Boutrowc kendi sözcükleriyle bizzat en genel psikolojik yasaların “insanlığın bir dönemi”nde göreli olduklarını belirtti; çoktan beri, hastalığın hastalık olarak kendi gerçekliğini ve değerini sadece bunları böyle olarak tanıyan bir kültür içinde bulundukları hususu sosyolojinin ve patolojinin beylik bilgisidir. Vizyonları ve damgalanmaları ile Janet in hastası başka ortamlarda mistik bir kahin, bir mucize yaratıcısı olurdu. Sempatilerin bulaşıcı evreninde hareket eden takip edilen [erkek kişi] ceza çekme jestleriyle bir ilkel büyücünün pratiklerini yeniden yapıyor görünüyor: kendi hezeyan düşüncelerinin içeriklerini aldattığı ritüeller bize bir tabuya olan inanç yoluyla hastalıklı görünürler ki bu tabu ile ilkel gayet normal olarak çift anlamlı güç ile barışmak ister ve onun [gücün] birlikte etkisinin tehlike dolu lütfuna da ulaşmak ister.
Mamafih hastanın bu göreliliği doğrudan açık değildir. Durckheim bu [göreliliğin] evrimsel ve aynı zamanda istatistiksel bir yaklaşım ile incelenebileceğine inanıyordu: Bir toplumda, ortalama değerden saptıklarından dolayı, daha önceki gelişimin aşılmış dönemine atıfta bulunan ya da ancak doğum halinde olduğu görülen bir gelişimin gelecekteki dönemlerini haber veren fenomenler patolojik olarak kabul edilmektedir. “Bir ve aynı bütüne ait soyut evrenselliğin bir biçimi içinde türün en sık özellikleri toplandığında, elde edilen/kazanılan şematik öz ortalama tip olarak adlandırılırsa…, sağlığın bu ölçüsünden her sapmanın hastalıklı bir fenomen olduğu söylenebilir” ve şunu eklemek suretiyle bu istatistiksel bakış açısını tamamlar: “Toplumsal bir gerçeklik/olgu, belli bir toplum için gelişiminin aynı şekilde ancak belli bir dönemiyle ilişkili olarak normal olarak adlandırılabilir” (Regles de la methode sociologiques). Başka tür antropolojik bakış noktaları dahil edilmelerine rağmen Amerikan psikologlarının düşüncesi Durckheim’m bakış yönünden uzak değildir. Ruth Benedict’e1 göre her kültür insanın antropolojik konumlanmasını oluşturan sanallıklardan bazılarını beğenir seçer; söz gelimi Kwakuıtl kültürü gibi bir kültür bireysel egoyu aşırı derece yükseltilmesini tematize ederken, bir Zurü kültürü bunu radikal bir şekilde dışlar; saldırganlık Dobu’da tercih edilen bir davranış biçimidir; bu Pueblo’larda bastırılır. Buna göre her kültür hastalığa ilişkin olarak, taslağı kendisince göz yumulan ya da bastırılan antropolojik sanallıklarm tamammca belirlenen bir tasvir/tablo geliştirir. Crow Kızılderililerini araştıran Lowie, onların arasından kabilesinin kültür biçimlerinden olağanüstü bir bilgiye sahip birinden söz eder; mamafih o fiziksel bir tehlikeye dayanabilme gücünde değildi; ve sadece saldırgan davranış biçimlerine imkanlar sunan ve değer atfeden kültürünün bu biçiminde onun entelektüel yetenekleri onun sadece sorumsuz, selahiyetsiz ve nihayet hasta kabul edilmesine neden olurlar. “Doğal refleksleri toplum için karakteristik davranışa en yakın olanların hepsi bu denli fazla korunsalar da” der Benedict, “doğal refleksleri kendi medeniyetlerinde varolmayan bir davranış tabakasına girenlerin hepsi o denli oryantasyonsuz/yönsüzdürler”. Durckheim’in düşüncesi ve Amerikalı psikologların düşünceleri hastalığın biraz olumsuz bir şey olarak ve aynı zamanda sanal bir şey olarak algılanması gerekliliği hususunda birliktirler. Olumsuz bir şey olarak ortalamaya dayalı olduğundan, bir norm, bir “pattern” tanımlanmakta ve bundan sapmada patolojik olanın tüm özü bulunmaktadır: Hastalık doğal olarak bir tali görünüm haline gelir ve kendini bütünleştiremeyen bir davranış olması nedeniyle bir kültüre göre görelidir. Hastalığın içeriği gerçekte kendisini ifade ettiği hastalıklı olmayan imkanlarla tanımladığından sanal bir şey olarak [görünür]: Durckheim için bu, ortalamadan bir sapmanın istatistiksel sanallığıdır, Benedict için İnsani özün antropolojik sanallığıdır; her iki çözümlemede hastalık, sınırlayıcı bir kenar olarak bir toplumsal kültürel gerçekliğine hizmet eden sanallıklar içine sınıflanır.
Böylece şüphesiz hastalıkta olumlu olan ve gerçek olan, yani bir toplumda hastalığın ortaya çıktığı yapı gözden kaçırılmış olur. Gerçekten bu şeklide tanınmak / bilinmek durumunda olan hastalıklar vardır ve bunlar grup içinde statü ve işlev taşırlar; arkasından patolojik olan artık sadece bir kültür tipine ilişkin bir sapma değildir; bu [patolojik olan] böylece unsurların birisi ve bu tipin görünümlerinin birisidir. Kuzey Amerika’da Dakota’daki Berdache’lerin meşhur vak’asını bir tarafa bırakalım : bu homoseksüeller papaz ve büyücü olarak düşsel bir statüye sahiptirler, küçük esnaf ve yetiştirici olarak ekonomik bir rol oynarlar ve gerçekten kendi seksüel davranışlarının özelliğinden dolayı. Ve bu grup içinde hastalık hakkında net bir bilincin varlığına ilişkin hiçbir emare yoktur. Diğer taraftan böyle bir bilinç tamamen belli toplumsal kurumlara dayalı/bağlı olmalıdır.
Cailaway’a göre Zulu’larda aşağıdaki şekilde Şaman olunur: “Önce, Şaman olmak isteyen [kişi] görünüşe göre tamamen dinç/kuvvetli olmalıdır…; arkasından birşeyin kendisine acı verdiği konusunda şikayet eder… Her türlü mümkün olan hakkında rüya görür ve vücudu çamurlanır… Kendisi su ile ıslatıldığında o bir süre devam eden adale kasılmalarına maruz kalır. Eğer birisi hürmetsizlik gösterirse, hemen gözyaşı döker, hıçkıra hıçkıra sesli bir şekilde ağlar. Büyücü olmayı kafasına koyan bir adam huzursuzluk için bir büyük vesiledir.” Demek ki, Zulu’larda şamanların karakteristik davranış biçimlerinin, ki bunlar diğer yandan Avrupalılarda hipokondri* ya da histeri olarak sınıflandırılırlarken, kabul edilmiş ve geçerli sanallıklar olduğunu söylemek doğru değildir. Hastalık bilinci orada toplumsal rolü dışlamakla kalmaz, onu bizzat talep eder. Böyle bir şey olarak tanınmış hastalığa onu tanıyan grupça bir statü verilir. Başka örnekleri, çok uzun olmayan zaman önce hala bizim toplumumuzda hala köy eblehinin/aptalının ve epilep tiklerin oynadıkları rolde bulmak mümkündür.
Eğer Durckheim ve amerikalı psikologlar normdan sapmayı ve mesafeyi hastalığın esas doğası yapmışlarsa, bunun nedeni şüphesiz onlara ortak olan kültürel yanılmada aranmalıdır: toplumumuz kovalanan ve hapsedilen hastada bizzat kendisini görmek/bulmak istemez; toplumumuz hastalığı teşhis eder etmez hastayı dışlar. Hasta kişiden , normdan sapan bir kişi ve hastalıklı olanın kökeninin anomalilerde arayan bizim psikologların ve sosyologların çözümlemeleri demek ki her husustan önce kültürel temaların bir projeksiyonudur. Gerçekte bir toplum kendisini üyelerinin tebarüz ettirdikleri ruhsal hastalıklarda olumlu olarak ifade eder, toplum bu hastalıklı biçimlere hangi statüyü verirse versin; ister toplum bunları şimdi kendi dinsel yaşamının merkezine yerleştirsin, söz gelimi bu ilkellerde çoğu kez olduğu gibi ya da ister toplum, bunları toplum dışına atmak yoluyla, onları vatandaşlıktan çıkarmayı denesin, söz gelimi bizim kültürümüzde gerçekleştiği gibi.
(*) fiziksel bir neden olmaksızın hastalık duygusu [ç.n.]
Fakat sonunda iki soru ortaya çıkar: Toplumumuz nasıl oldu da hastalığa sapkın anlamını ve hastaya onu dışlayan bir statüyü verebildi? Ve toplumumuz buna rağmen kendisini tekrar tanımak/bulmak istemediği bu hastalıklı biçimlerde nasıl ifade etmektedir ?
Ruhsal Hastalığın Tarih İçinde Ortaya Çıkışı
Avrupa, deliliğe oldukça geç bir ruhsal hastalık statüsünü tanımıştır.
Oldukça sık olarak pozitif tıbbın doğuşuna kadar delinin cinlere tutulmuş olarak kabul edildiği söylenmektedir. Ve psikiyatrinin bugüne kadar ki tüm geçmiş (ler) i ortaçağın ve rönesansın “deliliğinde” dinsel ve majik anlamların dar ağına yakalanmış, teşhis edilememiş hastayı anlatmayı istediler. Şimdiye kadar sadece doğa üstü doğalsızlıkların görüldüğü yerde doğanın zarar vermelerinin keşfedilebilmeleri için evvela net ve nihayet bilimsel tıbbi bakışın gelişmesi gerekiyordu. Bu yorum bir hata üstünde oturur; ki yani “deliler” cinlere tutulmuşlar olarak kabul edilmektedir; [bu yorum] bir yanlış önyargıya dayalıdır: ki cinlere tutulmuş olarak belirtilenler ruh hastalarıdır; ve nihayet [bu yorum] yanlış bir sonuca dayanır: eğer cinlere tutulmuş olanlar gerçekte deliler iseler, deliler gerçekten de cinlere tutulmuş olanlar gibi tedavi edilmelidirler, gibi bir sonuç çıkarılmaktadırlar. Gerçekte cinlere tutulmuşun bu kompleks sorunu doğrudan deliliğin tarihi altına yerleştirilemez, bunun yerine dinsel düşüncelerin tarihi altına [yerleştirilebilir]. Tıp, 19. yüzyıldan önce iki kez cinlere tutulmuşluk sorunuyla uğraştı: ilk kez, yani parlamentolar, hükümetler ya da bizzat katolik hiyerarşisi hala engisizyon uygulamaları yapan belli manastır tarikatlarına karşı cephe aldıkları zaman J. Weyef den Duncun (1560 1640)’a kadar bir sıra hekim vasıtasıyla : Hekimler, şeytanla yapılan her anlaşmanın ve tüm şeytani ritüellerin öldürülmüş bir muhayyilenin gücü ile açıklanabileceklerini kanıtlama talimatı almışlardı; ikinci kez, 1680 ile 1740 arasında, yani tüm katolik kilisesinin ve hükümetin, Ludwigs XlVün yönetim süresinin sonunda takip edildiği için ortaya çıkan protestan ve Jansenistik* mistisizminin baş göstermesine karşı cephe aldıkları zaman. Hekimler o zamanlar, coşkululuk (Ekstase), uyarılma (Inspriration), peygamberlik, ilham telkin etme gibi tüm fenomenlerin aziz ruh (tabii ki heretiklerde/dinsizlerde) yoluyla, meyve sularının/içeceklerin ya da ruhların fokur fokur kaynaması yoluyla neden olunduğunu kanıtlamak için kilise yöneticilerince atanırlardı.
Tüm bu dinsel, paradinsel fenomenlerin tıp boyunca uzantısı demek ki, ruhsal hastalığın tanımlanmasına neden olan büyük uğraşı ile karşılaştırıldığında sadece bir tali episoddur;** ve her husustan önce bu [episod] tıbbın gelişimi için önemli bir tahrikten kaynaklanmamıştır; bilakis dinsel deneyim kendini kanıtlamak için tıbbın onayını ve eleştirisini yardıma çağırmıştır ve bunu sadece takviye için [yapmıştır]. Bu eleştirinin tıbdan daha sonra tüm dinsel fenomenlere yayılması ve yani dinin nevrozun fantastik güçlerinden kaynaklandığını ve aynı şekilde ve paradokssal olarak din tarafından lanetlenmiş olanların kendi dinlerinin ve kendi nevrozlarının kurbanları olduğunu gösterebilmek için, bizzat onu ortaya çıkaran katolik kilisesinin zararına tamamen hristiyan deneyimine karşı kullanılmış olması bu tarihin kaderidir. Fakat bu dönüşüm tarih olarak 19. yüzyılı kaydeder, yani, içinde ruhsal hastalığın pozitivist anlamda tanımının artık iyice yerleşmiş olduğu bir dönemi kaydeder.
(*) Jansenizm: Geçmişi Augustinus’a kadar geri giden ve [Roma ile olan çatışmalarında] özellikle Fransa’da büyük etki yapan katolik dinsel akım [ç.n.].
(**) episod = [Tiyatroda] tali oyun. Genel olarak: İkinci derecede olay [ç.n.]
Avrupa’da 19. yüzyıldan önce deliliğe ilişkin deneyim çok yapılıydı; bizim çağımızın onu “hastalık” kavramı içine alması, bizi onun orijinal zenginliği hakkında yanıltmasın. Şüphesiz artık Yunan tıbbmdan bu yana deliliğini olanı, ve azından kısmen, patolojinin kavramları ve onunla ilgili tedavi yöntemleri ile doludur. Avrupa’da her zaman deliliğin bir tıbbı tedavisi vardı ve ortaçağın yaşlılar yurtları / hastaneleri, sözgelimi Paris’deki Hötel Dieu gibi, deliler için büyük oranda yatak tahsis ettiler (çoğu zaman kapalı yataklar, kudurmuşları itaat altında tutabilmek için, büyük kafeslerin bir türü). Fakat bu, delillerin sadece iyileştirilebilir olan biçimlerinin kabul edildiği küçük bir sektördü (phrenesie, episodsal olarak ortaya çıkan cebir eylemi ya da “melankoli” nöbetleri). Delilik bu sektör boyunca çok yaygındı, fakat tıbbi bir yardım [alamıyordu].
Mamafih bu yaygınlığın sabit ölçüleri yoktur; en azından algılanabilen yoğunluklarında dönemden döneme değişirler, bazen bu [yaygınlık] gizli ve sübliminaldir; bazen de tekrar yüzeye çıkar, en öne gelir ve hiçbir güçlük olmaksızın kültürel manzara/dokuya yerleşir. Kesinlikle söylenebilir ki, 15. yüzyılın sonu, deliliğin dilin temel güçleriyle tekrar ilişki kurduğu dönemlerin biridir. Gotik döneminin son ifadeleri değişkendi ve daima ölüm korkusu ve delirme korkusunca hükmedilmekteydiler. D£s Irınoccents mezarlığında sunulan ölüm dansım Campa Santo von Pisa duvarları üzerindeki ölümün zaferini, tüm rönesans boyunca çok sevilerek kutlanan sayısız deliler dansı ve deliler kutlamaları izledi. Çünkü bunlar sayısız halk eğlenceleridir, “deliler dernekleri” nce düzenlenen tiyatro oyunlarıdır, söz gelimi Flaudern’deki Navire bleu gibi; buraya, Bosch’un Deliler Gemisi (= Narrenschi’nden Breughe Ve ve Margot la Folle’e kadar tüm ikonografi* girer; bunlar aynı zamanda, öğretici metinler, Brandini Deliler Gemisi (= Narrenschiff) ya da Erasmus’un Deliliğe Övgü1sü gibi felsefi ve eleştirel eserlerdir; nihayet bunlar deliliğe ilişkin tüm literatürdür; Elizabeth dönemi tiyatrosunda ve klasik öncesi Fransız tiyatrosunda, göz yaşları ve biraz geç dönemde, itiraf sahneleri gibi delilik sahneleri dramatik mimariye aittir; bu [sahneler] dramayı hayalden gerçeğe, yanlış çözümden gerçek sonuca dönüştürürler. Bunlar, çağdaş romanların olduğu gibi, Barok tiyatrosunun temel unsurlarıdır: şövalye hikayelerinin büyük maceraları, artık fantazmalarını, kontrol etmesini bilemeyenlerin kafalarında kolayca fantastik rivayetlere dönüşür. Shakespeare ve Cervantes rönesansın sonunda, gelecekteki hükümranlığını Bratıd ve Hieronymus Bosch’un yüzyıl önce bildirdikleri bu deliliğin büyük saygınlığına tanıklık ederler.
(*) ikonografi: resimsel tasvir [ç.n.].
Bu, rönesansın delilerine ihtimam göstermediği anlamına gelmez. Tam tersine: 15. yüzyılda, önce Ispanya’da (Saragossa’da), sonra İtalya’da, ilk büyük, sadece delilere tahsis edilmiş hastaneler/yaşlılar yurtları açıldı. Delilere buralarda şüphesiz büyük oranda arap tıbbına yönelik bir tedavi uygulandı. Fakat bu uygulamalar münferit yerlerle sınırlı idi. Özde delilik özgürlük durumundaki bir yaşantıdır; o engellemeksizin hareket eder, o herkese ait gösteri alanının ve dilin bir parçasıdır, o herkes için , üstesinden gelmek yerine aşırılığa vardırılan günlük bir deneyimdir. 17. yüzyılın başında Fransa’da halkın, gerçekten eğitimli halkın kendisini eğlendirdiği meşhur delilikler vardı; Blut di Arberes gibi bazıları yayınlanmış ve delilik düşüncesinin eserleri olarak okunan kitaplar yazdılar. Yaklaşık 1650’ye kadar Avrupa kültürü deneyimin bu biçimleri için garip bir şekilde kabul edici tavırdaydı.
[Ve bütünüyle tüm Avrupa’da] sadece delileri kabul etmek için belirlenmiş değil, aynı zamanda, en azından bizim algılamamıza göre, son derece değişik türdeki insanların büyük bir kısmı için belirlenmiş mühendislik [harika’ sı] binalar yaratıldı: fakir özürlüler, sıkıntı içindeki yaşlı insanlar, dilenciler, inatla iş arayanlar, cinsel hastalıklılar, suçlular, hertürlü hür fikirliler, ailelerince ya da kralın yönetiminin kendilerine bir kanunsal cezalandırmayı esirgediği tüm kişiler, savurgan aile reisleri, aforozu kaldırılan dinciler, kısaca düzen, akıl, moral ve toplum açısından bozuculuğun bir emaresini gösteren tüm insanlar hapsedildiler. Bu düşünceden olarak hükümet Paris’de Bicetre ve Salpetriere ile Höpital general açtı; bundan kıs& zaman önce Saint Vincent de Paul eski Saint Lazare cüzzarnlılar sığmağını bu türden bir hapishaneye dönüştürdü ve hemen arkasından, Charenton bu yeni kuramların modeline göre yeniden yapılandırıldı. Fransa’da her kent kendi Höpital general’ine sahip oldu.
Bu evlerin hiçbir şekilde tıbbi işlevleri yoktu; buralara iyileştirilmek için kabul edilinmezdi; buralara, artık daha fazla uz un süre toplumun bir parçası olunmak istenmediği ya da olunmaya izin verilmediğinde girilirdi. Klasik çağda delilere ve böyle bir çoklarına uygulanan göz altına alma yoluyla, deliliğin hastalığa olan ilişkisi sorun haline getirilmemekte, aksine toplumun kendisine, bireyin davranışında tanınana/görülene ve tanınmayana/görülmeyene olan ilişkisi problematize edilmektedir. Şüphesiz gözaltına alma bir ihtimam önlemidir; bu evlere bağışlanan bir sıra vakıf bunun bir delilidir. Fakat bu, ideali mükemmel bir şekilde kendi içine kapalı olma alan bir sistemdir: yaklaşık aynı zamanda ortaya çıkan İngiliz Workhouses’de olduğu gibi Höpital general’da zorunlu çalışma hakimdir; orada iplik eğirilir ve kumaş dokunur, ucuz fiyata pazarda satılan çok çeşitli eşyalar üretilir, bu para ile hastanenin varlığım sürdürebilmesi mümkün olur. Fakat zorla yüklenen çalışma bir ceza önlemi ve ahlaki kontrol karakteri de taşır. Çünkü ancak böylece yeni yeni gelişen burjuva dünyasında ana ayıp/ana düşkünlük, ticaretin dünyasında par exellence* bir günah tanımlanmış olur: o artık, ortaçağda olduğu gibi, bir gurur ya da bir arzulanan değildir: o bir haylazlıktır.
(*) par exellence: her husustan önce, açıkçası, doğrusu [ç.n.]
Gözetleme evlerinin tüm oturanlarının biraraya getirildiği ortak kategori, üretime, zenginliklerin dolaşımına ya da birikimine katılma yeteneksizliğidir (bu ister suç isterse tesadüf olsun). Onlara uygulanan dışlama bu yetenekliliğin ölçüsüne göre gerçekleşir ve modern dünyada daha önceleri olmayan bir dönüm noktasının/kesintinin ortaya çıktığını gösterir. Demek ki gözetleme orijinalinde ve başlangıçtaki anlamında sosyal mekanın yeniden yapılandırılmasına bağlı olmuştur.
Bu fenomen deliliğin o zamanki deneyiminin ortaya çıkışında iki bakımdan önemli idi. Bir kez, uzun zaman açık olan ve konuşkan, uzun zaman boyunca ufukta kalan delilik artık kayboluyor. O, artık uzun süre dışına çıkamayacağı susmaya yöneliyor; onun elinden dili çalınmıştır ve eğer hakkında konuşulsa bile, onun kendisi hakkında konuşması imkansızdır. En azından Freud’a kadar imkansız. Freud, ilk kişi olarak, tekrar, her an kopabilen, kendisini nüfuz edilemeyenlerde dile getirebilen ortak bir dilin tehlikeli teşebbüsünde akıl ve akıl dışı arasındaki iletişimin bir olanağını açtı. Diğer yandan gözetleme altındaki delilik yeni, tuhaf akrabalıklar oluşturdu. İçinde delilerin cinsel hastalıklılar, cüzzamlılar ve birçok suçlular, ağır suçlular ve hafif suçlular ile bir grupta toplandıkları dışlama mekanı bir tür şüpheli asimilasyona neden oldu; delilik, ahlaki ve toplumsal bakımdan suç ile artık belki hiç kurtulamayacağı bir akrabalık kurdu: 18. yüzyıldan bu yana delilik ile “sevgiden kaynaklanan tüm suçlar” arasında sıkı bir ilişki keşfetmek, deliliğin 19. yüzyıldan bu yana, hem [suçlar olarak] mevcut oldukları için hem de [bunlar] suç olmadıkları konusunda onda [delilikte] nedeninin bulan suçların varisi/mirasçısı olmasına; deliliğin 20. yüzyılda bizzat kendisi, içinde derinde suçluluk ve saldırganlığın orijinal bir özünü keşfetmiş olması bizi şaşırtmamalıdır. Bunların hepsi, öz gerçekliğinde deliliğin ne olduğu hakkında ilerleyen bir keşif değil, aksine Avrupa tarihinin üç yüz yıl boyunca delilikten ne [yarattığının] bir depolanması/çökeltilmesidir. Delilik, alışılmış olarak, zannedildiğinden daha çok tarihseldir, fakat daha çok gençtir de.
Gözaltına alma, orijinal/ilksel işlevini, deliliği susturmayı, bir yüzyıldan daha uzun süre muhafaza edemedi.
Yüzyılın başında huzursuzluk yeniden uyandı. Deli yeniden tanıdık bir çevrede ortaya çıkar; bu defa ona, tekrar katıldığı günlük yaşamda rastlanır. Rameau’nun Yeğeni bunun kanıtıdır. Yani bu çağda, deliliğin böylece bir çok cürüm, günah ve suç ile birlikte hapis edilmiş olarak birlikte ikamet ettiği hapishane dünyası çözülmeye başlar: keyfi gözetlemenin politik teşhiri; vakıflara ve kanunsal hasta bakımının geleneksel biçimlerine yönelik ekonomik eleştiri; halkın, kötülerin yurtları olarak kabul edilen Bicetre ya da Saint Lazare gibi evlerden korkusu: herkes gözetlemenin kaldırılmasını ister. Eğer delilik, o eski özgürlüğünü tekrar elde ederse, onun hali ne olacaktır?
1789’un reformcuları ve bizzat devrim eski baskı altına almanın sembolü olarak gözetlemeyi yok etmek ve aynı zamanda hastanelerdeki/yaşlılar yurtlarındaki kamusal hasta bakımını, tamamiyle çaresizlerin bir sınıfının mevcut olmasına atıfta bulunduğundan dolayı, mümkün olduğunca sınırlamak istiyorlardı. Finansal desteğin ve tıbbi/hekimsel süpervizyonun yeni bir biçimi denendi: bu [yeni biçimin] fakirlere ikame ettikleri yerlerde faydası dokunmalıydı ve onların hastane korkusu olmamalıydı. Fakat delilerin bir özelliğidir ki, onların özgürlüklerini almaları içinde yaşadıkları aile ya da grup için tehlikeli olabilmeleridir. Bundan dolayı onları alıkoymak zorunluluğu ve “delilerin ve tehlikeli hayvanları” m etrafta serbestçe dolaşmasına izin veren herkes için hapis cezası zorunluluğu [getirildi] .
Bu sorunu çözmek için devrim sırasında ve İmparatorlukta eski gözetleme evleri arka arkaya delilere tahsis edildiler ve gerçekten yalnızca delilere. Buna göre o zamanın Filantropisi* deliler dışında herkesi salıverdi; onlar [deliler] doğal mirasçılar olurlar, onlar şimdi adeta eski dışlama önlemlerine yönelik olarak ayrıcalıklı bir hak iddiası sahibidirler.
Şüphesiz gözetleme şimdi yeni anlam kazanır: o tıbbi karakterde bir önlem durumuna dönüşür. Fransa’da Pinel, İnglitere’de Tuke ve Almanya’da Wagnitz ve Zeii adları bu reformla bağlantılı kişilerdi. Ve bu kişilerde çift bir olayın sembollerini keşfetmeyen hiçbir psikiyatri ya da tıp tarihi yoktur: hümanizmin doğması ve nihayet pozitif bir bilimin başlaması.
Gerçek ise tamamen başkaydı. Pinel, Tuke, onların çağdaşları ve onları izleyenler gözetlemenin eski pratiklerini/uygulamalarını gevşetmediler, onlar onlan tam tersine delileri saracak şekilde sadece daha katica sıklaştırdılar. Tuke’nin New York yakınlarında gerçekleştirdiği ideal deliler kurumunda ruhsal hastalıklı kişi bir tür aile ile çevrelenmektedir, o kendini evinde gibi hissetmelidir; gerçekte ise o işte bu yolla kesintisiz ahlaki ve toplumsal bir kontrole tabi tutulmaktadır; onu iyileştirmek, öyle söylenmekte, ona, aile yaşamının ahlaki omurgası olan bağımlılık, iteat, suçluluk ve minnettarlık duygularını belletmektedir. Bunun aracı tehditler, cezalandırmalar, gıdasız bırakma, aşağılama, kısaca deliyi çocuksu ve suçluluk bilinçli tutan her uygulamadır. Pinel, Bicgtre’de, 1793’de hala orada olan “tutukluları kurtardıktan “sonra benzer teknikler kullandı. O, hastaya fiziksel cebir uygulayan maddi zincirleri iptal etti (mamafih hepsini değil). Fakat buna karşın hastaların etrafında, sığınma yerini/hastaneyi, kesintisiz yargılayan bir kurum yapan ahlaki zincirler oluşturdu: delinin tüm hareketleri gözetlenmek, tüm talepleri bastırılmak, hezeyan düşünceleri çürütülmek, hataları gülünç yapılmak durumundaydı : normalden her sapmayı hemen bir ceza izlemek zorundaydı. Ve [bunların hepsi] kendisine öncelikle bir terapi değil bir kontrol görevi düşen bir hekimin rehberliğinde [yapılıyordu]. Deliler kurumundaki hekim ahlak sentezlerinin bir ajanıdır.
(*) die Fhilantrophie [= filantropi]: insan severlik akımı [ç.n.]
Mamafih bunlar hepsi değildir. Çok hacimli gözaltına alma önlemlerine rağmen Fransız klasik çağı deliliğin tedavisine yönelik tıbbi pratikleri belli bir dereceye kadar varolmaya devam ettirdi ve kendilerini geliştirmeye bıraktı. Alışılmış hastanelerde/yaşlılar yurtlarında deliler için özel bölümler vardı. Bunlar tedaviye tabi kılındılar ve 17. ve 18. yüzyılın tıbbi metinleri, her husustan önce gittikçe sıkça görülen can sıkıntısı ve sinirsel acılarla ilgili olarak, delilerin iyileştirilmesi için uygun teknikleri tanımlamayı denediler. Bu tedaviler ne psikolojikti ne de fizikseldi; onlar aynı anda hem biri hem de diğeriydi: genişleme/hacim ile düşünce arasındaki karteziyen/akılsal ayırım tıbbi uygulamalar alanına nüfuz etmemişti; hastaya, ruhlarını ya da ateşini tazelemek için duş ya da banyo uygulanıyordu; bozulmuş dolaşımını yenilemek için ona taze kan enjekte ediliyordu; hayal gücüne başka bir yön vermek için, onda canlı izlenimler yaratma deneniyordu.
O zamanlar fizyolojinin durumunca tamamen haklı kabul edilen bu uygulamaları şimdi Pinel ve izleyenleri saf baskıcı ve ahlaki bir ilişki içinde devraldılar. Duş yapmak artık canlandırmıyor, cezalandırıyor; bu [duş] artık hasta tamamen ter içinde kaldığında değil, bir suç işlediğinde uygulanıyordu; hala 19. yüzyılın ortasında Lauret hastalarına buz gibi duş uyguluyordu, aynı anda bir konuşma başlatıyor ve onlara, düşüncelerinin bir delilik olduğunu itiraf etmeye zorluyordu. 18. yüzyıl aynı zamanda, katı belli bir hezeyan düşüncesine sabitlenmiş ruhların akışının tekrar harekete geçirilmesi ve kendi doğal yollarını bulması için deliliğin konumlandığı bir rot gibi dönen bir makine icat etti. 19. yüzyıl bu sistemi, ona sadece cezalandırıcı bir karakter vermekle, mükemmelleştirir: deliliğin her dile getirilişinde hasta etrafta döndürülür eğer bir düşünce değişikliği gerçekleşmezse, bayılıncaya kadar. Aynı zamanda, düşey bir aks üzerinde kendi etrafında dönen ve dönüşümleri, içine hapsedilmiş hasta ne kadar huzursuz davranırsa, o kadar hızlı olan bir hareketli kafes geliştirildi. Tüm bu tıbbi oyunlar, o zamanlar artık aşılmış/geçersiz olan fizyoloji üzerine oturtulmuş eski tekniklerin kurum(sal) çeşitleridir. Önemli olan odur ki, Pinelin zamanında gözetleme amacıyla kurulan deliler kurumlan, sosyal bir dışlama mekanının tıbbi yönden halledilmesi ile aynı anlama gelmezler, aksine, kendilerinden bazılarının sosyal önleme önlemleri karakterini, diğerlerinin tıbbi strateji karakterini taşıdıkları bir moral rejimi içerisinde tekniklerin bir karışıklığı/yayılması ile aynı anlamdadırlar.
Bu andan itibaren artık delilik hayalgücü ve hezeyan olan ara unsurlar yoluyla vücudu ve ruhu ilgilendiren bir genel fenomen olarak görülmez. Kurumun yeni dünyasında, cezalandırıcı ahlakın bu dünyasında delilik özde insan ruhunu ve suçluluk duygusunu ve onun özgürlüğünü ilgilendiren bir şey olur; o şimdi iç alana gönderilmiştir ve delilik bu yolla Avrupa dünyasında ilk kez statü, yapı ve anlam bakımında ruhsaldır/psikolojiktir.
Fakat bu ruhsallaştırma/psikolojikleştirme, kendisi yoluyla deliliğin ahlaki değerler ve ahlaki baskı sistemine yerleştirildiği bir sübliminal olayın sadece yüzeysel sonucudur. O [delilik], içinde delinin, dürüstsüzleştirilmiş, hukuk açısından çocukla bir tutulmuş olarak ve deliliğin, suç ile kusurlu olarak günah ile bağlantılı göründüğü bir ceza sistemine dahil edilir. Tüm psikopatalojinin Esqfuirol ile başlayan ve bugünkü bizimki içinde problematiğini tanımladığı üç konunun hakimiyeti altında olmasına şaşırmayalım: Özgürlük cebir/zorlama arasındaki ilişki; regresyon fenomenleri ve çocuksu davranışın yapısı; saldırganlık ve suçluluk duygusu. Deliliğin “psikolojisi” ile keşfedilen sadece bu psikolojinin kullanılmasına yol açan olayların sonucudur. Tüm bu psikoloji, 19. yüzyıl “filantropisi”nin haince bir “özgürleştirme” görüntüsü altında içinde kilitlendiği/kapatıldığı ahlak sadizmi olmaksızın mevcut olamazdı.
Her tür bilginin zalimliğin temel biçimlerine bağlı olduğuna itiraz edilebilir. Deliliğe ilişkin bilgi bir istisna değildir. Fakat şüphesiz bu bağlantı işte deliliğe ilişkin olarak özellikle vahimdir. Sadece evvela bu bilgi yoluyla deliliğin psikolojik çözümlenmesinin mümkün olduğundan değil, aynı zamanda her husustan evvel, gizlice her tür psikoloji imkanının onun içinde yapılanmış bulunduğundan dolayı: unutulmamalıdır ki, “objektif’ ya da “pozitif’ ya da “bilimsel” psikolojinin tarihsel orijini ve temeli patolojik deneyimdedir. Kişilik bölümlenmelerine ilişkin bir çözümleme kişilik psikolojisine imkan verdi; baskıların/cebrin ve bilinçsizlik durumunun bir çözümlenmesi bilinç psikolojisini kurdu; yetersizliklerin bir çözümlenmesi zeka psikolojine neden oldu, Başka türlü söylensin: insan, onun deliliğe olan ilişkisi bir psikoloji mümkün kılalı beri, yani, onun deliliğe olan ilişkisi dışsal olarak dışlama ve cezalandırma ve içsel olarak ahlakın ve suçun içine yerleştirme yoluyla tanımlanalı beri, ancak psikolojikleştirilebilir bir tür oldu. Deliliğin bu iki fundemental aksa olan bağlantısı yoluyla başlayan 19. yüzyılın insanı deliliğe yönelik bir baskını/hareketi ve bununla genel bir psikolojiyi mümkün kıldı.
Gerçeğin karanlığının ve onun mutlak çürütülüşünün bir akılsızlık deneyimi içinde 18. yüzyıl Avrupa insanına karşı çıkmaları [ve bu akılsızlık deneyimi] şimdi insanın doğal gerçeğine haline gelir ve bizim için hala öyledir. Ve bu giriş bizden bir yandan nesnel indirgemeler talep etme (dışlama eğilimi) ve diğer yandan bitmez tükenmez bir şekilde kendisiyle gerisin geri ilişkilendirme isteme (ahlaki ilişkilendirme eğilimi) yoluyla bu girişin ne denli çift anlamlı olduğu kavranılır. Çağdaş psikolojinin tüm epistomolojik kökeni, zaman bakımından devrim ile birlikte gerçekleşen ve insanın bizzat kendisine olan ilişkisini ilgilendiren bu olaydadır. Psikoloji, modern insanın kendi gerçeğini aradığı ve kaybettiği bu etik dünyanın üzerinde ince bir deridir. Tam zıddını söylediği iddia edilen Nietzsche bunu görmüştü.
Deliliğin psikolojisi buna göre sadece gülünç olabilir ve buna rağmen öze dokunur. Gülünç, çünkü deliliğin psikolojisini yapmak istemek demek, psikolojiden, kendi koşullarına hücum etmeyi, kendi imkanının koşuluna geri dönmeyi ve kendisi için aşılamaz olanı aşmayı talep eder. Psikoloji asla deliliğe ilişkin gerçeği söyleyemeyecektir; çünkü psikolojini gerçeği kesinleştirilmiş deliliktedir. Ve buna rağmen deliliğin psikolojisi yanılmaz bir şekilde özsel olanın üstüne gider, çünkü o [psikoloji] karanlıkta içinde imkanlarının birbirine bağlandığı noktaya doru hareket eder; yani çünkü o [psikoloji] kendi yoluna gerisin geri gider ve insanın kendisiyle bir ilişki kurduğu ve onun homo psychologicus olmasına neden olan yabancılaşma biçimini kullandığı alana yönelir. Kökenlerine kadar sürülmüş olarak, deliliğin psikolojisi ruhsal hastalığın bir hakkından gelme ve onun yok olmasının bir imkanı değil, aksine bizzat psikolojinin tahrip edilmesi ve akıl ve akılsızlık arasındaki o özsel olanı psikolojik olmayan, çünkü ahlak! olmayan ilişkinin ortaya konmasıdır.
Bu ilişki Hölderlin’in, Nervalsin, Roussei’in ve Artalıu’un eserlerinde yaşayandır ve görünendir, psikolojinin tüm kötülüklerine rağmen ve insana, onun günün birinde belki delilik ile büyük trajik karşılaşma için psikolojiden ayrılmış, hür olabileceğini vadeder.
Delilik. Genel Yapı
Burada söylenen, delilik fenomenlerinin ana hatlarını çıkarma ya da bir iyileştirme taktiği tanımlamaya ilişkin her bir denemenin o priori bir eleştirisi olmamalıdır. Sadece şu gösterilmek zorundadır ki, psikoloji ile delilik arasında bu tür bir ilişki, yani temelde böyle bir yanlış anlaşılma mevcuttur, ki böylece deliliğin tümünü, onun özünü ve doğasını psikolojinin kavramlarıyla incelemek akamete uğrar. Bu tür bir gayretin başarısızlığa mahkum olması bizzat “ruhsal hastalık” kavramında dile gelir. “Ruhsal hastalık” olarak karakterize edilen sadece onu evvela mümkün kılmış olan psikolojide yabancılaşmış deliliktir.
Günün birinde deliliğin genel yapısına ilişkin özgürleşmiş, yabancılaşmadan geri alınmış, aynı zamanda ilksel diline geri verilmiş deliliğe ilişkin bir çalışma yazma derlemesi yapılmak zorundadır.
Böyle bir çalışmada ilk olarak, insanların davranışında ve dilinde toplumun belli bir tavır aldığı belli fenomenlere karşı duyarsız olabileceği hiçbir kültürün mevcut olmadığı ortaya çıkardı: Bu insanlar ne tamamen hastalar gibi ne tamamen suçlular gibi ne tamamen sihirbazlar gibi ve ne de tamamen alışılmış insanlar gibi muamele görürler. Onların içinde bir şey farkdan söz eder, farketmeyi/ayırdetmeyi talep eder. Bunun, bizim bilimsel anlağımızın ruhsal hastalık olarak tanıyacağı ilk karanlık ve dağınık bilinç olduğunu söylemekten sakınalım; bu münhasıran, delilik deneyiminin yerleşeceği boşluktur. Fakat bu olumsuz biçim altında artık, toplumun değerlerini koyduğu ve riske ettiği olumlu bir ilişki belirir. Böylece rönesans, ölümün hayaleti korkusundan, bu dünyanın sonu korkusundan ve bu dünyada öbür dünyanın korkusundan yeni bir tehlike hisseder: içeriden, bu taraftaki ve öbür taraftaki dünyayı aynı düzeye, aynı anda bir ve ayın yeryüzüne yerleştiren tabir caiz ise dünyanın yarıklarından dışarı fırlayan deliliğin işgali, ki böylece bu dünyamızın fantastik bir sahte resimde çiftleşmiş olup olmadığı ya da tam aksine çoğu kez bu taraftaki dünyanın öbür taraftaki dünyayı ele geçirip geçirmediği ya da şimdi ve burada bizim onu bu taraftaki dünya olduğunu bilmeksizin, sonunda bizim dünyamızın bir sırrı olup olmadığı artık bilinemez. Tekinliğin tam orta yerinde korkunç tekin olmayanı ikamet ettiren bu güvenli olmayan, çift anlamlı deneyim Hieronymus Bosch’da görülebilenin stilini kazanır: Onda [delilikde] dünya garip ve gülünç küçük canavarlarıyla her midyede, her ot sapında ikamet eder, [ki orada] gerçek ve yalan, aldatma ve sır, aynı ve başka olan birdir. Arzuların Bahçesi ne deliliğin kendi içinde tutarlı sembolik bir imajı ne de kaçık bir hayal gücünün kendiliğinden bir projeksiyonudur, aksine, deliliğin anlamının mutlak farkını açık tutabilmek için yeterli derecede yakın ve yeterli derecede uzak olan bir dünya algısıdır. Rönesans kültürü bu tehlikeden dolayı değerlerini trajik tarzın aksine daha çok alaycı bir tarzda öğrenmiş ve denemiştir. Akıl da kendisini çiftleşmiş ve kendi kendisini istimlak etmiş olarak algılar: o kendisini akıllı zanneder, kaçık zanneder; bildiğini iddia eder ve bilgisizdir; kendisini normal insan aklı kabul eder, delice konuşur; bilgi karanlığa ve yasak dünyaya götürür ve onun sonsuz ışığa götüreceği düşünülür. Rönesansa hakim olan tamamen oynanan bir oyundur: sınırlarını bilen aklın şüpheci bir oyunu değil, aksine kendi tarafını delilik düşüncesine karşı koyan akim katı, atılgan, ciddi, alaycı bir oyunu.
Bu çok genel temel deneyimler üzerinden, diğerleri, artık daha iyi sınıflanmış olanları oluşur. Bunlar olumlu ve olumsuz değerlendirmeler, söz konusu deneyimlerin kabul ve reddedilme biçimleridir. 17. yüzyılın tanımadığı, değersizleştirdiği ve susturduğunu 16. yüzyılın olumlu değerlendirdiği ve tanıdığı açıktır. Geniş anlamda deliliğin yeri/konumu burasıdır: orijinalde başka türlü, delilik düşüncesi ve akılsızlık olarak kabul edilenin olumsuz değerlendirildiğinin, kültür olguları içindeki, işte bu yerleştirildiği düzeydedir. Burada ahlaki anlamlar öne çıkar, savunma önlemleri söz konusu olur, engeller dikilir, dışlamanın tüm ritüelleri oluşur. Dışlanma kültür tipine göre değişiktir, coğrafi ayırım yolu ile (içinde “başka türlü” insanların, bazen köyden kilometrelerce uzakta, yaşadığı Endonezya topluluklarında olduğu gibi), maddi ayırım yolu ile (gözaltına almanın gerçekleştiği bizim toplumlarımızda olduğu gibi) ya da sadece dışarıdan hiç görülemeyen sanal ayırım yolu ile (Avrupa’da 17. yüzyılın başında olduğu gibi).
Bu izole etme taktikleri deliliğin algılanması için çerçeveyi oluştururlar. Söylenmesine izin verilen bilgi: bu delidir, ne basit ne de doğrudan bir eylemdir. Bu [eylem] gerçekte bir sıra ön operasyona ve her husustan önce sosyal mekanın değerlendirmenin ve dışlamanın ilgili sınır çizgilerine göre tespit edilmesine dayanır. Eğer hekim deliliği bir doğa fenomeni olarak teşhis ettiğine inanıyorsa, bu gerçekte, ona deliliği tanımaya izin veren bu eşiğin mevcudiyetidir. Her kültür, bu kültürün oluşturulmasına uygun olarak kendisini geliştiren kendi eşiğine sahiptir; 19. yüzyılın ortasından bu yana toplumunda deliliğe ilişkin duyarlılık eşiği oldukça düştü; bu, bu düşüşün aynı şekilde nedeni ve sonucu olan psikanalizde görülebilir. Bu eşiğin tıbbi bilincin keskinliğine bağlı olmadığı belirtilmelidir: deli, artık 19. yüzyıldan önce Avrupa’da olduğu gibi, patolojik bir statü almaksızın, böyle biri olarak pekala tanınabilir ve izole edilebilir.
Nihayet bizzat bu eşikten göreli bir şekilde bağımsız olarak özetle delinin varlığına karşı tolerans bu eşiğin yüksekliğine bağlıdır. Bugünkü Japonya ‘da çevrelerince böyle olarak tanınan delilerin yüzdesi Birleşik Devletler’deki ile aşağı yukarı aynıdır; fakat burada toleranssızlık büyüktür, yani toplumsal grup (özellikle aile) normlara uymayan insanları entegre etme ya da basitçe kabullenme yeteneğinde değildir; hemen hastaneleştirme/hastaneye gönderme, bir klinikte ikamet ya da basitçe aileden ayırma talep edilir. Buna karşın Japonya’da ortak dünya daha toleranslıdır ve genel olarak hastaneleştirme kural haline gelmemiştir. Harp zamanlarında ve ağır kriz zamanlarında Avrupa’da deliler kuramlarına şevklerin/göndermelerin kabul görmesinin birçok nedenlerinden birisi, çevrenin entegrasyon normunun düzeyinin, daha tutarlı ve olaylarla baskı altına alınsa bile, oldukça düşmesi ve bu yolla çevrenin doğal olarak, alışılmış zamanlara göre, daha toleranslı olmasıdır.
işte ancak bu dört düzeyin temelinde deliliğe ilişkin bir tıbbi bilinç gelişebilir. Deliliğin algılanması böylece hastalığın bilgisi olur. Fakat bu zaman da, onun hastalık olarak teşhis edilebilmesi için hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ne arab tıbbı ne orta çağın tıbbı, ne de kartezyen sonrası tıb fiziksel hastalık ile ruhsal hastalık arasında bir fark yapabildiler; insan her patolojik biçime tüm bütünselliği ile dahil ediliyordu. Ve bir psikopatolojinin oluşturulması hala bir yandan organik patoloji ve ruhsal hastalık şeklindeki bir ayrımı mümkün kılan, diğer yandan her iki alana ortak olan ve her iki fenomeni soyut olarak belirleyen bir metopatolojinin yasalarım tanımlamaya izin veren bir sıra operasyon gerektirir. Ruhsal hastalığın kuramsal yapısı diğer yandan uygulamaların/pratiklerin bir bütün sistemiyle ilişkilidir: tıbbi bakım ağının oluşturulması, izleme ve önleme sistemi, ihtimam biçimi, tıbbi gayretlerin gösterilmesi/hasredilmesi, iyileşme ölçütleri, ceza hukuku açısından hastanın ve kendisinden gayri sorumlu olmasının medeni hukuk statüsünün tanımlanması: kısaca, işte bir kültürde delinin somut yaşamını tanımlayan bir genel organizasyonun belirlenmesi.
Fakat tüm bunda, sürekli, adım adım bölünme temelinde hezeyan, hastalık ve ruhsal hastalık olarak deliliğin o temel deneyiminden toplumun sadece ilgili uzaklaşması/mesafe koyması ölçülür. Aynı zamanda karşı yöndeki hareket gösterilmelidir: kendileri yoluyla bir kültürün, reddettiği fenomenlerde, kendisini ifade ettiği hareket bizzat susturulmuş, bizzat dışlanmış olarak delilik bir dil değerine maliktir ve onun içerikleri anlamlarını onu delilik olarak ortaya koyan ve defedenden alırlar. Örnek olarak yapıları ve profili olan, bizim psikolojimizi kendisinde tanıdığımızı zanneden ruhsal hastalığı alalım.
Ruhsal hastalık gelişimsel hale getirilir ve gerçekten akışının bir bozulması olarak; geriletici/başlangıca döndürücü bu y< nü temelinde kendisinde çocuksu davranış biçimleri ya da kişiliğin arkaik biçimleri görünür. Fakat gelişimcilik haksız bir biçimde bu geri dönmelerde patalojik olanın özünü ve gerçek kökenini görür. Hastanın çocuksu davranışda kaçış arayabilmesi, bu davranışın yeniden ortaya çıkması geri döndürülemez bir patalojik vaka olarak görülebilmesi için toplum, bugün ile geçmiş arasında ne aşılabilinir ne de aşılmasına izin verilen bir mesafe koymak zorundadır; kültür, geçmişi sadece yok edilmiş bir geçmiş olarak bütünleştirebilmelidir. Bizim kültürümüz bu karakteristiği taşır. 18. yüzyıl, Rousseau ve Pestalozzi ile çocuğa, kendi gelişimine uyan pedagojik kurallar yoluyla kendi ölçüsünde bir dünya oluşturmayı denerken, bununla, çocukların etrafında yetişkinlerin dünyası ile ilişkisiz irreal, soyut, arkaik bir çevre inşa edilmesine izin verdi. Çocuğu yetişkinlerin çatışmalarından korumaya yönelik kusursuz amaçlı çağdaş pedagojinin, tüm gelişimi yetişkin insanda çocuk olarak yaşamı ile hazır/bitmiş insan olarak yaşamı arasındaki mesafenin daha da belirginleşmesini sağlar. Bu şu demektir, o [pedagoji] çocuğu, onu çatışmalardan uzak tutmak için, özellikle ağır bir çatışma, yani kendi çocukluğu ile gerçek yaşamı arasındaki bir çatışma ile karşı karşıya getirir1. Bir kültürün, çatışmaları ve çelişkileriyle kendi gerçekliliğini pedagojik kuramlara doğrudan yansıtmadığı, aksine onları mazur gösteren, onları masalsal bir ilişki içinde haklılaştıran ve idealize eden mitler yoluyla dolaylı bir şekilde yansıttığı da kabul edilirse; bir toplumun kendi pedagojisinde kendi altın çağı rüyasını gördüğü (Platon’un ve Rousseau’nun pedagojsini düşünelim, Durckheim’in cumhuriyetçi kuramlarını düşünelim, Weimar Cumhuriyeti’nin pedagojik naturalizmini düşünelim) de kabul edilirse, bu patalojik fiksasyonlarm ve regresyonların sadece belli bir kültürde mümkün olduğu kavranır. Bu regresyon nevrozları çocukluğun nevrotik doğasını ortaya çıkarmazlar, aksine onlar çocukluğu ilgilendiren kuramların arkaik karakterini açığa çıkarırlar. Bu patalojik biçimlere, içinde arzu rüyalarını gizlediği çocuk eğilimi biçimleri ile yetişkinlerin, içlerinde bunun zıddına, kendi gerçek bugünleri ile kendi acılarının alınabildiği yaşam koşulları arasındaki toplumsal çatışma arka temel olarak hizmet eder. Benzer bir söz kültürel gelişime ilişkin olarak da söylenebilir: bir iddialar sistemine ve daima kendinde taşıdığı/bulundurduğu majik ufka sahip dinsel hezeyan tasavvurları, toplumsal gelişim ile ilişkili olarak bireysel regresyonları gösterirler. Din doğasından dolayı kuruntusal olduğundan değil ya da birey kendi bugünkü dini üzerinden onun en şüpheli ruhsal kökenlerine atıldığından değil, aksine dinsel deliliğe/hezeyana, kültürün avamlaştırılması/uzmanlardan arındırılması [= Laifizierung] yoluyla neden olunur: din, bir grubun kültürü dinsel ya da mistik inanç içeriklerinin deneyimin aktüel içeriklerine olan asimilasyonuna artık izin vermediği sürece hezeyansal bir inancın konusu olabilir. Kurtarılmayla ilgili hezeyan tasavvurları, halüsinasyonal görünümlerin yaşantısı ve gök gürültüsü gibi bir sesin/çağrının yanılmaz işitilişi bu çatışmaya ve onu aşma talebine aittirler: Bunlar hezeyan/delilik dünyasında gerçek dünyada parça parça olmuş birliği yeniden tesis ederler. Ruhsal regresyonlarm tarihsel temeli demek ki, belli kronolojik karakteristikler aracılığıyla herbirmin tarihsel kökenine işaret edilen kültürel konuların / temaların bir çatışmasıdır.
(1) Bu hetorej enlikte ve bu iki yaşam biçimi arasındaki mesafede belki, Freuctun latenz dönemi olarak tanımladığının ve libidonun mitsel geri çekilişine bağlı olanın kökleri bulunmaktadır.
Travmaları, savunma mekanizmaları, onu çevreleyen herşeyde olan korkusuyla bireysel geçmiş hastalığın bir diğer boyutunu oluşturuyor görünüyor. Psikanaliz bu çatışmaların kökenini mitolojinin sınırlarındaki bir “metapsikolojik” mücadele içine yerleştirir (“Güdüler bizim mitlerimizdir” der Freud bizzat) yaşam güdüsü ile ölüm güdüsü arasındaki, arzu ile tekrar arasındaki, eros ve thanatos arasındaki [mücadeleye]. Fakat bu, bir sorun olarak ortaya çıkanı bir çözüm biçiminde ortaya koyma demektir. Eğer hastalık çelişkili davranış biçimlerinin içi içe geçmişliğinde tercih edilen bir ifade tarzı bulmuşsa, bu, çelişkinin unsurlarının insanın bilinç altında çatışmanın parçaları olarak yanyana durdukları anlamına gelmez, bu sadece, insanın insanlara ilişkin çelişkili bir deneyim yaptığı anlamına gelir. Kültür tarafından yarışma, sömürü, grup rekabetleri ya da sınıf savaşı biçiminde belirlenen toplumsal ilişkiler insana kendi dünyasının sürekli bozulmuş bir deneyimini sunarlar. Ekonomik ilişkiler sistemi onu, paradokssal olarak sadece bu yasaların diyalektik bir biçimi olan bir mücadelede başkalarıyla bir araya getirir fakat sadece bağımlılığın olumsuz bağlanması yoluyla; onu kendi gibi olanlarla bir ve aynı kaderde birleştiren birarada yaşamanın yasaları onu aynı zamanda bu yasalarla karşı karşıya getirir paradokssal olarak sadece bu yasaların diyalektik biçimi olan bir mücadelede; ekonomik ve sosyal bağlanmaların evrenselliği ona dünyayı anavatan olarak tanımasına ve her insanın imajında/görüntüsünde bu dünyanın bir anlamını okumasına izin verir, fakat bu anlam aynı zamanda bir rakibin anlamı da olabilir ve bu anavatan onu yabancı biri olarak da takdim edebilir. İnsan bir diğer insan için hem kendine özgü gerçeğinin bir siması, hem de kendi ölümünün olabilirliği olmuştur. O sadece hayali alemde, toplumsal ilişkilerin, istikrarını ve tutarlılıklarını kazanmalarıyla, kardeşlik statüsüne rastlar: diğer [kişi], yaşam ve ölünün diyalektiği yoluyla nahoş, tehlike dolu duruma gelen bir deneyimde kendini belli eder/gösterir. Odipus kompleksi, ailesel çiftdeğerliliğin düğüm noktası, bu çelişkinin küçültülmüş bir versiyonu gibidir: Çocuk, kendisini ebeveynlerine bağlayan kin sevgisini, takriben güdülerinin bir çift değerliliği olarak getirmez; o ancak/ilk kez yetişkinlerin dünyasında ona ebeveynlerin eski bir tema olan özel bir tutumunda rastlar: çocukların yaşamı ebeveynlerin ölümüdür, gizli olarak onların davranışlarında keşfediliebilir. Evet, eğer Freud, savaşın neden olduğu nevrozlar hakkında düşündüğünde, içinde hala 18. yüzyılın Avrupai iyimserliğinin dile geldiği yaşam güdüsünün bir çiftleşmesi olarak olumsuz olanın gücünü ilk kez psikoloji bilimine katan ölüm güdüsünü keşfettiyse bir tesadüf değildir. Freud savaşı açıklamak istiyordu, bu [savaş], Freud düşüncesinin dönüşümü içinde rüya gören bir savaştı. Ya da çoğu kez bizim kültürümüz aynı zamanda kendine özgü çelişkilerin bizzat kendisi için açık olan deneyimini yapar: dayanışmanın eski rüyası terkedilmek zorundaydı; insanın, insana ilişkin olarak kin ve saldırganlık kipinde yaşanan olumsuz bir deneyim yapabildiği ve yapmak zorunda olduğu itiraf edilmeliydi. Psikologlar bu deneyime çift değerlilik adını verdiler ve onda bir güdü çatışmasının [varolduğunu] gördüler. Bu tür bir çok mit üzerine mitoloji.
Nihayet hastalıklı fenomenler kendi yakınlaşmalarında patalojik dünyanın özel bir yapısını karakterize ederler: bu dünya göya, fenomologlarca araştırılmış olarak, hastanın kendisini keyfi fantezi ve hezeyan dünyasından olayı içine çektiği, aynı zamanda ulaşılamaz “özel dünya” ve hastanın yakalanmışlık kipi içinde tamamen teslim edildiği baskı evreni olduğu paradoksunu sunar. Fakat gerçek çelişki ile karşılaştırıldığında, gerçek çelişkinin neden olduğu patolojik biçim ikincil [değerdedir]. Bunun temelinde yatan determinizm dünyaca büyülenmiş bir bilincin majik nedenselliği değil, aksine kendiliğinden, bizzat kendisince neden olunan çelişkiler için bir çözüm sunma gücünde olmayan bir evrenin gerçek nedenselliğidir. Eğer hezeyansal fantezide yansıtılan dünya yansıtılan bilinci hapis altında tutuyorsa, bu, bu bilincin bizzat kendisini onun içinde tutundurması, bu bilincin bizzat onun içinde kendi varoluş imkanlarından vazgeçtiğinden değil, aksine dünyanın , eğer bu, dünya kendi özgürlüğüne yabancılaşmış ise, kendi deliliğini/hezeyanını tanıyamamasındandır. Eğer hastalıklı bilinç kendisini bir hezeyan dünyasına açıyorsa, bu onun kendisini hayali bir baskı/cebir ile zincirlediği anlamına değil, aksine bilinç gerçek bir baskı altında, [bu. baskıyı] tekrar tanımaksızın, içinde bu gerçek baskıyı tekrar bulduğu hastalıklı bir dünyaya kaçış anlamına gelir: bilindiği gibi gerçeklik ondan kaçmayı istemek yoluyla aşılmaz. Günümüzde delilikten, onun makinelerin dünyası ile olan ilişkisinden ve insanlar arasındaki doğrudan duygusal ilişkilerin zayıflamasından sıkça sözediliyor. Bu ilişki şüphesiz yanlış değildir ve eğer hastalıklı dünya bugün, içinde mekanistik rasyonelliğin duygusal yaşamın düzenli kendiliğindenliğini dışladığı bir dünya biçimini almışsa bu durum tesadüfi değildir. Fakat, hastalıklı insanın kendi evrenini, içinde kendisini kaybettiği şizofren bir evren yansıtmasından dolayı mekanikleştirdiğini iddia etmek saçmadır; aynı şeklide onun şizofren olmasının, kendi gerçek evreninin baskısından kaçmak için tek yol/araç olduğunu iddia etmek de yanlıştır. Aksine eğer insan kendi dilinde ifade edilene yabancı kalırsa, eğer kendi eylemine neden olanda canlı, İnsani hiçbir anlam bulamazsa, eğer ekonomik ve sosyal belirleyiciler, o bu dünyada kendi anavatanını tanıyamamaksızın, ona baskı uyguluyorlarsa böylece o, şizofren gibi patalojik biçimleri mümkün kılan bir kültürde yaşıyordur; gerçek dünyada yabancı, hiçbir nesnellik ile gerçekleştirilemeyen/açıklanamayan “özel” bir dünyaya havale edilmiştir; mamafih bu gerçek dünyanın baskısına tabi olarak, o içine kaçtığı evreni bir kader olarak yaşar. Günümüzün dünyası şizofreniyi mümkün kılmaktadır, bu dünyanın, olayları yoluyla İnsani olmayan ve soyut olmasından dolayı değil, aksine kültürümüzün bu dünyayı, onun içinde insanın artık bizzat kendisini tanıyamaması şeklinde okumasından dolayı. Biricik ve tek olarak varoluş koşullarının reel çatışması, şizofren dünyanın paradokslarının yapısal modeli olarak hizmet edebilir.
Özetle söylenebilir ki, hastalığın ruhsal alanları fasit daire olmaksızın bağımsızca gözlenemezler. Şüphesiz ruhsal hastalık oluşumu ile ilişkili olarak bireysel ruhsal geçmişi ile ilişkili olarak, varoluş biçimleri ile ilişkili olarak, konumlandırılabilir. Fakat hastalığın bu farklı yönlerinden, eğer ruhsal yapıların gelişimi ya da güdü kuramı ya da bir varoluşsal antropoloji gibi mistik açıklamalara kaçılması/dayanılması istenmiyorsa, ontoloük biçimler türetilemez/ yapılamaz. Gerçekte, ruhsal hastalığın imkanlarının boş açılımıyla zorunlu biçimlerini aldığı biricik somut a priori sadece geçmişte keşfedilebilir.
Sonuç
Biz, ruhsal hastalığı ilgilendiren fizyolojik ve anatomik patolojik sorunları kasıtlı olarak dile getirdik ve sağaltım tekniklerini ise hiç [dile getirmedik]. Psikopatolojik çözümlemenin gerçekte ve haklı olarak onlardan bağımsız olduğundan değil; dienzephal/arabeyin merkezlerinin ve onların duygusal yaşamdaki düzenleyici rollerinin fizyolojideki yakın geçmiş araştırmaları/keşifleri, Breuer’in ve Freud un ilk deneylerinden bu tarafa psikoanalitik stratejinin gelişimleri yoluyla sürekli olarak artan bilgiler yeterince bunun zıddını kanıtlıyorlar. Fakat ne fizyoloji ne de terapi, kendilerinden ruhsal hastalıkların psikolojisinin ayrılabildiği ya da lağvedilebildiği mutlak bakış açılarını verebilirler, 140 yıl önce Bayie genel paralizi/genel kötürümleşme için tipik olan rahatsızlanmaları ve semptomolojinin inisiyal dönemlerinde oldukça sabit olarak bir büyüklük hezeyanını buldu; fakat bugüne kadar niçin özellikle hafif melankolik bir heyecanlılık halinin bu tür rahatsızlıkların bir sonucu olarak ortaya çıktığı bilinmemektedir. Ve eğer psikoanalitik müdahelenin başarısı nevroz “gerçeği” nin gün yüzüne çıkarılması ile aynı anlama geliyorsa, böylece bu [müdahele], bu gerçeğe neden olan yeni psikolojik drama içinde sadece bu gerçeği ortaya çıkarmış olur.
Deliliğin psikolojik boyutları demek ki onlara dışsal olan bir açıklama ya da indirme ilkesince geri itilemezler. Aksine bunlar hemen hemen iki yüz yıl önce Avrupa insanının kendisine yönelik olarak ürettiği genel bir ilişki içinde düşünülmelidir/yerleştirilmelidir. Bu ilişki işte, en uç açıdan bakılsın, içinde deliliğin şaşkınlığından birazını, gururundan çokçasını ve yeteneğinin özünü unutmaya koyduğu bir psikolojidir; daha geçiş açıdan bakıldığında bu bilgi biçimlerin de tüm öz bilincin ve mümkün tüm bilginin içsel, etsiz, alaycı ve olumlu gerçeğini kendi içinde toplama görevi kendisine verilen bir homo psychologicus’un ortaya çıkışıdır; nihayet daha geniş açılımdan [bakıldığında] bu [ilişki], kendisiyle insanın gerçeğe olan ilişkisini ikame ettiği, içinde insanın bu [gerçeği] temel postüla içine dek yabancılaştırdığı ilişkidir: o [delilik] bizzat gerçeğin gerçeği [olur] .
Her mümkün psikolojiyi felsefi olarak temellendiren bu ilişki kültürümüzün geçmişinde sadece belli bir zamanda tanımlanabildi: yani aklın akılsızlıkla olan büyük karşılaşması artık daha uzun süre özgürlük boyutunda gerçekleşmediği zaman, aklın insanlar için onun yerine bir doğa olmak için, bir etik olmak için sona erdiği zaman. O zamanlar delilik doğanın doğası olmuştu, yani, yabancılaşmış ve determinizminde zincire vurulmuş bir süreç, diğer yandan aynı zamanda keza özgürlüğün doğanın doğası olur iken, fakat gizli bir tin anlamında, doğanın yabancılaştırılamaz özü anlamında. Ve insan, deliliğin anlamının büyük dönüşümü önüne ve ona neden olan boyutun içine yerleştirilmek yerine, kendi doğal oluşunun temelinde bir ve başkası oldu, delilik ve özgürlük ve kendi öncelikli özünün gücü yardımıyla doğanın doğası ve gerçeğin gerçeği olma hakkını kendinde topladı.
Psikolojinin hiçbir kez deliliğin hakkından gelemeyişinin iyi bir nedeni vardır: Psikoloji, bizim dünyamızda deliliğin hakkından çoktan gelindiğinde, dramadan artık dışlandığında, mümkün olmuştur. Ve eğer bir şimşek, bir çığlık Nerval’dt ya da Artaud’da, Nietzsche’de ya da Roussel’de tekrar ortaya çıkarsa, psikoloji kendi tarafında tekrar sessizleşir ve sözcüklerinin anlamını o trajik kesit/resim ve özgürlükten alan bir dil önünde sessizce durur, ki bu trajik kesit ve özgürlüğe karşı “psikologların” saf/çıplak varoluşu insana sıkıntı verici bir unutma teşekkül eder/verir.
Michel Foucault
Delilik ve Kültür
Bugün geldiğimiz insanlık noktasında, günlük yaşantımızda insanlar aynı düşünmek kavramlardan aynı anlamı çıkarmak zorundayız. çeşit zenginliğimiz başımıza bela oluyor.Üstadın dediği “üstün insanı” bulunca yazı anlam kazanacaktır.