Yunus Emre İle Hacı Bektaş Veli ve Manevi Mürşitliği – İrene Melikoff

Kesin olarak biliyoruz ki Hacı Bektaş, XIII. yüzyılda Horasan’dan gelmiş bir din mürşidiydi, Kırşehir bölgesinde Soluca Kara Öyük’e, şimdiki Hacı Bektaş’a yerleşmişti; gelenek bakımından Ahmed-i Yesevi’ye bağlanmakla birlikte, Peygamberin şeriatını harfi harfine getirmeyi  gerekli görmeyen beş vakit namaz gereklerini yerine getirmeyen bu husus Eflaki’nin ifadesiyle kuvvet kazanır), kaidelere tamamen bağlı kalmayan bir İslamlık anlayışı vardı. Hepsi anane bakımından aşağı yukarı Ahmed-i Yesevi’ye bağlanmış ve kaidelere aldırış etmeyen bir inanç anlayışını sürdüren, çağının öteki manevi mürşitleriyle ilgi kurmuştu. 

Yunus Emre İle Hacı Bektaş Veli

İlkin şunu söylemeliyim: İlmi hayatımın büyük bir kısmı XIII., XIV. yüzyıllar Anadolu edebiyatı incelemesine adanmış olmakla birlikte, özellikle Yunus Emre uzmanı değilim. Önceleri kendimi destan edebiyatına vermiş olduğum için, Danişmendname, Battalname, Saltukname gibi eserleri, daha başkalarını ve özellikle, gelecekteki araştırmalarımın seyrini değiştirecek bir eseri: Horasan Taberdarı Ebu Müslim’in Destanını incelemek için uzun yıllar harcamıştım. Bu son eser bana öyle tesir etmişti ki, ona adadığım kitabı yazarken duymuş olduğum heyecanı, sadece ilmi değil, ama aynı zamanda manevi heyecanı yeniden bulmayı denemiştim. Bu arzu, beni, Ebu Müslim’in destanının, en eski Anadolu Türk örneğinin çıkmış olduğu sanılan yazarın metnine: 1362’de Şadi Meddah veya Hacı Şadi tarafından, Candaroğlu ailesinden Kastamonu emiri Kötürüm Beyazit için yazılan Dasitan-i Maktel-i Hüseyn ile ilgilenmeye yöneltilmiştir.
Bu metni daha iyi incelemek için, Ebu Müslim’in Destanı’nın, Dasitan-i Maktel-i Hüseyn’in, Battalname’nin, Saltukname’nin ve daha başkalarının boy attığı aynı kültür ve anlayış ortamının edebiyat türünde, genellikle Bektaşi-Alevi Şiiri diye adlandırılan halk tasavvuf şiiri alanında bilgilerimi derinleştirmek istemiştim.

Anadolu Türkleri’nin ilk edebiyat ürünlerini incelemek için eserine durmadan başvurmak zorunda kalınan rahmetli Fuat Köprülünün dosdoğru gösterdiği gibi, ilk Anadolu  Edebiyatı, destan edebiyatı ve tasavvuf edebiyatı olarak ikiye ayrılabilir; adlarını saymış olduğum kahramanlık hikayelerinin de kuvvetlendirdiği gibi bu iki akım sıkıca bir birine bağlanmıştır.

Bu araştırmama verdiğim “Yunus Emre ile Hacı Bektaş” adı son yaptığım araştırmalara dayanmaktadır.

Ama konuşmamın metnini kaleme almak istediğimde, öyle sıkıntılar duydum ki, neredeyse kalemi bırakacaktım. Sebebi de şudur: Bektaşi-Alevi denen tüm halk tasavvuf edebiyatı, mesela Kaygusuz Abdal, Şah Hatayi, Pir Sultan Abdal, Aşık Virani, Kul Himmet ve Sairenin üzerinde görülen Yunus Emre’nin tereddütsüz etkisine karşı, Yunus Emre’de bu edebiyatın başlıca beliren unsurlarını, yani terimin tam anlamıyla bâtıni manevi biçimlerini bulmak elde değildir.

Gene de bir olay apaçık ortada: Vilayetname, Yunus Emre’nin ve kendi eserlerinin manevi mürşidi olan Baba Tapduk Emre’nin hayatının incelenmesi için hemen hemen tek bilgi kaynağıdır.

Bu gerçekten hareket ederek, benimsediğim konu üzerinde kendimi toparladım ve bana öyle geldi ki, Yunus Emre ile Hacı Bektaş arasındaki münasebetlerde şüpheye yer yoksa da, buna karşılık ortaya konması gereken bir nokta var: Hacı Bektaş çevresinde dönüp duran düşünce ve onun hakim olduğu Bektaşi-Alevi edebiyatındaki yeri. Mesele başka bir yönden ele alınırsa: Hacı Bektaş ananesine dayanarak bulmaya çalışacağım Yunus Emre değil, ama Yunus Emre’nin eserine dayanarak, Hacı Bektaş ile içinde bulunduğu manevi ortamı daha iyi anlamayı denemektir. Böylece Yunus Emre, Hacı Bektaş’ın sırrını çözmek için bir kaynak durumuna geliyor.

Yunus Emre ile Hacı Bektaş’ı bir araya getiren nedir?

Muhtemel ki XV. yüzyılda adı bilinmeyen bir yazar tarafından kaleme alınmış eski gelenekler derlemesi olan Hacı Bektaş’ın Vilayetname’si Yunus’un hayatına ait başlıca bilgi kaynağımızdır. Yunus’un yaşadığı çağı, XIII. yüzyılın ikinci yarısını anan tek kaynak Vilayetnamedir. Yunus Hacı Bektaş’ın çağdaşıdır; Sivrihisar’ın kuzeyindeki doğum ve ölüm yeri Sarıköy’dür. Sosyal durumunun da köylü olduğunu bilmekteyiz. Vilayetname, mürşidi Tapduk Emre’yi anan Yunus Emre’nin eserleriyle birlikte sayılı kaynaklardan biridir. Vilayetname’ye göre, Tapduk Emre dini teşebbüslerini Sakarya bölgesinde yürüten ve Hacı Bektaş’la alakası ünlü bir manevi mürşittir.

Hacı Bektaş hakkındaki malumatımıza gelince: Başlıca bilgi kaynaklarımız Eflaki’nin Menakıbü’l-Arifindeki ifadesi ile desteklenen Vilayetname, Makalat ya da Hacı Bektaş’ın Arapça’dan çevrilmiş “dedikleri” kitabı ile XV. yüzyıl tarihçisi Aşıkpaşazade’dir.

Kesin olarak biliyoruz ki Hacı Bektaş, XIII. yüzyılda Horasan’dan gelmiş bir din mürşidiydi, Kırşehir bölgesinde Soluca Kara Öyük’e, şimdiki Hacı Bektaş’a yerleşmişti; gelenek bakımından Ahmed-i Yesevi’ye bağlanmakla birlikte, Peygamberin şeriatını harfi harfine getirmeyi  gerekli görmeyen beş vakit namaz gereklerini yerine getirmeyen bu husus Eflaki’nin ifadesiyle kuvvet kazanır), kaidelere tamamen bağlı kalmayan bir İslamlık anlayışı vardı. Hepsi anane bakımından aşağı yukarı Ahmed-i Yesevi’ye bağlanmış ve kaidelere aldırış etmeyen bir inanç anlayışını sürdüren, çağının öteki manevi mürşitleriyle ilgi kurmuştu.   Burada Resullah diye bilinen Baba İshak’ı özellikle anmalıyız; İbn-i Bibi’den öğreniyoruz ki Baba İshak Türkmenlerinin içtima-dini bir hareketini yönetmiştir. Tarihte Babailer’in İsyanı diye bilinen, Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev tarafından 637/1239 da bastırılan bu isyandır. Vilayetname’ye göre, Resul Baba Hacı Bektaş’ın halifesi, mürşididir; fakat Eflaki’ye göre Baba Resul’ün halifesi Hacı Bektaş’tır. Bu da kronoloji bakımından daha doğru olsa gerektir. Her neyse, Baba İshak ile Hacı Bektaş arasında şüphesiz bir münasebet olmuştur. Bu XV. yüzyıl tarihçisi Aşıkpaşazade tarafından da tasdik edilmektedir.

XV. yüzyıl sonu destan ananeleri derlemesi Saltukname tarafından kuvvetlendirilen gene aynı Vilayetname’ye göre, Hacı Bektaş’ın Yunus’un mürşidi Taptuk Emre ile münasebeti vardı, ama Yunus Emre’ye bakarsanız Taptuk Emre Sarı Saltuk gibi, Batak Baba’nın mürşididir:

“Yunus’a Taptuk’dan oldu hem Barak’dan Saltuk’a,

Bu nasib çün cuş kıldı ben nice pinhan olam.”

Vilayetname’ye göre, bütün bu manevi mürşitler Hacı Bektaş’ın mürşididir. Hacı Bektaş’ın Barak Baba, Sarı Saltuk ve Taptuk Baba ile münasebetleri Saltukname tarafından doğrulanmıştır.

Bütün bu kişiler, gene bir başka Baba, yazarı Aşık Paşanın kendi oğlu olan ve ailenin yarı-biyografik yarı-velilik tarihi olan ve Sayın Bay Mehmet Önder’in bulduğu Menakib-al-Kudsiyye metnince bilinen, Aşık Paşa ailesinden Baba İlyas da tarih bakımından Babailer hareketine bağlanmıştır. Bu ailenin bir başka üyesine göre, tarihçi Aşıkpaşazade, Horasan’dan gelmiş olan Hacı Bektaş ile kardeşi Menteş, Baba İlyas’a bağlanmışlardır. Bundan çıkan netice şudur: Bütün bu Babalar ve daha başkaları, özellikle, Yunus Emre’nin eserinde anılan Baba ilyas’ın müridi Geyik Baba aynı toplumsal ve manevi ortamdan, Babailer’in ortamındandı. Yunus Emre de işte bu ortamdandı.

Bütün bu çeşitli babaların din düşünceleri üstüne şimdi bildiklerimizi gözden geçirelim. Hem Eflaki’nin şahitliğinden, hem de Saltukname tarafından tevsik edilen Vilayetmane’den biliyoruz ki, Babaların katı kaideleri reddeden dinin şartlarını harfi harfine izlemeyi gerekli bulmayan bir İslamlık anlayışları vardı. Toplantılarına kadınları buyur ederlerdi. Şarap içmek yasaklanmamıştı ve törenlerinde helva pişirmesi ile bir din yemeği bulunurdu. Helva pişirmesi Ahilerin loncalarında da vardı.

Vilayetnamedeki, yani XIV. yüzyıldaki Bektaşi ayinlerini incelersek, din yemeği, sema’i ve çırağı buluruz. Tarikatın daha sonraki bütün tatbikatları, büyük bir kısmı şehir merkezlerine bağlanmış Bektaşilerin Düzeni’ne bir teşkilatlanma ve özel bir tören sağlayan Balım Sultan tarafından daha geç kurumlaştırılmıştır. Halbuki köylerdeki tatbikat ta Şah Hatayi’ye kadar uzanan bir tören izlerdi. Bu sonuncu konuya daha sonra döneceğim.

Adını bir tasavvuf tarikatına veren Hacı Bektaş, halk arasında bir efsane kişisi olarak iyice belirmektedir.

Yunus Emre’nin Taptuk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk, Geyikli Baba’yı anmasını, Hacı Bektaş’ın adını bir kez bile anmamasını göz önünde tutarsak, şu neticeyi çıkartabiliriz: Hacı Bektaş hayattayken o kadar önemli bir kişi değildi; Bu çağın bütün kaynaklarınca da bu böyledir. Mesela tasavvuf şairi Aşık Paşanın ondan hiç bahsetmediğini, sadece Eflaki’nin ona ikinci sırada bir yer verdiğini görürüz. Ama Hacı Bektaş gene de, Osmanlı Türkiye’sinde en önemli bir halk tarikatına adını vermiştir. XVI. yüzyıldan önce bu tasavvuf tarikatı üstüne bütün bildiklerimiz, bu tarikatın halkça tutulması, törenlerinde Türk dilini kullanmış olması ve şeriata uymamasıdır.

Bütün bu anıla gelen şeylerden hiç biri, eserlerinde halk dilini kullanma ve şeriata uymama gibi özelliklerin bulunduğu Yunus Emre ile uyuşmazlık halinde değildir.

Mesela:

“Ben namaz oruç içün süci içdüm esridüm
Tesbih seccadeyiçün dinlerem şeşte kopuz.

Bana namaz kılmaz diyen ben kıluram namazımı
Kılarısam kılmazısam ol Hak bilür niyazımı.

Hak’tan artuk kimse bilmez kafir Müslüman kimdürür
Ben kıluram namazımı Hak geçirdise nazımı.”

***

“Cennet Cennet dedikleri
İsteyene ver anları

Bana uçmak ne gerekmez
İşbu benim zariliğim”

“Sufilere ver sen anı
Ben nice terk edem seni

Bir kaç köşkle bir kaç huri
Bana seni gerek seni.

Her giz gönlüm ana bakmaz
Değildürür bir bağ içün

Bana seni gerek seni
Şol bir ala çardak içün.”

Şimdi Hacı Bektaş’a dönelim, rahmetli Fuat Köprülü ile Birge’nin pek haklı olarak tahmin ettikleri gibi, o da Türkmen babalarındandı; Türkmen Babaları daha epeyce iptidai bir İslamlık örtüsü altında köylerdeki Türk halkının erişebileceği bir görüşü tavsiye ediyorlardı; bu görüş de belki, eski Türklerin dini tatbikatları, adı Hacı Bektaş’a bağlı ananede beliren, Orta Asya’nın büyük Türk tasavvufu Ahmed Yesevi tarafından etkilenmiş bir tasavvuf sistemiyle birleşmiştir.

Başka bir deyişle, bütün bunlarda Bektaşi-Alevi edebiyatının özellikleri olan aşırı unsurların hiçbirini bulamıyoruz: tevella ile teberra görüşüyle tamamlanan Ali’ye aşırı bağlılığın, Şah Hatayi çağından beri bu edebiyatta açıkça gözüken görüşlerin, tecelli ile tenasuh’un hiçbir izni bulamıyoruz.

Bektaşi edebiyatının kitaplarından, özellikle en çok tanınanını, Sadeddin Nüzhet Ergun’un Bektaşi Şairleri ve Nefesleri’ni şöyle bir karıştırırsak Şah Hatayi’nin belirmesinden önce, bu aşırı yönelmelerin hemen hiçbirini bulamayız. Bu kitapta, Şah Hatayi’den önceki Bektaşi denen şairlerin arasında Yunus Emre’yi, Said Emre’yi Abdal Musa’yı, Kaygusuz Abdal’ı, Nesimi, Temennayi’yi buluruz. Bu değişik şairlerin mısraları, özellikle Kaygusuz Abdal, az çok hepsinin etkilendikleri Yunus Emre’nin ilhamından farklı hiçbir ilham ortaya komaz. Anılan şiirlerin hiçbirinde aşırı yönelmeler bulunmaz; ancak, birinde, XIV yüzyıl şairi ve Kaygusuz Abdal ve müridi Abdal Musa’nın olduğu söylenen bir nefes’te vardır; bu yüzden de bu şiirin gerçekliği bakımından kuşkuya kapılmakta haklıyız. İşte o şiirden bir dörtlük:

“Güvercin donuyla Uruma uçan
İmamlar evinin kapısın açan
Cümle evliyalar üstünden geçen
Var mıdır hiç bir er Ali’den gayri?”

Hacı Bektaş Veli’ye bir bahis var bu mısralarda; ananeye göre Hacı Bektaş Veli, Horasan’dan güvercine dönüşerek Rum ülkesine gelmişti; Bu anane Vilayetname’de tevsik edilmiştir ve Abdal Musa tarafından anılmasında da hiç bir aykırılık yoktur. Ama dörtlüğün son iki mısrasına göre ve nefes’in devamından açıkça anlaşılıyor ki, Ali ile Hacı Bektaş bir tek ve aynı olaydan başka bir şey değildir. Bu düşüncelerin Şah Hatayi eserinden önce gözükmediğine bakarsak, bu nefes’in Abdal Musa’ya bağlanmaması gerektiğini söyleyebiliriz. Bu düşünceler Abdal Musa’dan daha önce var olsaydı, bunları müridi Kaygusuz Abdal’da bulamadığımıza şaşardık, halbuki Kaygusuz Abdal’ın eserinde, böylesine aşırı yönelmelerin hiç bir izi bulunmaz. Tarihçi Aşıkpaşazade’ye göre Abdal Musa, Hatun Ananın mürididir; Hatun Ana da Vilayetname’nin Kadıncık’ından başka biri değildir; ananeye göre, Kadıncık, Velinin abdest suyunu içtikten sonra çocuk doğurmuştur; doğan başkası olmadığına göre, Abdal Musa’yı Kadıncık’a bağlayan bu efsane, Abdal Musa’yı Hacı Bektaşa bağlamak için kendi başına yeterilidir. Bu anancı Yunus’un en eski edebi müritlerinden biri olan Abdal Musa’nın halifesi Kaygusuz Abdal tarafnıdan da doğrulanmıştır. XIV. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Kaygusuz Abdal, Kahire Bektaşi tekkesinin kurucusu olmuştur. Eserleri, Türkiye’deki el yazmalarında pek çok bulunur; eski çağdan ve kataloglarda bulunmayan bir Kaygusuz Abdal elyazmasını da Viyana’da buldum. Kaygusuz Abdal anane bakımından Hacı Bektaş’a öylesine sıkıca bağlanmıştır ki onun, şiirlerinin Hacı Bektaş’ın şiirleri olduğuna kadar işi vardırırlar. Hacı Bektaş’a yaptığım ziyaretlerden birinde, Kaygusuz Abdal’ın bir flama üzerine yazılmış mısralarını Hacı Bektaş’ın mısraları olarak belirtilmiş görünce şaşırdım kaldım. O mısraları ve Kaygusuz Abdal’ın başka mısralarını o günden beri hep Tarikat’a adını veren Kutsal Kişi’ye bağladıklarını gördüm; özellikle ona adanmış iki broşürde onları buldum.

Hacı Bektaş’a bağlanan mısralar işte:

“Dervişlik hırkada tecda değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Hararet narda sacda değildir
Kudûs’ta Mekke’de Hacda değildir.”

Yunus Emre’nin düşüncelerini şaşılan bir biçimde andıran bu dörtlükte, Kaygusuz Abdal’ın mısraları kolayca tanınır:

“Dervişlik hırkada tacda değildir
Hakkı istersen âdemde iste
Isılık oddadır sacda değildir
Irak’ta Mekke’de Hacda değildir.”

İşte gene Hacı Bektaş’a bağlanmış bulduğum bir dörtlük:

“Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma
Eğer insan isen ölmezsin korkma
Gerçek erenlerin sözünden çıkma
Aşığı kurt yemez uçta değildir.”

Orada Kaygusuz Abdal’ın şu mısraları kolayca bulunur:

“Döğüp bir kardeşin hatırın yıkma
Aşk ile öle gör Kaygusuz Abdal
Eğilüp kıldığın secde değildir
Aşk ile ölmezsen güçte değildir.”

Şimdiye kadar özellikle Hacı Bektaş ile ilgisi bakımından sözünü ettiğim Kaygusuz Abdal’ı bırakmadan önce, bir sürü örnek arasından birini, üzerinde Yunus Emre’nin etkisi görülen şu mısraları anmak isterim:

İşte Kaygusuz Abdal’ın çok tanınan mısraları:

“Kıldan köprü yaratmışsın gelsin kulum geçsin deyü
Hele biz şöyle duralım, yiğit isen geç a Tanrı”

Hemen hemen ayın mısra’ı Yunus Emre’de de buluruz:

“Kıl gibi köprü gerersin geç deyü
Gel seni sen tuzağından seç deyü.”

Yunus Emre’nin Bektaşi-Alevi edebiyatı üzerindeki tesiri meselesine temas etmem, özellikle Hacı Bektaş ile Yunus’un bir takım edebiyat müritleri arasında bir bağ kurmak içindi. Yüz yıllardır tükenmez bir kaynak olan, Fuat Köprülü’nün Yunus okulunun bir dalı saydığı, bu okulun en güçlü izini taşıyan Bektaşi edebiyatı üzerinde Yunus’un etkisi sorununu izlemeden önce, Aşık’ın ve daha eski olarak da, halk tasavvuf şairi Emre’nin Türk Edebiyatı’nda oynadığı rolü anmak isterim. Gerçekten de şu ispat edilmiştir ki tasavvuf şairini belirten Türkçe terim Emre, din dışı ilhamla koçaklamalar, destanlar söyleyen ozan’ın karşısıydı. Bu Emre teriminin yerini XV. yüzyıl başından beri, şüphesiz tekkelerin tasavvuf şiiri etkisi yüzünden, Tanrıya hayran, tasavvuf sevgilisini belirten âşık terimi almıştır. Bu Emre’ler arasında yer alan Yunus, şüphesiz en önemlisiydi; Emreler göçebelerle yarı – göçebeler arasında medeniyet ve kültür yayıcıları rolünü oynarlardı. Türk halkına, kendine yabancı olan bir felsefeyi, anlayışına ve uygun biçimler ve şekillerle, anlayabileceği bir dil kullanarak öğretmeye çalışırlardı. Manevi mürşitlerin düşüncelerinin yayılmasına yarayan bu halk tasavvuf edebiyatının ehemmiyeti açıktır. Bu halk kültürü eserine tesirde bulunan Yunus Emre’ye yüzyıllar boyunca özenilmiştir. Bu din yayma edebiyatı, özellikle Bektaşiler’de önemliydi; dinin dış biçimlerini tanımayan Bektaşiler, aşıklarına manevi mürşit özelliği verirlerdi, çünkü müritlerinin gönüllerini ve ruhlarını şiir ve musikiyle kazanırlardı.

En büyük Bektaşi-Alevi şairleri, Pir Sultan Abdal, Aşık Mahi, Kul Himmet, v.s üzerinde Yunus’un etkisi kendini duyurur. Bütün bu edebiyatta akaide karış aynı tiksintiyi, acı alaya yönelimi, şeriata uymamayı, iyi’nin ve kötü’nün, imanın ve inançsızlığın aşkınlığına ve sonunda coşkunluk haline, yani vecd haline, ve sevilen varlıkla birleşme’ye erme isteğini buluruz. Demek, bütün bu Bektaşi edebiyatında, nefes diye adlandırılan ve Yunusun ilahi’leri üslubunda yazılmış şiirler bulunur. Yunus’un bu tür edebiyat üzerindeki etkisini belirtmek için tek bir mısraı anmakla yetineceğim; ama Bektaşi-Alevi şairlerinin en aşırısının, şiir istidadını hem ideolojik hem politik yaymacılık hizmetine en iyi biçimde koşmayı bilmiş olan Şah Hatayi’nin mısra’sını; Yunus Emre:

“Seversem ben seni candan içeri

Yolum ütmez bu erkândan içeri”

diye terennüm etmiştir.

Dini ve ideolojik yaymacılığı yürütmek için bakın işte bu ilhamdan Şah Hatayi nasıl istifade etmişti:

“Ali’yi severem candan içerü
Yolunu severem yoldan içerü.”

Az önce demiştim ki, Hacı Bektaş’la ilgili belgelerde, Yunus Emre’nin ideolojisine zıt olan birşey yoktur. Tersine, Hacı Bektaş üstüne bütün bildiklerimiz, şairin düşünceleriyle birleşmektedir. Hacı Bektaş’ın aşırı düşüncelerinin, dinin dış biçimlerine karşı duyulan bir tiksintiden başka bir şey olmadığını kabul etmeye hiçbir şey elvermiyor.

Vilayetnâmeyi okursak, kahramanına Ali şeceresi vermekten başka Şiilik’in izlerine rastlamayız; hiç değilse Anadolu halk ortamlarında, o zamanda daha Sünni ve Şii tutumları arasında ayrılık gayrılık yokken, bu şecere verme gayet normal bir şeydi.

Kahraman, ister Melik Danişmend, Seyyid Battal -Seyyid Battal’ın destanında, Vilayetname’dekinden daha çok, Şii, dahası aşırı unsurlar bulunur- Sarı Saltuk gibi gazi olsun, ister Hacı Bektaş gibi namevi mürşit olsun, tabiatiyle Ali’ye bağlanırdı. Ali’de en yüce feta (fütuvvet eri) ve bütün yiğitlik erdemlerinin örneği idi. Bu çağda raslanılan, Kerbelâ şehitlerinin kutlanması aşırılık olarak vasıflandırılmaz. Şiilerle Sünniler arasındaki ayrım, daha sonra, Şah İsmail’in yaymacılığı sırasında ortaya çıkar. Yunus Emre’yi incelemek için yerleştiğimiz çağda tarihi Hacı Bektaş’ı yani şairimizin şüphesiz ilgisi olduğu tanınmış manevi mürşidi, adından yararlanmış olan aşırı düzen yüzünden, halkın hayal gücünün yarattığı efsane kişisi Hacı Bektaş’tan ayırmamız gerektir. Hacı Bektaş’ın Şii temayülleri olduğuna inanasımız geliyorsa, bu adını benimseyen tarikatın giderek Şii kavrayışları kabul etmesindendir.

Bu düşünceler Anadolu’da XIII. yüzyıldan beri vardı. Alamut’un alınışından sonra, Moğollar tarafından sindirilen Suriye İsmaililerinin bir kısmı küçük Asya’ya sığınmıştı. Aşırı Şiilik’in XIII. yüzyılda Anadolu’da varoluşunun hiç değilse kısmi belirtisi elimizdedir: Arap El-Cebbari “Hatırat”ında, XII. yüzyıl başında Rum ülkesine yaptığı yolculuklarda, Şii ülkesindeyse, kendini Ali’nin tecellisi olarak gösterirdi. Bu tanıklık, bu düşüncelerin var olduğunu sağlamamıza elverir. Beketaşiler, öteki çağdaş töreler gibi zamanla bunları benimsemiştir. Bu hangi çağda meydana gelmiştir? Bektaşi-Alevi edebiyatına bakarsak, bu kavrayışların XVI. yüzyıl başında, Şah Hatayi’nin eserinden başlayarak özellikle nefesler de billurlaştığını görürüz.

Hatayi’nin eserinden sözetmek makelemin konusuna girmez. Onu anmak zorunda kaldıysam şundan ötürüdür: Şüpheye yer yok ki, Hacı Bektaş’ın siması Hatayi yüzünden başlangıçta olmayan bir özelliğe bürünmüştür. Hatayi -yani Şah İsmâil- ana tarafından Akkoyunlu bir Türkmen olduğu iddia edilmekle birlikte, menşei Şii olan bir aileden bile değildi. Uzun Hasan’a sığınan dedesi Şeyh Cüneyd Şiilik’e girmiştir; herhalde politik yaymacılık amaçlarıyla girmiş ve Peygamber ailesine aşırı bağlılığını ilan ederek Anadolu’nun Türkmen oymaklarını dolaşmaya koyulmuştur. O ve Uzun Hasan’ın kızının kocasının oğlu Haydar bu düşünceleri, dini olmaktan çok politik amaçlarla Türk oymakları arasında yaymışlardır. Varılan netice şudur: bu bağnazlaşmış oymaklar 1502’de, “İran’ın Türkmenler tarafından üçüncü istilası”nı gerçekleştirmişlerdir; birincisi Karakoyunluların, ikincisi Akkoyunluların, üçüncüsü de Kızılbaş Türkmenlerin istilasıdır; Türkmenlerin başında Türk edebiyatında Hatâyi adıyla tanınan, on dört yaşında bir delikanlı olan Şah İsmail vardı. Özellikle yandaşlarının bağnazlığını kıştırtmaya yönelen bu yaymacılığın zararlı etkisi, II. Beyazıd’ın hakimiyeti sonunda, 1511’de Şeyh Haydar’ın müritlerinden Şah Kulu’nun isyanı sırasında kendisini duyurmuştur ve bu isyanın Çaldıran savaşında I. Selim tarafından resmen bastırılmasından öncedir.

Bu vakalar sırasında, Osmanlı İmparatorluğunda belki Babai hareketinin ortaya çıkardığı töreler ve teşkilatların yok olduğu görülür; ama bunlar çeşitli Şii akımları tarafından git gide işlenmiştir. Bu töreler ve teşkilatlar arasında Abdal’lar, Kalender’ler, özellikle Ahi’ler, Fütuvvet’e bağlı meslek loncaları vardı ve bunlarda Şii ideolojisi apaçıktı; Bu tutum, yüce feta Ali’nin fityan’ın geleneksel öncüsü olmasıyla kuvvetlendirilmiştir.

Bu değişik içtimai ve dini teşkilatlar aynı çağa doğru Bektaşiler’in Tarikat’ında yeniden belirirler. Başka bir deyişle, çeşitli değişik akımların, yeni ad altında ve manevi bir mürşidin himayesi altında ortaya çıktığı görülür; o zamana kadar ancak ikinci bir yer tutan manevi mürşit, her türlü şüphenin üzerinde olmak zorundaydı.

Şehir merkezlerinin Bektaşi tekkeleri teşkilatlanmalarını Balık Sultan’a borçlu oldukları bilinirse de, köylerdeki Bektaşi-Alevi toplanmalarının ananelerine göre, cemlerin düzenini kuran Şah Hatayi idi. Gerçekten de bu ayinlerde yalnız Hatâyi’nin nefeslerini okumak adetti. Bir halk din kitabında bu ananenin doğru olduğunu bulmuştum. İmam Ca’fer es-Sadık’a bağlanan Buyruk adlı kitap, bu olayın incelenmesi bakımından önemlidir. İki talibi musahip eylemek beyanındadır başlıklı bölümde belirtilmiştir ki:

“Birinci erkan: Yalnız Hatayi’nin nefesleri okunur.”

Şimdi, bir sürü manevi halk mürşitlerinden biri olan Hacı Bektaş’ın değişik “yol düşkünleri”nin bağrına sığındıkları bu yeni tarikat’a özellikle adını veren kişi olarak, hangi nedenlerle seçildiğini inceleyelim.

Bu meselenin karşılığı şüphesiz, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, XV. yüzyıl tarihçilerinin ifadelerinde, Aşıkpaşazade’de, Anonim Kroniklerde ve özellikle Uruç’ta, I. Murat zamanında Yeniçeri ordusunun kuruluşu konusunda bulunur. Her teşkilat bir Pir’e bağlanmak zorunda olduğundan, ananeye göre, ordunun kurulmasını tasdik edecek icazet ve Yeniçerilerin özel börkü, Elif Tacı Hacı Bektaş’ın müritlerineden istenmiştir. Şunu da belirtmek ilginçtir: Bektaşilerin börkü ak, “yol düşkünlerinin ki” çoğu zaman kızıl idi; İbn-i Bibi’nin belirtmesine göre, Baba İshak’ın yandaşları ve daha sonra, Şeyh Haydar’dan beri Kızılbaşlar için de bu böyledir. Bu da bir defa daha doğruluyor ki, Bektaşiler bozguncu unsurlardan değillerdi. Uruç’a göre, Sultan Orhan kardeşi Ali Paşa’nın öğütlerine uyarak, Hacı Bektaş’ın kendisine başvurmuştur. Tarihlerin uyuşmazlığı yüzünden bu ifade, tarihi bakımdan doğru gözükmüyorsa da, Ali Paşanın Bektaşi dervişlerinin töresinde bağlanmış olması mümkündür. Ne olursa olsun, XIV. yüzyıldan beri, Bektaşi dervişlerinin töresi, “Hacı Bektaş oğulları” diye adlandırılmış olan Yeniçerilere sıkıca bağlanmıştır. Törenin bir temsilcisi, bir vekil de bu ordu ocak’ında sürekli olarak otururdu. Bektaşilerin Osmanlı İmparatorluğundaki mitiyazlı durumunu, onların orduyla olan bağları açıklar. Yençerilerin gücüne sıkıca bağlı olan etkileri, 1826’da Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla sona ermiştir.

Öte yandan ilk Osmanlı Sultanlarının, Bektaşi dervişlerinin töresine bağlanmış oldukları hemen hemen kesindir. Elimizde, Uruç’un şahitliği bulunan Ali Paşadan başka, Vilayetname’den de biliyoruz ki, II. Beyazid de Bektaşilerin töresine kapılmış gibidir. Bu metne göre II. Beyazid Hacı Bektaş’ın türbesini ziyaret etmiş ve türbesinin çatısını kurşunla kaplatmıştır.

Bir seçkin ordunun piri ve Sultanın saydığı bir Velinin himayesi altına sığınmakla yol düşkünleri, olabilecek baskılardan ve kıyım-kırımdan kurtulmayı haklı olarak umabilirlerdi.

Makalemizin konusuna dönersek, bu eski kaynakların, özellikle Hacı Bektaş’ın Vilayetname’sinin şahitliğini şüpheyle karşılamamız gerektiğini söyleyebiliriz: Gerek Yunus Emre ile münasebetlerinde, gerekse Hacı Bektaş ile Yunus’un manevi mürşidi Tapduk Emer arasındaki münasebetlerde gerçekten de bu kişilerin aynı toplumsal ve manevi ortamdan oldukları söylenebilir.

Ama şu da apaçık söylenebilir ki, Yunus Emre’nin ilerdeki yüzyıllarda Bektaşi şairlerine ilham vermiş ve örneklik etmiş şiirleri, kişiliği günümüzde hala pek iyi bilinmeyen ve gerek halk ananesi gerek efsanelerle bütün bütün değişmiş bir Veliyi yaratan bu manevi ortamın incelenmesi için başlı başına bir bilgi kaynağı olmalıdır.

İrene MELİKOFF

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz