Deniz Gezmiş, Amerikalıları kaçırma olayını anlatıyor: “Kolay değil yok, öldüremiyorsun”

1370

Bir an önce kurtulmalarını onlardan çok biz istiyor gibiydik. 
İşte o ara bildiriyi hazırladık. Hüseyin götürdü bildiriyi. Birkaç yere verdi. Hüseyin’i gönderdik çünkü o daha deşifre olmamıştı, adı geçmiyordu gazetelerde.
Yetkili makamlara tam otuz altı saat süre tanımıştık. Otuz altı saat içinde istediğimiz fidye ödenmezse, sözde bu dört Amerikalıyı öldürecektik.

Bildiri, bomba etkisi yaptı.

Kimler karışmadı işe. Başkan Nixon bile karıştı.
-Fidye verilmemeli,- diyordu. İsmet Paşa bile karıştı:
 -Elinizi kana bulamayın,- falan gibisinden birşeyler…

 Hiçbirimiz adam öldürmemişiz ki o güne kadar

Balgat’taki Amerikan üssüne girdik. Oranın bir silah deposu olduğunu öğrenmiştik. Ama ne silah, ne bir şey, hiçbir şey bulamadık. Üssün içindeki alışveriş yerinin önünde, bir kamyonetin içinde, direksiyonun başında gazetesini okuyordu zenci çavuş Finley. Yusuf’la ben kamyonetin iki yanından, kapılardan daldık içeri, dayadık silahları göğsüne. Ödü koptu.
-Öldürmeyin!- diye ağladı.
Bak o koca zenci ağladı, resmen ağladı. Kaçırdığımız öbür dört Amerikalının hiçbiri ağlamamıştı. Yusuf direksiyona geçti, Finley’in yanına. Sinan’la ben kamyonetin arkasındayız. Gazladık. Amerikan üssünden çıkıyoruz.
Kapıdan çıkarken, nöbetçiler çaktılar durumu, ateşe başladılar. Atılan mermiler Sinan’la benim başımızın hemen üstünden geçiyor. Otomatiği ateşledim ben de, korkutmak için.
Benim otomatiğin matrak bir özelliği var: boşalan kovanları bir bir fırlatıyor. Boş kovanlardan biri fırlayıp Sinan’ın başına çarpıyor. Vurulduğunu sanmış Sinan. Bir boş kovan da benim ayak bileğime çarpıyor. Ben de aynı duyguya kapılıyorum.
Herhalde bacağıma bir kurşun saplandı, sıcağıyla pek duymuyorum, diyorum içimden. Dışarıdan bizim çocuklar da ateşe başladılar: Alp’le Hüseyin. Hızla sıyrılıp çıkıyoruz anakapıdan.
İleride bir yerlerde, Fen Lisesinin karşısında duruyoruz. Finley’i indiriyoruz arabadan. Bir başka arabaya bindiriyoruz. Yusuf’lar da Finley’in arabasını alıp götürüyorlar.
Bir yere atacaklar arabayı. Giderlerken karşılarına bir toplum polisi arabası çıkıyor; tam karşıdan geliyor böyle, üstlerine doğru, Yusuf’gil, kamyoneti yolun kıyısına çekip polis arabasına yol veriyorlar.
Yol dar. Polis arabası geçip gidiyor yanlarından. Onlar da götürüp bir yerlere atıyorlar kamyoneti.
Bir ara Alparslan’a soruyorum: -Şu bacağıma bir baksana,- diyorum. -Yaralandım herhalde.-
Bakıyor Alp ayağıma. Hiçbir şeyim yok. Sinan’ın da.
Sonra Finley’i Orta Doğu Teknik Üniversitesine götürdük. 1 numaralı yurtta, 201 numaralı odada bir gece konuk ettik. Birtakım bilgiler almaya çalıştık ondan. Ertesi gün de salıverdik.
O gün, Yusuf’lar kamyoneti alıp gittikleri gün, tepeye geldik. ODTÜ’ye gidiyoruz.
Finley’i kolundan ben tuttum çıkardım tepeye.
-Bağlayın gözlerini,- dedim.
Bağladılar.
-Arkasını çevirin,- dedim.
Çevirdiler.
Sinan, hemen atıldı, engel oldu bana; niyetimi anlamıştı.
-Konuşalım,- dedi. -Arkadaşlara da danışalım da öyle,- dedi.
Gözleri bağlı zencinin kollarına girdiler. Onlar önden gidiyor, ben de arkalarından. Ve içimden hala zenciyi vurup vurmamayı tartışıyorum kendimle.
Orada onu öldürmenin, daha doğrusu ‘öldürme’ eyleminin yanlış bir şey olacağı yargısına varıyorum sonunda.
Haklı buluyorum Sinan’ı.
Deniz, konuşmasına ara vermişti. Hücrede, yatağın yanında, yerde, duvara sırtını vermiş oturan Kor Koçalak söze karışıyor:
Bu konuda iki küçük olay da ben anlatayım, iki küçük ayrıntı. O zaman beni çok etkilemişti.
Bu Finley var ya, nasıl olduysa, dizinin biraz altını, kaval kemiğini bir yere çarpmıştı. Yarası vardı biraz.
Küçük bir yara. Ben, yarasına pamukla tentürdiyot bastım. Tentürdiyotun acısıyla yüzü kasıldı; canı yanmıştı. O anda karşımızda, canı yanan, acı duyan bir insan, bizim gibi bir insan, bir canlı olduğunu anladım.
Birde Finley’in üstünü başını ararken, cebinden çıkan bir prezervatif beni çok etkilemişti. Hayata bağlayan bağlardı bunlar. Bu iki ayrıntı, onun da bizler gibi bir insan olduğunu kanıtlamaya yetmişti.

Ve yine Deniz anlatıyor:

Mart’ın ya 3’ü, ya 5’i.
Orta Doğu Teknik Üniversitesinin karlı sırtlarındayız yine. Bir buçuk saattir yol yürümüşüz.
Nasıl dondurucu bir soğuk. Rüzgar da bir türlü kesilmiyor.
Elimde silahım. Eldivenliyim. Üç kişiyiz: Yusuf, Sinan, ben.
Dört Amerikalının bindiği araba geçip gitti. Beş on dakika sonra dönecekler. Biliyoruz bunu. Her gün yaptıkları şey. O saatlerde başka bir araba da geçmez oradan. Geçecek olsa onu da durduracağız; başka çare yok. Önemli de değil.
Yattık. Mevzilendik. Bekliyoruz.
Beton bir direkle, telörgülerle barikatımızı kuruvermişiz yolun ortasına. Barikat sağlam.
Barikatın berisine yatmışım.
Eldivenimi çıkardım, elim bir an silaha yapışıverdi. Öylesine soğuk var.
Amerikalıların arabası az sonra göründü. Geldiler. Durdular.
Ben hemen arabanın önüne fırladım.
Direksiyonun yanındaki kapıdan Yusuf girecek arabaya. Ben öbür kapıdan dalacağım.
Dediğim gibi yaptık, girdik arabaya.
Yusuf, şoförü indirdi arabadan, -Don’t move lan!- (Kıpırdama lan!) dedi. Bir elinde silahı vardı,
öbür eli vites kolundaydı.
Ben, İngilizce, -Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adına tutuklandınız. Politik mahkum işlemi göreceksiniz.
Buyruklara uyun, yoksa kötü olur,- dedim. Şaşırdılar.
Yusuf’un bulup getirdiği öbür arabayı gizlediğimiz yerden çıkardık yola. Tutukladığımız dört Amerikalıyı kendi arabamıza geçirdik. Arabanın arkasına bindirdik. Yusuf direksiyona geçti. Ben arka kapının dibindeyim. Sinan, Yusuf’la benim aramda, ortada.
Onların boş arabasını Mete aldı götürdü.
Kepekli boğazından geçiyoruz.
-Başlarınızı yere eğin, gözlerinizi kapatın,- dedik. Herifleri alıp eve getirdik. Amaç Apartmanı.
Apartmanın üç numaralı dairesi. Yusuf’la Sinan önceden kiralamışlardı bu daireyi. Yusuf, kiralarken üsteğmen kılığına girmişti.
Yusuf, Amerikalılardan birini alıp eve çıkardı.
İkisinin gidişleri görülecek şeydi: Yusuf, Amerikalının yarısı kadar, ancak beline geliyor. Dev bir zenci. Onlar kapıdan girdiler. Biz de üç Amerikalıyı pencereden soktuk içeri.
Üstlerindeki parkaları çıkarttık.
-Ayakkabılarınızı da çıkarın,- dedik.
Çıkardılar.
Orada yatıştırmaya çalıştık onları.
-Herhangi bir yanlış davranışta bulunmazsanız,
size bir şey yapmayız,- dedik. -Yoksa-.-
Yiyecek birşeyler çıkardık önlerine. Çay demledik.
Hiç öyle iteleme kakalama yok.
Çocuklar telsizin başındalar.
Ben, Amerikalıların başına dikilmiş bekliyorum.
İkisinin karısı da gebeymiş: Başçavuş Jimmy Sexton ile er Larry J. Heavner’in karıları. Üçüncüsü edebiyat bölümündenmiş, anası da İtalyanmış. Richard Carazci’ydi adı. Dördüncüsü James Gholson da Katolik lisesini bitirmiş.
Başçavuş Jimmy çok gırgır bir adam. Dedesi, Pecos Bill’i görmüş, tanımış; uzun uzun anlatıyor bana.
Larry, sürekli düşünüyor, kötü kötü düşünüyor. Dördü de, beyni yıkanmış halk çocukları.
Onlara dünyadaki savaşları, Amerika’nın yaptıklarını falan anlatıyorum.
Larry öylesine düşünüyor ki, ağırımıza gidiyor. Onu da, öbürlerini de sürekli yatıştırmaya çalışıyoruz.
Ama en çok Larry’yi.
Bir an önce kurtulmalarını onlardan çok biz istiyor gibiydik.
İşte o ara bildiriyi hazırladık. Hüseyin götürdü bildiriyi. Birkaç yere verdi. Hüseyin’i gönderdik çünkü o daha deşifre olmamıştı, adı geçmiyordu gazetelerde. Yetkili makamlara tam otuz altı saat süre tanımıştık. Otuz altı saat içinde istediğimiz fidye ödenmezse, sözde bu dört Amerikalıyı öldürecektik.
Bildiri, bomba etkisi yaptı.
Kimler karışmadı işe. Başkan Nixon bile karıştı.
-Fidye verilmemeli,- diyordu. İsmet Paşa bile karıştı:
-Elinizi kana bulamayın,- falan gibisinden birşeyler
söyledi.
Yok, öldüremiyorsun. Faşistlere benzemiyoruz biz. Kolay değil adam öldürmek.
Üstelik adamlar suçsuz. Adamlar bilinçsiz ve senin yaşındalar.
Suçsuzlar. Dördünün de bir suçu yok. Tek suçları, Amerikalı olmaları belki. Kendi kurulu düzenlerine karşı çıkmamakla objektif olarak suçlular belki, ama sübjektif olarak hiçbir suçları yok adamların. Ayrıca silahları da yok. Sen silahlısın karşılarında. Yani koşullar eşit değil.
Sinan son derece duygulu. Amerikalılarla içli dışlı olmamak için elinden geleni yapıyor. Kaçırıyor kendini. -Zorunlu olur da öldürmek gerekirse, belki öldüremem sonra,- diyor ve hiç konuşmuyor onlarla;
yüzlerine bile bakmıyor.
Zorunlu olarak adamları dolaba tıkacağız, kapatacağız dolabın kapaklarını, yüzlerini falan görmeden boşaltacağız kurşunları üzerlerine.
Yusuf’un aklına, hani gazetelerde kocaman fotoğrafları çıkmıştı, Kıbrıs’ta, banyo küvetinde öldürülen kadınla çocukları geliyor, söylenip duruyor.
Ben cellat durumuna sokulmuşum gibi bir duyguya kapılıyorum.
En çok da ben konuşuyordum onlarla.
Ve olmadı. Öldüremedik.
Bu konuyu aramızda hiç konuşmuyoruz.
Olaydan sonra arkadaşların da benim gibi şeyler düşündüklerini anladım; sonradan anlattılar.
Ben açıkça söyledim: -Öldüremem,- dedim. Oysa başta -Öldürürüm,- diyordum.
Sinan, daha başlangıçta öldüremeyeceğini anlamış.
Hiçbirimiz adam öldürmemişiz ki o güne kadar.
Hiçbir deneyimimiz yok. O günden sonra da öldürmedik kimseyi. Biz insan öldürmedik reis.
Edebiyatçı olan Amerikalı Richard, karısına yazdığı mektupta: -Hayatımın bir namlunun ucunda sona ereceğini hiç düşünmemiştim,- diyordu.
Onların yerine koyuyordum kendimi. Anamı, babamı, kardeşlerimi düşünüyordum da, -Olmaz – diyordum.
Dört Amerikalı, önceleri, kurtulmaktan umutlarını tümüyle kesmişlerdi. Ama son iki gün, onlar da öldürmeyeceğimizi anlamış gibiydiler.
Üçüncü gün falandı, Larry’nin, karısına gizlice mektup yazdığını gördüm. Çektim aldım mektubu elinden. Oğlan vasiyetini yazıyordu: -Gider babamgilin evine yerleşirsin,- diyordu. -Artık görüşemeyeceğiz,- falan diyordu.
Dayanamadım, -Ulan göreceksin karını be!- dedim.
Hele birisinin anası taa Amerikalardan kalkıp gelmişti Ankara’ya, uçakla.
Çok da iyi besliyorduk adamları. Biz kendimiz doğru dürüst yemiyor, onlara yediriyorduk. Muzla besledik be herifleri, muzla.
Birimiz geceleri telsizin başında bekliyor, birimiz de onların yanında nöbet tutuyordu. Sıraya koymuştuk bu işi.
Süre doldu. Bildiride açıkladığımız kararı uygulamadık. Kıllarına bile dokunmadık.
Önce Hüseyin çıktı evden. Kalan üç kişi daha sonra çıktık.
Onları orada öylece bıraktık.

Erdal Öz
Gülünün Solduğu Akşam

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz