi tabiat ananın yarattığı normal adamın karşısına, laboratuar imbiğinden geçirilmiş, üstün anlayışlı bir adamı koyalım. (Bunda da mistik bir hava var gibi baylar, ama ben pek emin değilim.) Bu üstün anlayışlı insan, normal insanların önünde bazen öyle bir çözülür ki, bütün üstün özelliklerine rağmen büyük bir içtenlikle kendisini bir fare gibi görmekten alıkoyamaz. Evet, gayet üstün anlayışlıdır ama sonuçta bir fare olmuştur. Karşısında ise kendisinden farklı bir varlık, bir insan vardır. Burada en önemli mesele, kimsenin ondan böyle bir şey istememesine rağmen, onun kendim bir fare olarak görmesidir. Şimdi bu farenin neler yaptığına bir bakalım. Diyelim ki, fareyi kızdıran bir olay var; (bu, çok sık rastlanılan bir durumdur) ve fare öç almak istemektedir. İçinde I’homme de la nature et de la verite ‘den çok daha fazla kin besler belki de. Kendisine kötülük yapıp kızdırana kötülükle karşılık vermek için duyduğu iğrenç, alçakça istek, I’homme de la nature et de la verite’den daha fazla onun içini kemirir. Çünkü diğeri doğuştan ahmaktır ve öç almayı kendisine verilmiş bir hak olarak düşünür; ama fare, üstün anlayışından dolayı bunu kabul etmez. Sonunda sıra asıl işe, yani öç almaya gelir. Zavallı fare, ilk kızgınlığının üstüne o kadar çok soru ve yeni kızgınlıklar eklemiştir ki, içinde bulunduğu durum iyice güç-leşmiştir. Her yanını, şüphelerden, heyecanlardan, kendisiyle acımasızca alay eden iş adamı ve yargıç kılığına girmiş içi dışı bir insanların tükürüklerinden oluşan pis, kokuşmuş, bulanık bir çamur yığını kaplamıştır. Bu durumda farenin izleyeceği tek yol, her şeyi bir kenara bırakarak, kendisinin de inanmadığı sahte bir gülüşle utana sıkıla delikçiğine kaçmak olacaktır. Pislik ve leş kokan o iğrenç yerde fare, kızdırılmanın ve aşağılanmanın etkisiyle sonsuz bir nefrete bürünür. Daha sonra, kırk yıl boyunca, uğradığı aşağılanmayı en küçük ayrıntısına kadar hatırlayacak, hatta üzerine utanç verici birçok uydurma anı katarak kendisini yiyip bitirecektir. Bir taraftan düşüncelerinden utanırken, diğer taraftan olanları hatırlayıp en ince ayrıntısına kadar kurcalayarak, “olabilirdi” deyip yeni uydurma anılar ekler, bağışlamak aklının köşesinden bile geçmezdi. Hatta öç almaya bile kalkışır; fakat bunu, miskin ve sinsice, böyle bir hakkı ve becerisi olmadığına inanarak yapar. Diğer taraftan, ta başından beri bilir ki, öç almak istediği kişinin kılı kıpırdamayacağı halde kendisi ondan yüz kat fazla üzülecektir. Her geçen gün artarak daha da büyüyen bir kinle bunları ölüm döşeğinde bir kez daha hatırlayacak ve…

Bütün bunlar, az önce sözünü ettiğim o anlaşılmaz zevkin ruhunu yansıtmaktadır. Soğuk, çirkin bir yarı ümitsizlik ve yarı inançla, kırk yıllık bilinçli bir gömülme, zorlamayla oluşturulan durumunun aslında içinden çıkılabilir olması, içindeki doyurulamayan arzular ve verilmiş kesin kararların hemen ardından gelen pişmanlıklar arasındaki hummalı gelip gitmeler… İşte bu zevk öylesine ince, anlaşılması o kadar zor bir duygudur ki, dar kafalı, hatta sinirleri çok sağlam olanlar bile bundan en küçük bir fayda sağlayamazlar. Siz, şimdi pis pis sırıtarak, “Belki tokat yemeyenler de anlamaz,” diyecek ve kibar bir şekilde, eğer tokat yedimse, benim de bu konuda uzman olduğumu ima edeceksiniz. Bunu aklınızdan geçirdiğinize bahse girerim. Merak etmeyin baylar, hiç tokat yemedim; zaten bu konuda ne düşündüğünüz de beni ilgilendirmiyor. Hatta şunu söyleyebilirim ki, hayatım boyunca karşıma pek tokat atma fırsatı çıkmadığı için üzülüyorum. Hepinizi fazlaca ilgilendiren bu konuyu burada keseyim de sizlere, sinirleri fazlaca sağlam olan fakat bunun yanında, birçok zevkin inceliğim kavrayamayanlardan bahsedeyim. Bu insanlar, yeri gelince bir öküz gibi böğürerek boğazlarını yırtarlar; gerçi bu durum, onları insanlar içinde yükseltebilir ama küçük bir zorlukla karşılaştıklarında ise hemen bir köşeye siniverirler. Zorluk, bir taş duvar demektir. Şimdi, “Hangi taş duvar?” diyeceksiniz. Elbette, doğa kanunlarından, doğa bilimlerinden, matematikten oluşan bir taş duvar. Mesela biri çıkıp, “Senin ataların maymundur,” dese ve bunu ispat etse, ister istemez kabul etmek zorundasın. Vücudundaki bir tek yağ damlasının, senin için, diğer yüz binlerce insanınkinden değerli olması gerektiği; erdemlerin, sorumlulukların, inançların ve diğer bütün safsataların hep bu sonuca çıktığı ispat edilirse yine itiraz edemezsin. Matematiğin “iki kere iki dört eder” kesin sonucu vardır bunlarda ve itiraz etmeye kalkıştığınız an savunmaya geçerler:
— Aman efendim, nasıl olur da itiraz edersiniz? Bu konu, iki kere ikinin dört ettiği gibi kesindir. Doğa size danışmaz, beğenmemeniz ya da kişisel istekleriniz onun umurunda değildir. Doğayı bütün her şeyiyle olduğu gibi kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır ve buna benzer bir yığın laf…
Aman Tanrım, ya doğa kanunları ve iki kere ikinin dört etmesi hoşuma gitmiyorsa? Bana ne, doğa kanunlarından, matematikten… Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa, kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem. Taş duvarların, iki kere ikinin dört etmesi kesinliğinde evreni etkileyeceğini düşünmek, büyük bir saçmalıktır. Diğer yandan, bütün imkânsızlıkları ve taş duvarları görüp anlayabilmek de güzel şeydir doğrusu. Bütün bunlara boyun eğmek size tiksinti veriyorsa, yalnız kalmak, mantığın değişmez kurallarına uyarak, tersim bildiğiniz halde, taş duvarlar karşısında kendinizi suçlayacak kadar çirkin sonuçlara varmak ve çaresizliğinizden bir köşeye çekilip dişlerinizi gıcırdatmak çok güzel bir şey olsa gerek değil mi? Kızacağınız birisi olmadığı ve hiç olmayacağını bildiğinizden çaresizlik içinde şehvet baygınlıkları geçirirsiniz. Aldatmaca, göz boyama ve el çabukluklarından bulanık bir dünya yarattığınızı bile bile, kime, niçin kızdığınızı bilmeden, tüm bu aldatmacalar ve karışıklıklar içinde yüreğiniz sızlar; bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız da bir o kadar çoğalır.

Fiyodor Dostoyevski
Yeraltından  Notlar


Yeraltından Notlar, Dostoyevski’nin Camus dahil olmak üzere birçok Batılı düşünürü varoluşçu anlamda etkilemiş bir klasik olarak kabul edilen kısa romanıdır. 1864 yıında Petersburg’da basılmıştır.

Yeraltından Notlar gerçek dünyadan kendini soyutlamış veya buna zorunlu kalmış bir kişinin iç çatışmalarını ve hezeyanlarını ana eksen olarak belirler. Yeraltı Adamı’nın monoloğu ve ünlü “Ben hasta bir adamım.” ifadesi ile romana giren Dostoyevski bu romanıyla sonraki döneminin büyük eserlerine bir giriş yapar.

Yeraltından Notlar, modernite eleştirileri için erken sayılabilecek bir yılda, 1864’te, Rusya’da köleliğin feshedildiği 1861’den üç yıl sonra basılır. Köleliğin kaldırılması ile Rusya’da yeni bir havanın estiği bilinmektedir. Ancak Dostoyevski’nin karakteri ayrı bir alemdedir. İçerdiği temalar Rus edebiyatına dışsal olarak görülse de Rus düşünsel yaşamına dışsal değildir, ancak çoğuna ters bir yanıttır. Dostoyevski’nin bu eserini Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı” adlı ütopik sosyalist eserine bir nevi cevap olarak yazdığı kabul edilir. Çernişevski’nin yine Petersburg’da geçen romanındaki iyimserliğin karşısında Yeraltı’nın karanlık gurultusunu seslendirir Dostoyevski.

Dostoyevski’nin Rus aydınına karşı seslendirdiği haklı sitem, ve bunun getirisi olarak romana sinen kötümserce eleştirisi aslen yine Dostoyevski’nin “Rusluk” olarak tanımladığı Batı Hayranlığına karşıdır. Batılılaşma, modernizasyonun Rusya’da şehir olarak temsili olan Petersburg’un seçilmesi batılılaşma sorununu bir şekilde ele alan veya ona dokunan tüm romanların, hikayelerin zorunluluğudur. Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”sı gibi Gogol’ün ünlü “Palto”‘su da St. Petersburg’u mekan olarak alır, keza Dostoyevski’nin bir sonraki romanı olan ve belki de en ünlü romanı olan “Suç ve Ceza”nın da mekanı St. Petersburg’dur.

Romanın ilk bölümü bu romanın ardından zamanla “Yeraltı Adamı” olarak tanınan karakterin itirafları, serzenişleri, hakaretleri, hayıflanmaları kısaca iç dünyası üzerine bir monologdur. Çevresindeki insanlardan tiksinen, nefretle insanları anan, insanları belki de hiç sevmemiş gibi görünen kapalı bir karakterin fazlasıyla açık ifadeleridir. İkinci bölümde ise Yeraltı Adamı’nın yeraltından bir anlık çıkışı ve daha önceden arkadaşı olduğu anaşılan kişilerle bir hesap görmeye çabalamasını izleriz.

Dostoyevski Yeraltından Notlar ile yeni çağına girer. Bu romanını takip eden “Suç ve Ceza” ile büyük ün kazanır. Suç ve Ceza ile Yeraltından Notlar arasında sürekli bir bağlantı kurma çabası vardır, ancak Suç ve Ceza büyük bir ahlak öğretisidir aynı zamanda, Yeraltı ise bu minvalde sert bir eleştiri olabilir ancak. Yazarın tarihi kendisini bu ahlâk kavgasında bularak başlamıştır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz