Osmanlı Devletinde Toplumsal Mücadeleler
Anadolu Selçuklu Devleti, Türkmen aşiret savaşçılarının kılıçları ile yıktıkları Bizans egemenliğinin yerin) alırken, gerçekte, göçebe Türkmen boylan arasında ve her boy ve aşiretin içinde gelişmiş olan servet ve mülkiyet farklılıklarından kaynaklanan bölünmeyi yönetenler ve yönetilenler olarak siyasal biçimi içinde de tescil etmekten, Anadolu Türkleri arasındaki sınıf mücadelesinin gelecekte yol açacağı kanlı kavgaları haber vermekten başka birşey yapmış değildi.
11, yüzyıl sonundan itibaren Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya akan Türkmen kabilelerin hemen hepsi Oğuz kavmindendiler ve Orta Asya’dan başlattıkları yürüyüşleri boyunca Maveraünnehlr ve İran’dan geçerek Anadoiu’ya ulaşırlarken ilişkiye geçtikleri uygarlıklarla karşılıklı etkileşimleri içinde hem farklılaşmışlar hem de toplumsal özgünlüklerini kendileriyle birlikte Anadolu’ya taşımışlardı. Oğuzların ilk özellikleri Türkmen kabilelerin geleneksel üretim tarzı olan çobanlık ve “talancılık’ğa dayanan bir toplumsal örgütlenme alışkanlığıydı.
İkinci olarak, Türkmenler, kabile içinde ve kabileler arasında sürülerin yetiştirilmesi ve alım satımı dolayısıyla başgöstermiş olan servet ve mülkiyet eşitsizliklerine; kabileler konfederasyonu tarzında örgütlenme ve savaş gereklerinin kalıcılaşmasının yol açtığı askerî ve siyasi hiyerarşiye; mülkiyet rejiminin bekası ihtiyacıyla baba soyunun izlenmesinin doğurduğu erkek egemenliğine karşın bu göçebe kavimlerinin tabanındaya devam eden kan kardeşliğine dayalı, kadın ve erkek tüm kabile üyelerinin eşit söz hakkına sahip oldukları bir kabile demokrasisi geleneğini göç ettikleri topraklara taşıdılar. Üçüncüsü, çok büyük ölçüde “animizm’!
e, doğa güçlerine tapınmaya dayalı şaman dininin zihniyetini, kurumlarını ve ilişkilerini edindikleri yeni dinleri İslâm’ın içinde uzun süre koruyageldiler.
Beri yandan, kabile içinde ve kabileler arasında doğup şekillenen iş bölümü, servet ve mülkiyet eşitsizlikleri, toplumsal ve örgütsel hiyerarşi, Oğuzların Orta Asya bozkırlarından Anadolu yaylalarına kadar süren yürüyüşleri sırasında yerleşik devletler ve uygarlıklarla girdikleri ilişki içinde kendi kökenlerinden keskin kopuşlarla sınıflar halinde bölünmelerine de yol açtı. İlk başkalaşım, artık ürüne el koyarak zenginleşen kabile aristokrasilerinin Horasan ve İran’da temasa geldikleri ilk İslâm devletlerinde yarı-yerleşik bir toplumsal düzene doğru geçmeleri ve Oğuz Türkmenlerinin bir bölümünün de akrabalık ve başka toplumsal dolayımlarla kabile şeflerinin kışlan konakladıkları şehirlerde yerleşmeleriydi.
Ancak Oğuz boylarının asıl kitlesi ve toplumsal hayatın merkezi hâlâ sürülerin otlatıldığı kırlardaydı; böylelikle Türkmenler en önce kent zenginleri ve yoksul kır çobanları olarak birbirlerinden ayrıldılar. Ancak, sürü ticaretinin yarattığı servetin sınırlılığı ve bunun yalnızca büyük sürü sahipleri için çekici bir faaliyet oluşu , çobanlık dışında bildikleri tek şey savaşmak olan göçebe savaşçılar kitlesine bu yeni ülkelerde yegane ilerleme imkanı olarak yağma ve talanı bırakıyordu. Bu savaşçı yeteneklerini İslâm devletlerinin hizmetine veren, buna karşılık ortaklaşa tasarruf ettikleri otlaklar üzerinde çobanlığı sürdüren göçebe Türkmenler, savaş ganimetlerinden oluşan servetler biriktikçe, bu ilişki biçimini sürekli ve kalıcı kılacak bir devlet olarak örgütlenme eğilimini geliştirdiler. Hizmetine girdikleri despotîk devletlerden de örgütlenme modellerinin yanışım iktidarın tekliği zihniyetini edindiler. Bu tarihsel zemin üzerinde iktidar, Oğuz boylarının çoğunluğunun muhalefetine karşılık serveti ve gücü elinde toplayan Selçuklu ailesine geçerken Türkmen kabilelerin üyeleri, yönetenlerle yönetilenler, “emir ve melikler” ile reaya olarak, bir başka düzeyde daha kesin olarak birbirlerinden koptular. Bir başka farklılaşma da İslâmiyetin benimsenmesi sırasında ideolojik alanda ortaya çıktı. Kentlere yerleşen zengin yönetici sınıflar, devletin ideolojisi olan resmi, Ortodoks, Hanefi-Sünni İslâm’ı benimsemeye yönelmiş, devlet ile dinsel otorite birbiriyle örtüşmüşken, Oğuzların büyük kitlesi, İslâmiyetle ilişkilerini doğrudan doğruya yaşama ve çalışma biçimlerinin bir yansıması olan şamanizme uyarladılar. Kadın erkek birlikte yaşamayı ve çalışmayı gerektiren göçebe sürü yetiştiriciliğiyle çelişen şeriat ve tesettür hükümlerine aldırış etmedikleri gibi, İran’da temasa geldikleri, ortaklaşa yaşama alışkanlıklarıyla bütünüyle örtüşen Mazdek eşitlikçiliğini kendilerine İslâmiyet kadar, belki de ondan daha yakın buldular, hatta bir çoğu İslâmiyetle herhangi bir ilişkiye girmeye eğilim bile göstermedi. Göçebe Türkmenler İslâm’ı tasavvuf! bir yorumla kendi hayat tarzlarına tercüme ederek, demokratik bir cemaat ideolojisi olan batini tarikatları halinde örgütlenerek, Sünni İslâm’ın, dolayısıyla devletin ideolojik egemenliğinden de ayrıştılar.
Böylelikle, göçebe Oğuz boyları Selçuklu Devleti’yle birlikte Anadolu’yu fethe yöneldiklerinde artık kandaşlığa dayalı bir aşiretler konfederasyonunu değil, birbirlerinden siyasal, toplumsal, ekonomik ve ideolojik olarak ayrışmış bir sınıflı toplumu oluşturuyorlardı. Bu bölünme üzerinde yükselen toplumun egemen ailesi olarak Selçuklular, Bizans İmparatorluğu’nu parçalamaya ve ele geçirdikleri topraklara yerleşmeye başladıklarında kendi toplumsal/kültürel alışkanlık ve gelenekleriyle İslâm devletlerinden edindikleri yeni siyasal/ideolojik yapıyı, hazır toplumsal/ekonomik yapıyla da eklemlediler ve böylelikle Türk egemen sınıflarının Anadolu’da kurduğu ilk askerî feodal devlet dünya tarihine girmiş oldu.
Anadolu’nun yerli halkı olan Ermeni ve Rumların kurmuş oldukları mükemmel ekonomik düzen Selçuklu Devleti’nin de toplumsal/ekonomik aygıtının temeliydi. Uzun zamandır üretimden kopmuş olan komutan ve beyler, şehirlileşen ilk Türklerdi. Zaptettikleri şehirlerde yerli Hıristiyan halkın arsa ve emlâkine el koyup askerî kimliklerin) yitirirken zengin ve nüfuz sahibi aileler kurdular.
Yaylalarda yerleşen göçerler ise, şehirlerdeki faaliyete Hıristiyan zanaatkar ve tüccarlarla pazar yerlerinde kurdukları ilişkiler aracılığıyla katıldılar ve aralarından bazıları geleneksel hayat tarzından koparak işçi ya da işletme sahibi oldu. Selçuklu kentinde toplumsal hiyerarşiyi biçimlendiren etken doğrudan doğruya sahip olunan siyasal ve askerî güçtü. Bireylerin ellerinde tuttukları servetin miktarı ganimetten edindikleri payla, bu da, hükümet aygıtında işgal ettikleri kademeyle doğru orantılıydı. Böylece kentlerin egemen sınıfları “sultan” ve “melikler” ile “emirler”den oluşuyor, bunları güç ve etkinlik bakımından Türkmen ve Hıristiyan halkı devlet nezdinde temsil eden “ayan”, ve”iğdişler” izliyor, sonra da zanaatkar ve tüccarlar geliyordu. Kentlerin üretici sınıfları olan zanaatkarlar ile onların dükkan ve işliklerinde çalışan “fityan” (çırak işçiler), “ahi” teşkilatı adı verilen loncalarda örgütlenip kent nüfusunun çoğunluğunu ve en alt katmanlarını oluşturuyorlardı. Kırda ise, başlıca iki ekonomik faaliyet biçimine dayalı toplumsal ilişkiler içinde nüfus parçalanmıştı. Toplumun çoğunluğunu oluşturan Türkmen köy halkı, “göçebe” ve “yerleşik” olmak üzere iki kategoride üretim yapıyor ve bu ekonomik ilişkilerin belirlediği hayat tarzı içinde, ister Hıristiyan ister Müslüman olsunlar devlete vergi veriyor ve askerlik yapıyor, devletin savaşçı ve fetihçi karakteri dolayısıyla da bütün harp makinesinin yükünü tarımdan alınan “rüsum-vergi” yoluyla yükleniyor, vergilerin toplanmasını devlet “ikta” olarak bıraktığı için de ikta sahibinin raiyyeti olarak yaşıyordu. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ve toplumun bu şekilde bölünüşü ile birlikte Oğuzların göçebe aşiret demokrasisinin toplumsal hayat üzerindeki egemenliği de son buldu.
Maddeci tarih anlayışının yeryüzündeki İlk sözcülerinden biri olduğu söylenebilecek olan İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde dile getirdiği gibi, “Büyük bir imparatorluk kuran hükümdar, çok güç bir görevle, bütün insanları kendine itaat etmeye yöneltmek göreviyle karşı karşıyadır. Bunu başarmak için, kendi kabilesine karşı sanki yabancı bir halka boyun eğdiriyormuşçasına acımasız davranmak zorundadır. Şiddete baş vurmazsa, o güne kadar bir hükümdarı hem ruhani hem dünyevi bir önder olarak görmeye alışmamış insanları kendine itaat eder duruma sokamaz. Hükümdarın ruhani ve dünyevi önder olması gerektiğini dini dogmaların bir parçası haline getirmek için her fırsatı kullanır (…) despotça niyetlerini saklamaz; kendi kabilesinden kişilerin daha önce sahip oldukları yetkileri kaldırır. Onlar bu yetkileri yeniden ele geçirmeye yeltendiklerinde şiddetle karşı koyar. Bu davranış biçimiyle kendi öz yurttaşlarını can düşmanları haline getirdiğinden dostlarını başka yerde aramak zorunda kalır. O zaman kendi savunmasını ve Devletini emanet ettiği kişiler yabancılar olur. Bir zaman sonra, bu kişiler ihsana garkolunurlar; çünkü bunlar hükümdarı iktidarı yeniden ele geçirmek için fırsat kollayan kabilesinin teşebbüslerine karşı korumak uğruna can vermeye hazırdırlar.”
Yönetici “melik ve sultanîar”ın egemenliklerinin üzerinde yükseldiği bu bölünme, Anadolu bozkırlarında patlak verecek ve Osmanlı Devleti çökene kadar durmak bilmeksizin sürecek olan bir sınıf mücadelesinin, kabileler ile devlet arasındaki açık ya da gizli iç savaşın temeli oldu. Bu iç savaş sürecinin başlangıcını oluşturan “Babaîler Ayaklanması”, yaygınlığı, katılımındaki genişlik ve ideolojik içeriğiyle, karşısına koyduğu toplumsal hedefler ve yarattığı popüler sınıf mücadelesi kültürüyle, ezilen sınıfların Anadolu’da izi günümüze kadar sürülebilen mücadele geleneğinin ilk halkası ve yeni, sınıfsız bir toplum kurmaya yönelik ilk toplumsal başkaldırısıydı.
1240 sonbaharında Adıyaman dolaylarında patlak veren ve Malatya, Sivas, Tokat ve Amasya’dan Kayseri ve Konya’ya kadar yayılan mücadelenin “Babaîler Ayaklanması” olarak adlandırılmasının nedeni ayaklanmanın önderleri olan Baba İlyas ve Baba İshak’ın dinsel önderliğinin ifadesi olan “baba” sıfatıyla ilişkilidir. Baba İlyas da, Baba İshak da 13. yüzyıl başlarında Horasan’a yönelen Moğol istilası önünden kaçan yüzbinlerce göçebe ile birlikte Anadolu yaylalarına akın eden binlerce derviş arasındaydılar. Bu dervişler, İslâmiyet!, kendi şaman geleneklerine göre benimsemişler ve samanlara genel olarak verilen “baba”, “ata” ya da “dede” sıfatlarını da İslâmiyete geçişleri sırasında koruyagelmişlerdi.
Hemen hemen hepsi batım mezhep ve tarikatlara bağlanmışlardı ve Sünni İslâmiyetle hiçbir kurumsal bağlan yoktu. Dervişler, düzenin resmi kurumlarında görevli din adamı imgesinden bütünüyle farklı olarak yeni kent uygarlığına geçişin sıradan halk arasındaki doğurduğu hoşnutsuzlukları dile getiren entelektüel ve toplumsal bir muhalefet hareketinin ideolog ve örgütçüleriydiler.
Aralarındaki nisbi farklılıklara karşın bu tarikatların tümü de, Sünni ideolog al Gazali’nin nefretle dile getirdiği şekilde “insanın bir bitki gibi olduğunu, ölünce hiçe dönüştüğünü… Kuran’da ve gelenekte yeniden diriliş, cennet ve cehennem, sevap ve günah hatta, kıyamete dair ne söylenmişse hepsinin aldatmaca” olduğu hükmüne varan eleştirel bir dünya görüşüne sahiplerdi.
Dervişlerin bağlı olduğu başlıca üç tarikattan Kalenderîler, Hint etkileri taşıyan bir tür çileciliği savunuyor, bekâr yaşıyor, saçlarını ve başlarındaki tüm tüyleri kazıtıyor, şeriat hükümlerinin hiçbirine uymuyor, içki ve esrar kullanıyor, eşcinsel ilişkiler kuruyor, Sünnî din adamları tarafından da zındık, cavlak, abdal, vb. adlarla anılıyorlardı.
Bütün bunlar, tıpkı günümüzün “punk”ları, bohem anarşistleri gibi yaşayan ve düşünen bu dervişleri ilginç kılmaya yetebilir ama, asıl ilginç olanı bunların taassubla hiçbir alış verişi olmayan Türkmen halk arasında geniş bir sempatiyle karşılaşmaları ve yaygın bir yandaş kitlesine sahip olmalarıydı. Yesevîler tasavvufun basit ve dünyevi bir yorumuyla, şaman kam o zanlarının geleneklerini birleştirerek hem Türkmen halkın manevi hayatını kuruyor hem de din adamı-hekimbüyücü olarak onların bu dünyadaki güçsüzlüklerini bir biçimde telafi etme görevini üstleniyorlardı. Haydarîler ise, Kalenderîler ve Yesevîler’\n inanış ve yaşama tarzlarının bir bileşimi olan ideolojilerine Türkmenler arasında geniş bir destek buluyorlardı.
Anadolu’ya ilk göç eden Türkmen kabileler, Selçuklu Devleti tarafından Batı’ya, Bizans’a doğru sürülerek merkezden uzaklaştırılabilmişler, ve muhalefetin patlayıcı etkisi Bizans’tan elde edilen ganimetlerle yatıştırılabilmişti.
Ancak, ikinci ve onu izleyen göç dalgalarıyla yüzbinlerce göçebe çadırı Anadolu yaylalarını kaplayınca, yerleşik düzen temellerinden sarsılmaya başladı. 13. yüzyıl başlarında, bir yandan taht kavgalarının çökertmeye başladığı merkezi yönetimin denetiminden çıkan mirî toprak rejimindeki bozulmanın toprakların özel ellerde birikmesine yol açması, bununla birlikte bir toprak sahipleri aristokrasisinin doğuşu, tarımla uğraşan köylülerin bir bölümünü ırgatlaştırırken, göçebelerden alınan vergileri de dayanılmaz hale getirdi. Öte yandan sipahilerin ve ümeranın kurdukları vakıf arazilerinin durmaksızın genişlemesi otlak ve tarla olarak kullanılacak arazileri küçülttü. Moğollar önünden kaçan aşiretlerin kalabalıklaştırdığı Anadolu yaylalarının toprakları bu nüfusu beslemez hale gelince kaçınılmaz kavga kızışmaya başladı. Göçebe Türkmenler bildikleri yegane hayat tarzını yani, sürü yetiştiriciliğini sürdürmeye çalıştıkça mirî toprakları özel mülk olarak tasarruf eden ikta sahipleriyle durmak bilmeyen bir çatışma içine girdiler.
Kavgayı kızıştıran bir başka siyasal/kültürel etken ise kent kültürüne geçmiş olanların göçebe geleneklerini sürdüren çoğunluğu aşağılamaları, onları kendi toplumlarından ve devletlerinden kültürel olarak da dıştalamaları, kendileriyle aynı sınıftan olmadıklarını onlara artan bir şiddetle duyuran bir sınıfsal ayırımcılık uygulamalarıydı. Kentliler için göçebeler “Etrak-ı bi idrak” (Akılsız Türkler), ya da “Havaric” (Dışarlıklı) iken, göçebeler için de onlar, “Yatuk”tan (Tembel) başka birşey değillerdi. Sömürenle sömürülen arasındaki karşılıklı nefretin ifadesi olan bu tanımlamalar, yaklaşan kavganın psikolojik temellerini de oluşturmaya başlamıştı. Kentlerde yerleşen ve ancak savaş zamanı malikanelerini terkeden sultanlar ve emirler, halkı vergilendirerek yığdıkları serveti, zevk ve sefa içinde tüketirken, göçebeler bağlandıkları tarikatlar çevresinde kendi göçebe geleneklerini yeniden üretiyorlar, kadınlı erkekli birarada yaşayarak bir tür komün hayatının eşitlikçi atmosferini kuruyorlar, bölünmüş, eşitsiz ve baskıcı bir dünya karşısında komünal geleneklerin yaşatıldığı tekkeler ve zaviyeleri gitgide yoksullaşan ve devlet baskısı altında ezilen halkın birbiriyle dayanışabildiği birer direnme merkezî halini getiriyorlardı. Başlangıçta, tekkelerin ve vakıfların örgütlenmesini teşvik etmiş olan Pevlet ise, simde artık kontrolünden çoktan çıkmış olan bu örgütlenme odakları karşısında ciddi bir huzursuzluğa kapılmıştı. Bütün bu çelişmelerin ortasında, varolan dünyanın eleştirisi üzerine kurulan ideoloji, kaçınılmaz olarak, daha yeni bağrından çıktığı, özgürlüğünün temeli olan otlakların yeniden ortak mülkiyete devri gereği sonucuna ulaşmakla kalmayacak, yerleşik hayatın da aynı modele göre kurulması talebini geliştirecekti!. Kısa zamanda tekkeler tasavvuf! form içinde komünal düşüncelerin üretildiği ve yayıldığı örgütsel merkezler, dervişler de yoksul, horlanan, itilen çoğunluğun ideolojik önderleri oldular ve sultanın zulmüne, haksız refahlına karşı eşit ve ortak bir dünya çağrısı yayladan yaylaya, kentten kente dervişler aracılığıyla yayılmaya başıladı.
Osmanlı Devleti’nde patlak verecek ve hepsi de yerel iktidar sahipleri arasındaki güç çatışmalarına eklemlenecek iki yüzyıl sonraki Celalî isyanlarından farklı olarak “Baba îler Ayaklanması”nın ilk önderi olan Baba İlyas, . doğrudan doğruya sultanın ve devletin yıkılmasına yönelen bir hareketi örgütlemek ve yeni bir toplum kurulması fikrini yaymak üzere “halifieler” görevlendirerek Türkmenler arasında bir ayaklanma örgütlemeye girişti.
Ayaklanma hazırlıkları bizzat Baba İlyas’ın zaviyesinin de bulunduğu Amasya, Tokat, Çorum, Sivas ve Bozok gibi yeni göç etmiş ve henüz yerleşik bir düzene geçmemiş Türkmen kabilelerin çoğunlukta olduğu Orta Anadolu illeriyle, Maraş, Adıyaman, Kefersud, Malatya ve Elbistan’ı içine alan Güney Doğu Anadolu illerinde yoğunlaştı.
Yoksul Hıristiyanların çokça benimsedikleri Pavlisyen tarikatına mensup olanların yaşadıkları birinci bölgede Hıristiyanlar da Baba İlyas’ın çağrılarına kulak vermeye başladı. Türkmenler, mallarını satarak silahlanmaya giriştiler, Baba İlyas’ın halifeleri de zaferden sonra ele geçecek ganimetin eşit olarak bölüşüleceğim ilan edip ayaklanma havasını durmaksızın kızıştırdılar.
Ancak savaşın sonunda zenginliklerin paylaşılabileceği ve kendilerinin de bu dünyadan birşeyler elde edebileceği inancı, halkı başkaldırmaya hazır hale getirdi.
Ancak Selçuklu devlet makinası, bu tür ayaklanmaları haber almak ve bastırmak bakımımdan birikmiş tecrübeye sahipti. İslamî devletlerin yönetme tecrübelerinin sultanlar için kıssalar halinde özetlendiği Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde istihbaratın önemi şöyle anlatılıyordu: “(Devlet) dünyanın dört, bir köşesine tüccar, sufî, seyyah, eczacı, derviş kılığında) casuslar göndermeli(dir)…casuslar ulaşıp haber getirdiklerinde, padişah zamanında hazırlık yaparak hareket eder ve aniden isyankarın üzerine çullanır.” Siyasetname’nm son fasılları da mazdekîlerin, karmatîlerin, hürremîlerin, hatmilerin başkaldırılarının cebir, hile, şiddet ve kıyım yoluyla nasılbastırıldığının hikayelerinden çıkarılan hisselerle doludur.
Anadolu Selçukluları da atalarından miras kalan casusluk şebekeleri aracılığıyla örgütlenme halindeki ayaklanmayı haber almakta gecikmediler ve al Gazali’nin “ıslah olmalarına imkan yoktur, onlarla tartışıp akıl öğretmek anlamsızdır, o bakımdan kan dökülüp köklerinikazımak lazımdır” öğüdüne uygun olarak Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, o harekete geçmeden önce davranarak Baba İlyas’ın Çat köyündeki tekkesine baskın düzenledi. Ancak ayaklanmayı patlak vermeden önce bastırmayı amaçlayan bu baskından kurtulmayı başaran Baba İlyas kaçarak Amasya kalesine sığındı. Şeyhinden ayaklanma tarihi için Kefersud’da haber bekleyen Baba İshak ise, Baba İlyas’ın kuşatıldığını haber alınca bir vergi memurunun kendisine yaptığı haksızlığı öne sürerek ayaklanmayı başlattı. 1204 sonbaharında Türkmenler, zamanın tarihçisi İbni Bibi’nin ifadesiyle “bu çağrı onlara eriştiğinde karıncalar ve çekirgeler gibi harekete geçtiler ve kararlaştırılan günde ayaklandılar”, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu büyük kitleler halinde isyanın saflarına katılmaya başladılar. Kentlerdeki “fityan” mensuplarıda hoşnutsuzluklarını ayaklanmaya katılıp sipahilerin konaklarını ateşe vererek açığa vurunca kısa zamanda Baba İshak’ın orduları, Adıyaman, Kahta ve Malatya’yı ele geçirdi. Malatya valisinin Hıristiyan ahaliyide yanına alarak kurmaya çalıştığı savunma dağıtıldı.
Her türden düzen dışı unsurun da katılmasıyla Baba İshak’ın güçleri büyümeye devam etti. Baba İshak’ın isyancıları yürüyüşlerini südürerek Sivas’ı ele geçirip yağmaladılar, soyluları kılıçtan geçirip, mallarını halka dağıttılar. Gayri memnun halktan, özellikle Çepnilerden kendilerine katılanlarla Tokat’tan geçtikten sonra Amasya üzerine yöneldiler. İsyan’ın her iki kolunun birbiriyle birleşmesini engellemek isteyen sultan büyük bir Selçuklu ordusunu Amasya üzerine gönderdi. Amasya kalesindeki Baba İlyas Selçuklu komutanı Hacı Mübarizuddin’in birlikleriyle tutuştuğu savaşta yaralı olarak ele geçirildikten sonra Amasya kafesinin burçlarında asılarak sallandırıldı ve halkın kendisine atfettiği ölümsüzlük efsanesini yıkmak üzere bütün cesedi parçalanarak doğrandı. Baba İlyas’ın öldürüldüğünü bildirerek teslim olmalarını isteyen Hacı Mübanzuddin’e “Baba resulallah, Baba resulaiiah” çığlıklarıyla karşılık veren kadınlı erkekli ayaklanmacılar korkunç bir saldırıdan sonra Selçukluları bir kere daha yenilgiye uğrattılar. Hacı Mübarızuddin Armağanşah’ı öldürdüler ve olanca gazaplarıyla başkent Konya üzerine yürüyüşe geçtiler. Ordunun bozgunu üzerine Erzurum’dan başkente çağrılan sınır birliklerini Kayseri’de bir kere daha yenilgiye uğratan Baba İshak kuvvetleri Konya’yı ele geçirmek üzere Kırşehir yönünde yürüyüşe devam ettiler, ve Malya ovasında kadınları, çocukları, sürüleri ile birlikte bütün güçlerini topladılar. Emir Necimuddin komutasındaki, Türklerin yanısıra Kürtler, Gürcüler ve Ferdahala komutasındaki Franklardan oluşan Selçuklu ordusunun yaklaşık 40 bin kişilik gücüne karşı isyancıların 5 bin dolayında gücü vardı ama Selçuklu ordusundaki Türkler, kardeşlerine karşı bir türlü harekete geçmek istemediklerinden Hıristiyan Franklar ön saflara alındılar. Ancak bu kez onlar haç çıkartarak , yerlerinde çakıldılar. Sonunda Türkmenlerin haykırışlarıyla saldırı başladıysa da Frankların mızrakları ve çelik zırhlarıyla karşılaşan Türkmenler çaresiz kaldılar ve aylardır sürdürdükleri zaferler dizisi bir anda bozguna dönüştü.
Cesaretlenen Selçuklu ordusu sayısal üstünlüğünün de yardımıyla İbni Bibi’nin verdiği sayıya göre 4 bin Türkmen’i kılıçtan geçirerek öldürdü ve Babaîler ayaklanması korkunç bir kıyımla sona erdirildi.
Selçuklu Devleti’nin içinden çıktığı özgür göçebe Türkmen aşiretlerini toprağa bağlayarak reaya haline getirme ve artı ürüne el koyma süreci, göçebe aşiretlerin, reayanın fityan ı n ve suhtelerin başkaldırılarının, Selçukludan Osmanlıya Anadolu’da sınıf mücadelelerinin toplumsal- ekonomik temelini oluşturdu- “Babaîler Ayaklanması” ise, özgür göçebeler toplumunun sınıflar halinde bölünmesine ve azınlığın üretici çoğunluk üzerindeki egemenliğine karşı ilk belirgin ideolojik ve toplumsal tepki olarak Anadolu halklarının belleğine yerleşti.
Askerî feodal devletlerin-Selçuklular ve Osmanlı Sarkurdukları ve korumak için azami titizliği gösterdikleri hiyerarşik düzenin katianılmazlığına isyan eden kitlelerin her seferinde yüzlerini döndükleri toplum tasarımı yüzlerce yıldır bildikleri ilkel eşitlikçi aşiret demokrasisi oldu. Toplumun iktisadi temeli karmaşık iaşıp göçebelik tarihsel temelini yitirdikçe sahici anlamından uzaklaşan bu eşitlikçi ütopya uğruna girişilmiş kavgalar ve verilen kurbanlar, askerî feodal Osmanlı Devleti’nin yerine sınıfsız bir toplumun geçmesini sağlayamazdı ama, bozkırlarda özgür yaşamak özlemiyle tutuşan yoksullar her başkaldmşlarjnda bu despotik devletin temelini kemirerek, ortadan kalkmasını kolaylaşırdılar. Bugün, onların ayaklanmalarından geriye kalan zalime baş kaldırma ve ortaklaşa yaşayıp çalışma ruhu,popüler kültürün içinden çağdaş özgürlük kavgalarına sızarak sosyalist mücadeleye yerel duyarlılıklarının üzerinde gelişeceği tarihsel zemini sağlıyor.
STMA
Baba İshak
1239 yılında asıldığı 1241 yılına kadar Anadolu’da göç edip gelerek Selçuklu tarafından yerel halka zarar vermemesi için dar bir bölgede yaşam alanı tahsis edilen Türkmenler’in çıkardığı Babai ayaklanması’na öncülük etmiştir. Vefâîyye tarikatına bağlı Horosan azizlerinden Dede Ğarkın’ın müridi olan Ebu’l-Baka Baba İlyas bin Ali el-Horasânî’nin taliplerindendir.Babai Ayaklanması, Anadolu Selçuklu Devleti tarihindeki en büyük Türkmen ayaklanmasıdır. 1239’da veya daha yüksek ihtimalle 1 Ağustos 1240 tarihinde, Vefâîyye tarikatına bağlı Ebu’l-Baka Baba İlyas bin Ali el-Horasânî’nin müridlerinden olan Baba İshak Kefersudî’nin öncülük ettiği ayaklanma. Anadolu Selçuklu ordusunca paralı Frank askerlerinin büyük desteği ile güçlükle de olsa bastırılmıştır. Ama bu olayın izleyen dönemde ortaya çıkan ve Babailik olarak bilinen dinsel-siyasal hareketin etkisi yıllarca sürmüştür. Yerleşik halkın inançlarına göre dinî sapkınlık olarak kabul edilen, ama Türkmenlerin Orta Asya’dan getirdikleri inançlar ile İslamiyet’in bir nev’i sentezi olarak kabul edilebilen Babailik, Aleviliğin ana temellerinden biri olmuştur. Ayrıca, XVI. yüzyıldaki Alevi-Türkmen ayaklanmaları üzerinde de büyük etkisi vardır. Sonuçları itibarıyla bu isyan ile Anadolu Selçukluları zayıflamış ve Anadolu, Moğolların saldırısına açık hale gelmiştir.