Sabah uyandığımda içimi bir korku sardı. Hizmetçim Mavra ayakkabılarımı getirince saati sordum. Onu birkaç dakika geçtiğini söyleyince korkumun sebebi anlaşıldı. Yine daireye geç kalmıştım. Eğer şu pinti muhasebecimizi yakalayıp birkaç kuruş avans koparma ümidim olmasa, bugün daireye gitmeyecektim. Şube müdürümüzün suratını asıp beni nasıl azarlayacağı belliydi. Zaten birkaç gündür dırlanıp duruyordu: “Bıktım senin şu dağınıklığından! Sen adam olmazsın azizim… Dairede aptalca dolaşıp, evrakı birbirine karıştırıyorsun. Tarihleri yanlış atıyorsun, noktadan sonra küçük harfle başlıyorsun. İlkokul çocuğu bile senden güzel yazar.”
Şu bizim müdür kadar kendini beğenmiş adam zor bulunur. Uğursuz, leylek bacaklı, kısa kollu, tip bir herif. Beni kıskandığı kesin… Tatmin olmak için odasına çağırır, bütün kalemlerini açtırır.
Haydi müdür ne ise… Ya şu muhasebeci domuzu! Adam sanki basit bir daire muhasebecisi değil de hazine müdürü…
Çalımından geçilmez. Bir memurun anası bile ölse, maaşını peşin alamaz. Yalvar yakar, önünde diz çök, çatla, patla; kılı bile kıpırdamaz kâfirin… Karısından dayak yediğini sanki bilmeyen var. Adam, devlet kasasından maaş verirken bile eli titrer; sanki cebinden veriyor…
Ben hariç, bizim dairenin bütün memurları torpillidir. Her birinin sırtını dayadığı soylu bir dayısı vardır. Maaşları az, havaları çoktur. Hepsi de kibarlık budalasıdır. “Efendim-“den, “lütfen”den geçilmez, etraf pırıl pırıldır. Başkenttekiler bile böyle temizlik görmemişlerdir. Masalarımız maundan, sandalyelerimiz cilâlı ağaçtandır. Amirlerimiz bizimle “siz” diye konuşur. Zaten bu aristokratik hava olmasa, çoktan istifamı basar giderdim.
Havı dökülmüş ve eskimeye yüz tutmuş paltomu giyip dışarı çıktım. Sağanak halinde yağmur yağıyor. Şemsiyemi açtım, dükkânların kepenklerini kaldıran küçük esnaflara selâm vere vere ilerledim. Hızlı hızlı temizlik işine giden gündelikçi kadınlardan başka sokakta kimseler yok. İleride birkaç hademeye rastladım. Yol kavşağında, efendi kılıklı bir memura gözüm ilişti. “O da benim gibi daireye geç kalmış…” diye mırıldandım. Sonra birden vaziyeti çaktım: “Yo birader! dedim, seninki daireye gitmek değil. Şu önde giden dişiye yetişmeye çalışıyorsun.”
Ne namussuz, ne zamparadır şu bizim memur takımı! Subaylardan aşağı kalmazlar. Sokakta gördükleri her süslü kadının peşine düşerler.
Böyle düşünerek yürürken, bir mağazanın kapısında duran arabaya gözüm ilişti. Arabayı hemen tanıdım. “Bizim Genel Müdür’ün gündüz burada ne işi var?” diye merak ettim. Arabanın kapısı açıldı; etek hışırtılarının ardından müdürün kızı göründü. Derhal köşeye saklandım. Uşak yerlere kadar eğilerek temenna durdu. Küçük afet, gerdan kırarak sağa sola baktı. Kaş-göz oynattı ve değnek yutmuş gibiydim dik yürüyerek mağazanın kapısından girdi. Durduğum yerde bütün yağlarım eridi. Yakası yağ bağlamış eski paltoma sarılıp bekledim. Dengi olmadığımı bile bile bu kıza tutkundum.
Kızın küçük finosu, hanımı gibi hava atıp çalım satayım derken hızla açılıp kana kapıdan içeri girmeye fırsat bulamadı; dışarıda kaldı. Buna uşak sebep olmuş gibi, adamcağıza havlayıp kendi diliyle onu bir güzel azarladı.
Ben, hanımına tanıdığım kadar bu hoşhoşu da tanırım. Adı “Meci”dir. Paltoma sarınmış, kararsızlık içinde beklerken incecik bir sesin;
— Merhaba Meçi! dediğini duydum. Konuşanı görmek için merakla etrafa baktım. Yan yana yürüyen iki bayan gördüm. Biri genç diğeri yaşlıca idi. Yanımdan geçerken aynı ince ses:
—Ayıp değil mi, Meçi? dedi.
Vay canına! Ne iş bu? Gözlerime inanamıyorum… Bizim Meçi, iki bayanın arkasından giden dişi hoşhoşa yanaşmış kur yapıyor. Duyduğum ses de bu
hoşhoşa ait… “Sarhoş muyum neyim?” dedim kendi kendime; ama içki kim ben kim!
Meçi cevap veriyor:
— Haksızlık etme, Fidel! Bana daha nazik davranmalısın, hav hav… iki gündür hastayım, hav hav…
— Ah, özür dilerim, Meçi! Bu duyduğuma çok üzüldüm, hav, hav…
iki fino gerçekten insan diliyle mi konuşuyorlardı; yoksa ben mi köpekçiği anlamaya başlamıştım? Vay canına, hav hav!
Okuduklarımı hatırlayınca şaşkınlığım geçti. İu sıralarda, dünyada buna benzer olaylar gerçekleşiyor ki. Yazdıklarınagöre ingiltere’de bir balık suyun yüzüne fırlayıp iki kelime bağırmış. Bir gün iki ineğin bir mağazaya girip bir kutu şekr istediklerini okudum. Haydi bütün bunlar mümkün diyelim… Ya şuna ne dersiniz (Meçi devam ediyor):
— Sana mektup da yazmıştım; ama bizim Ponkal tembellik edip getirmemiş galiba…
Her şey mümkündür, fakat köpeklerin yazı yazabildiğini hiç duymamıştım. Ağzım bir karış açık kaldı…
Yazı yazmayı insanlar bile doğru dürüst beceremezken, hayvanlar bu işi acaba hangi okulda öğrenmişler?.. Ancak soylu kişiler imlaya uygun yazabilir. Gerçi son zamanlarda esnaftan yazı yazanların sayısı bir hayli arttı. Hatta derebeylerimizin kölelerinden bazıları da yazmayı öğrenmiş. Tuh be! Memur takımının itibarı artık ayağa düştü demekir.
Şu “Fidel” denen hoş hoş yosmayı takip etmeye karar verdim. Bakalım nerede oturuyor? Bu işin aslı nedir, öğrenmem gerek. Şemsiyemi açtım, iki bayanın peşine takıldım. Grohovaya sokağından Meşcanskaya’ya saptılar; oradan Stolyarna’ya döndüler. Sonunda Kukuşkin köprüsünün karşı yamacına geçip büyük bir binanın önünde durdular. Bu evi bilmeyen yoktur. Meşhur “Zeverkov’un Evi”. Ev değil, geldi geçti hanı gibi bir yer. Kimler yok ki: Gündelikçi kadınlar, emekli subaylar, taşradan gelmiş on dördüncü dereceden memurlar, dul ihtiyarlar… Balık istifi gibi odalara sıkışmış otururlar. Trampet çalan bir arkadaşım da burada oturur…
İki bayan hoşhoşla birlikte beşinci kata çıktılar. “Eh, bu seferlik bu kadarlık ilgi yeter; boş bir zamanımda gelir devamını öğrenirim.” diye düşündüm ve geri döndüm.
Gogol
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Ukraynalı aydınlar sınıfından küçük bir aileye mensup Rus yazarlarındandır. Babası, ondaki tiyatro merakını keşfedip yazar olması için teşvik etmiştir.
Yüksek tahsil yapmak üzere, binbir ümitle Petersburg’a gitti. Umduğunu bulamadı ve küçük bir memur olarak göreve başladı. Arkasından, bir kız mektebinde tarih öğretmenliği yaptı. Bu arada ilk kitabını yazdı. Ukrayna’nın zengin folklorundan faydalanarak kaleme aldığı “Masalllar” hemen ilgi gördü. (1831)
Arkasından -bütün maddi sıkıntılara rağmen- Taraş Bulba ve Mirgorot hikâyelerini yazdı. Üslubundaki alaycı ve trajik dil edebiyatçıların dikkatini çekti. Yaşadığı dönemin sefaletini ve buna sebep olan yönetim zaafını karikatürize etmesi sansür kurulunu kızdırdı. Rüşvetçilik suçuyla Roma’ya sürüldü. (1836)
Nevski Bulvarı, Bir Delinin Hatıra Defteri, Portre, Burun, Palto, Müfettiş gibi hikâyelerinde, insanların fakirlik, sefalet ve baskı yüzünden nasıl şahsiyetlerini yitirdiğini ve delilik sınırına kaydığını alaylı bir dille gösterdi. Ölü Canlar’ın ve Müfettişin kopardığı fırtına Gogol’ü tekrar Rusya dışına attı. Dostları bile onun aşırı ve kırıcı bir dil kullandığını söyleyince bunalıma
düştü. Bir halı kafilesi ile Kudüs’e gitti. Yaptığı hataları telafi etmek için fanatik bir din adamına danıştı; ona bütün düşüncelerini açtı. Aldığı tavsiye üzerine Ölü Canlar’a özür niteliğinde bir ilâve yaptı. Bu aşırı gelenekçi papazın Gogol’a empoze etmeye çalıştığı fikirler hiç de onun yaratılışına uygun değildi. Gogol tekrar bunalıma düştü. Yazdığı yeni hikâyelerin müsveddelerini bir gece yaktı.
Son günleri acılar içinde geçti. Bütün dostları kendisinden yüz çevirdi. Gogol, insanlardan kaçıp inzivaya çekildi. Devamlı aç kalmaktan bitkin düşmüş bir halde, 43 yaşında iken, 1852 yılının şubat ayında öldü.