Nur-u Osmaniye’de zamanında kadın pazarı vardı. Oğlan da satarlardı. Hatta cariyeleri filan biraz eskidiği zaman götürüp satarlardı.” Çetin Bey buna bağlı olarak kadınların da pek boş durduğunun söylenemeyeceğini belirtiyor. 17. yüzyılda seviciliğin müthiş yaygın olduğunu Ahmet Rasim’in Hamamcı Ülfet adlı romanını örnek vererek söylüyor. Cinsel çeşitlilik bununla sınırlı da değil. Topkapı Sarayı’nın koleksiyonunda bulunan 18. yüzyıl Karagöz arşivlerinin pornografinin de ötesinde olduğunu belirtiyor, kadın-erkek cinselliği değil, kadın-kadın, erkek-erkek cinselliği. Çetin Bey divan şiirinin büyük ölçüde homoseksüaliteye yönelik olduğunu da vurguluyor. “Ama bunlar pek söylenmez.
İnsan ilk bakışta sanır ki, şiirli konulardan ancak şiirle söz edilebilir. Mesela aşk böyle bir konudur. Sıradan bir ortaokul öğrencisinden aşka ilişkin bir kompozisyon yazmasını isterseniz, büyük ihtimalle aklına hemen şiirli olduğunu düşündüğü, “duyguların en güzelidir, bir bahar meltemidir, kalbin ateşidir” filan gibi cümleler gelecek, çok bilinen aşk şiirlerinin sakızlaşmış dizelerini araklayarak, kendine göre çok duygusal bir metin yazacaktır. Aşk şiirli ama bir o kadar da utangaç bir konudur. Bu yüzden olsa gerek, hepsi de deli gibi âşık, ama aşklarına tatminkâr bir karşılık göremeyen liseli kızların hatıra veya anket defterlerinde “aşk bir sudur, iç iç kudur” ya da “Aşık olup düşünmektense, uyuz olup kaşınmak daha iyidir” türünden, aşkı küçümseyen “edebi kitsch” örnekleri pek bol bulunur. Riskli bir konudur aşk. Bir ucu fena halde cinselliğe dayandığı için aşkı platonik ya da “bir yere kadar” yaşayanlar, ağızlarından aşk üzerine çıkacak kelimelerin hayati bir önem taşıdığını bilerek, pek dikkatli olurlar.
Ama aşk üzerine sohbet ettiğiniz insan Çetin Altan olursa, hisli, şiirli, felsefi ve hatta melodrama kaçmaya meyilli bir konu; esprili, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, nevrotik ve hatta antropolojik bir alanda gayet eğlenceli bir şekilde konuşulabilir. Çünkü Çetin Altan’ı Çetin Altan yapan konulara bu çok açılı bakışıdır. Çetin Bey’e Osmanlıdan bugüne toplumun belleğinde yer etmiş aşkları soruyorum. Çözümlemeci bakış açısıyla önce bellek üzerinde duruyor ve diyor ki, “Aşk olayı toplumun ölçeklerinden öteye geçmişse bellekte yer eder. Mesela, pilav yiyeceği yerde maymun beyni yiyen bir insanı unutamazsınız.
Halbuki Uzakdoğu’da en önde gelen yemeklerden biri. Hatırlanan şeyler, az olan şeylerdir. Demek ki, aşk ilişkileri genişledikçe akılda kalanlar azalır.”
Düşünüyorum da, Çetin Bey’Ie sohbet etmeye gitmeden önce de epeyce düşünmüştüm, toplumsal belleğimizde yer etmiş aşklar ne kadar da az. Nedense ilk aklıma gelen Leyla ile Mecnun masalı oldu. Benim belleğimde bu masum ve cinsel kimliklerin belirgin olmadığı aşk yer etmiş. Pek garip sayılmamalı. Cinsel boyutu en aza indirgenmiş ve kavuşulamadan biten aşklar, yüzyıllar boyunca kabul görmüş ve dilden dile dolaşmış. Sanırım aşkın bellekte yer etmesi için biraz da kavuşulmamış olması gerekiyor. Mutlu sonla biten aşkı kim ne yapsın? Peki ya gerçek aşklar? Dünya üzerinde yaşamış, varolmuş, sahici insanların aşkları? Gerçekten çok az. Nazım’ın aşkları malum. Birkaç yazarın, şairin aşklarından haberdarız. Günümüzde aşkı yaşayış da değişmiş. Çetin Bey diyor ki, “Bugün Romeo ile Juliet’i bir daha yazarlar mı?” Yazıyorlar yazmasına, Yeşilçam sineması Romeo Juliet senaryolarıyla dolu, ama hiçbirinin yazarı Shakespeare olmuyor. Hu da yazılamıyor anlamına geliyor.
Aşkın doğal bir şey olduğu kesin. Çetin Bey kadın erkek buluşmasının yerçekimi kanuna eşdeğer bir güdü olduğunu söylüyor. “Kadın erkek buluşması insanoğlu tarafından çeşitli nedenlerle, doğaya rağmen disipline edilmek istenmiştir. Gerek miras hukuku, gerek libidonun üretimsiz para getiren bir konu olmasından dolayı. Ama zaman zaman bunun özgürlüğe kavuştuğu dönemler de olmuştur. Bundan 1400 sene evvel Güneydoğu’daki uygarlıklarda, Suriye’de falan, genç kızlar tapınaklarda erkeklerle sevişme deneyiminden geçmeden evlenemezlerdi ve genç kızların böyle bir aşk servisi vermeleri bir ibadetti.”
Çetin Bey zamanla bunun değiştiğini, çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere doğru yönelindiğinde doğaya ait bazı güdülerin disiplin altına alındığını söylüyor ve ekliyor: “Bu aynı zamanda otoritenin, otorite olmasını ispat etmesiyle ilişkilidir. Yerleşik düzenlerde ister istemez insan ömrünü aşan mal mülk kalacaktır. Kime kalacaktır? Evin içinde doğana kalacaktır. Onun için ister istemez kadın erkek ilişkisinin disiplin altına alınması gerekmiştir.” Konuya çok açıdan bakan Çetin Bey, ekonomik açıdan bakmadıkça bazı şeylerin açıklanmasının imkânsız olacağını, oysa insanoğlunun bunu ahlaka ya da şuna buna bağladığını belirtiyor. Sonra aşk ile ölüm duygusu arasında bir bağlantı kuruyor.
“Bir rivayete göre her gece rüya gördüğümüzde kendimizi hipnotize ediyoruz. Saldırganlığımızı keskinleştiriyoruz. Doğa farkında değil ki, toplu halde kentlerde yaşar hale geldiğimiz? Mağaralarda yaşadığımız dönemlerde saldırganlığımızı diri tutmamız gerekirdi. Bu nedenle geceleri saldırganlığımızı diri tutacak rüyalar gördüğümüz iddiası var. Bunlar tabii biraz hipotetik şeylerdir. Aşk da öldürmenin bir başka ölçekte gene insana ait doğal bir tarafı. Öldürmek insana güdüsel olarak geliyorsa, yerine bir şey ikame etmek lazım. Sevişme bir devamın aracı, ölüm bir şeyin bitimi. O nedenle cenaze törenlerine giden kadınların ve erkeklerin birdenbire içlerinde bir sevişme ihtiyacı duyduğunu yazar kitaplar. Ama tabii bir bilinç içinde değil. En ‘hayır olmaz’ diyen hanımların bile yumuşadıkları tesbit edildiğinden zamparaların cenaze törenlerine ölüye acıdıklarından değil, böyle yumuşamış hanım bulurum ümidiyle gittikleri yazılmıştır. Fena yöntem de değildir hani.”
Çetin Bey’le sohbetin doğal bir sonucu. Aşk, ölüm ve kadın-erkek arasında kurulan sıradışı bir bağlantı. Bu kadarla kalsa iyi. Çetin Bey, delikanlıların bir türlü yumuşamayan genç kızları mezarlıktan geçirmelerinin de bir yöntem olduğunu etkiliyor. Bu iddiaya göre mezarlık çevresinde oturanların aşk hayatlarının daha zengin olduğunu söylemenin mümkün olup olmadığını soruyorum. “Hayır,” diyor. Mezarlık çevresinde oturacak, başka bir yere taşınamayacak kadar hareketsiz olanların cinsel hayatlarının da hareketli olamayacağını söylüyor.
Osmanlı’dan bugüne bize kalan pek aşk hikâyesi yok. Çetin Bey Osmanlının kadınsız yaşadığını söylüyor. Belki çok kadınlı, ama bir sürü teferruat içinde. Peki aşkın tarifi? “En iyi tarifi Lamartin yapmıştır bence. ‘O kişi yok ise, bütün dünya insansız kalmış gibidir’ diyor. Fena bir tarif değil yani.” Acaba bizde kadın erkek ilişkileri baskı altında tutulmuş, bu nedenle aşklar gizlenmiş ve gizli kaldığı için de toplumsal bellekte yer etmemiş olabilir mi? Bunlardan varsayım olarak söz edilemeyeceğini söylüyor Çetin Bey. “Bizde roman yok. Roman olmayınca bizim toplumumuzun romancının anlatımı içinde bize kadar yansıyan bir bölümü yok. Araba Sevdası ile başlamıştır bizde roman. Bizim Umur Talu’nun büyükbabası olan Recaizade Mahmut Ekrem. Oğlu Ercüment Ekrem Talu babamın arkadaşıydı, benim de hocamdı.
“Romancımızın henüz çok genç olması, bizde aşk olup olmadığını anlamamız için bir engel teşkil ediyor Çetin Bey’e göre. ” Aşk olduğu vakit sanata yansır. Bizde roman çok yeni. Resim yok, minyatür var, heykel yok. Peki nasıl anlayacağız aşk var mı yok mu?” Buna karşılık Çetin Bey Osmanlının seks hayatının çok zengin olduğunu söylüyor. Sarayın hareminde üç bin civarında kadın var. “Bizim cumhurbaşkanlarının tümünün aşk hayatı bir II. Mahmut’un yanında pek zayıf kalır. Kıyaslanamaz yani. Sadrazamlar da öyle. Nur-u Osmaniye’de zamanında kadın pazarı vardı. Oğlan da satarlardı. Hatta cariyeleri filan biraz eskidiği zaman götürüp satarlardı.” Çetin Bey buna bağlı olarak kadınların da pek boş durduğunun söylenemeyeceğini belirtiyor. 17. yüzyılda seviciliğin müthiş yaygın olduğunu Ahmet Rasim’in Hamamcı Ülfet adlı romanını örnek vererek söylüyor. Cinsel çeşitlilik bununla sınırlı da değil. Topkapı Sarayı’nın koleksiyonunda bulunan 18. yüzyıl Karagöz arşivlerinin pornografinin de ötesinde olduğunu belirtiyor, kadın-erkek cinselliği değil, kadın-kadın, erkek-erkek cinselliği. Çetin Bey divan şiirinin büyük ölçüde homoseksüaliteye yönelik olduğunu da vurguluyor. “Ama bunlar pek söylenmez. Keyfe göre bir propaganda yapayım derken, işin aslı meydana çıkınca ne yapacağını şaşırırsın, işin aslını bildiğin vakit kompleksin olmaz. Sakatlığı saklayan insan, sakatlığının farkında olarak saklıyor demektir ki, bu sakatlığı saklamak da bir başka sakatlıktır. Bu da bilimsellikle bağdaşmaz. Zekâ gerçeği aradığı kadar işe yarar. Yalanı arayana ahmak derler.”
Osmanlıda böyleyiz. Eşcinsel eğilimler, bol kadınlı haremler, sanatsız bir toplum, pornografik Karagözler, saklanan bir cinsel tarih. Peki cumhuriyete geldiğimizde nasılız? Sihirli bir değnek üzerimizde dolaştı da, bizi sağlıklı cinsellik yaşayan, dolayısıyla âşık olan bir toplum yaptı mı? Çetin Bey’in esprili bakış açısı cumhuriyet dönemindeki nüfus patlamasını ilginç ve esprili bir şekilde yorumluyor. “Şimdi cumhuriyet döneminde nüfusun patladığı doğru. Ama bunun sebebi kadın erkek ilişkilerinin serbest kalması değil. Şeker fabrikaları. Şeker, yani glikoz cinsel isteği artırır. O zamana kadar şeker ithal ediliyordu, şeker fabrikaları kurulunca şeker bollaştı.”
Çetin Bey buna bağlı olarak yeri gelmişken, bizi yönetenlerin şeker fabrikaları kurmakla pek övündüklerini oysa dünyanın en basit endüstrisinin şeker fabrikası olduğunu söylüyor. Elâlem uzayda uyduyla uğraşırken bizi yönetenlerin şeker fabrikalarıyla övünmelerine hep beraber gülüyoruz. Ve Çetin Bey önemsediği araştırma konusuna geliyor. Bizde araştırma olmadığını, bu yüzden herkesin kafadan bir şey attığını söylüyor. Peki bizde niye araştırma yok? “Çünkü Türkiye bilimsel bir toplum değil. Bilimsellik köylülüğü aştıktan sonra ortaya çıkar. Tabii önce sanat bunların üzerinde durur, tesbitini yapar. Arkasından bilimsel araştırma gelir. Toplumunu sevmek insanını sevmek demektir. Bayrağını, toprağını sevmek yetmez. Bir insan bayrağını ne kadar severse sevsin, ölünce bayrağını çok sevdiğine dair belge bırakamaz. Ama toplumunu çok seven insan bir araştırma yaparsa, bu öldükten sonra da kalır.”
Köylüyüz, Osmanlıyız, “toprak dedik, ezan dedik, bayrak dedik” ama sevgimizi ispat etmek için belge bırakmak konusunda haddinden fazla tembeliz. Aşk üzerine çoğumuzun bildiği ve bizden birinin söylediği aşkı küçümseyen değil, yücelten ve insanca kılan bir şiir dizesi bile yok. Bizde aşk o kadar ürkütücü ki, aşkın gözü kördür deriz; aşk ağlatır, dert söyletir deriz, sevda geçer yalan olur, sonra sokar yılan olur deriz.
Ama yine de gelip geçse de, genellikle ağlatsa da, aşksız yaşayamayan bir toplumuz. Her mahallede bir aşk hikâyesi duyarız. Şehirlerimizin delileri hep aşk yüzünden o hale gelmişlerdir. Bir Kerime Nadir, bir Muazzez Tahsin Berkant yetiştirmişizdir ki, Barbara Cartland’a fark atarlar. 900’lü hatlarda aşk hâlâ sihirli bir sözcüktür. Günlük gazetelerin gönül postası köşelerine mektuplar yazarız. Çoğumuzun kenarları çiçek resimleriyle süslü, üzerinde minicik anahtarlı bir kilit bulunan, hatta bazıları kokulu, pembe mavi gizli aşk defterleri vardır ve onlara genellikle akrostişi! aşk şiirleri yazarız. En az anlattıklarımız kırık aşk hikâyelerimizdir. Ve Behçet Necatigil gibi sorarız kendimize çoğu zaman.
Daralan gecede/ Boş yere aramak sevinci/ Beraberken acı yan/ Ayrılınca neden böyle çekici.
Cigoto Aşk
Sayı: 4 Bahar, 1995
(*) Edip Cansever’in “Buz Gibi” adlı şiirinin ilk iki dizesi.