Leyla Erbil: “Aşkın ne olduğunu, ne olmadığını hâlâ anlayabilmiş değilim”

leyla erbil
“Peki ama, eğer aşk yoksa, benim içimde küçücük bir kızkenden beri var olan o duygu neydi? Onlar bile Aşk’ın var olduğuna ispata yetmez mi? Benim, senin ve bütün kadınların arzuladığı, beklediği şeyin, Aşk’ın var olmadığını değil, olduğunu ispat etmiyor mu o duygular? Yoksa sadece bize, kadınlığa mahsus bir duygu mudur aşk?


Jale, sevgili kıymetli dostum, ne düşüneceğimi bilemez haldeyim. Suç bende mi, bunca talihsizliği çeken bir kusurum mu var? Yoksa bu durum hepimizin, bütün kadınlığın mı kaderi? Ortada karşılıksız kalmaya mahkûm bir hissiyat mı var, biz böyle onlar öyle mi doğmuş, erkek en sevdiği kadından bile bir yeni ten zevk uğruna -bize ayıplatan o haz uğruna- kolayca vazgeçebilir mi? Şu halde erkeğin ve hiç bilemeyeceği bir farklı duyguyu, AŞK’ı, kadın tek başına mı yaşayıp gitmekte?

Şu halde kadınlık onuru, bir başkasının erkeğini baştan çıkarmaya hemcinsine, dolayısıyla kendisine karşı yapılan bir düşmanlık olarak addetmemeli mi? Yoksa kadın, karşısındaki cinste var olmayan o duyguyu varsayarak, âşık olma kelimesinin cazibesine kapılıyor ve bu kör vehmin arayış içinde oyuncak mı oluyor? Yoksa kadın, daha önceden kendisine yapılan bir hakaretin hıncıyla bilerek, isteyerek mi erkeği sürüklüyor peşinden? Ve acaba bende bu hınçla sevişen bir çifti ayırmayı, erkeği peşim sıra sürüklemeyi isteyecek miyim? Asla! Bu son derece zelillik olurdu, asla! Peki ama kadın o kör vehmin aldatmacasıyla mı geçirecek hayatını taa mahşere dek ve bütün bir kadınlık kaderi bu vehmin ölü güllerden yapılmış gizli çelengiyle mi gömülmekte mezarına sessizce? O sırlarla bezenmiş mukadderat çelengiyle?..”

***

“… sen dönene kadar yaşamayacağım hiç…
… senin yokluğunu ölümüne yaşamaktayım…
… öyle bir yalnızlık ki bu, mutlak bir boşluk içindeyim sanki…
… seni düşünmediğim zamanlar ölüyüm ben…”

***

Aşkın ne olduğunu, ne olmadığını hâlâ anlayabilmiş değilim Ferhundeciğim. Bana güzel, akıllı, zeki olduğumu söyleyenlere bazen içimden, ‘Eee peki sana ne!’ diyorum, bazen de kendi kendime soruyorum: güzel olsam bile (onlara öyle gelsem bile gerçekten) benden daha güzel olanla karşılaştıklarında ne olacak? Benden daha zekisini, daha dürüstünü (sanki aradıkları dürüstlük mü? O da ayrı ya), daha üstünü diyelim, bulduklarında beni bir kenara iteceklerse bunun adına neden sevgi diyeceğim ve ben de onlara (ya da muhayyel O’na) ben de seni seviyorum diyeceğim. Bu ne kadar ucuz, ne kadar sıradan bir olgu. Yahut diyelim ki benden üstün olanı buldukları halde, içleri onu çektiği halde, kendilerini tutup (ahlâk adına, vicdan adına her neyse) benimle kalacak olurlarsa da ne kadar büyük bir zül olur benim için! Böyle bir alışverişi nasıl kabullenebilirim ben? Ben mutlak olanı, kalıcı ve sürekli olanı isteyebilirim ancak ama mutlak olan diye bir şey var mı dostum?” 
***
“Evet doğru, insanlar değişiyor, üç gün önce bıraktığın insanın yerinde başka bir insan buluyorsun, ama istediğimiz yöne doğru mu bu değişme? Başka yöne doğru mu? Dün anlamsız bir tablo gibi seyrettiğim ağaçlar, bulutlar bugün heyecan veriyor…

Gerçek acımasızdır

Ezber bozan bir metin var elimizde. Klasik edebiyatın mektuplara dökülen içli aşklarının yerine aşkın kutsallıktan sıyrılmış çıplak hallerini okuyor, ‘acımasız gerçeklikle yüzleşiyoruz’
mektup aşkları leyla erbilİlk kitabı 1960 yılında yayımlanan Leyla Erbil, aradan geçen neredeyse elli yıl süresince az sayıda ürün vermesine rağmen, pek çok eleştirmen ve okuyucu için edebiyatımızın en önemli yazarlarından birisidir. Edebi modernizmle sosyalizm arasındaki ‘gergin ve çetrefil’ ilişki üzerine kurulu yapıtlarıyla, toplumun yaralanmış insanlarının sorunlarını ele alan Erbil, bu günlerde yeni bir edisyonla sunuluyor okuyucuya. Kanat Kitap’ın ilk seçtiği Erbil kitabı Mektup Aşkları. 2006 yılında Bilkent Üniversitesi ile Türkiye Yazarlar Sendikası’nın birlikte düzenledikleri ‘Tuhaf Bir Yazar: Leyla Erbil’de Etik ve Estetik’ adlı sempozyumda sunulan bildirilerin kitaplaştırılması da yine bu edisyonun bir parçası.
Yazarın 1988’de tamamladığı Mektup Aşkları, bugüne dek çeşitli yayınevlerinde altı baskıya ulaşmıştı. Önceki hikâye ve romanlarından anlatım tekniği ve kurgusuyla farklılaşsa da, Mektup Aşkları’nda Erbil’in temel izlekleri aynı. Türkiye toplumunun 1940’lı yıllarına uzanan hikâyede Erbil, kadının durumu, cinsellik ve aşk üzerinden geleneksel ahlakın ve küçük burjuva aydınlarının -aslında küçük burjuva solcularının- eleştirisine yönelmiş.Cinsel açlıkları teşhir etmek
Romanı bir grup insanın Jale’ye yazdığı mektuplarla kurgulamış Erbil. Bir zamanlar yakın arkadaşlıklar kurmuş, gönül ilişkileri yaşamış, yakınlaşmış, uzaklaşmış, kırılmış, öfkelenmiş, şimdilerde başka kentlere ya da ülkelere savrulmuş mektup sahipleri, birbirine mahrem hayatlarını açarlarken, geri planda dönemin zihniyet biçimleri sergileniyor. Jale’nin hayatını, fiziksel, ruhsal ve düşünsel yapısını Sacide, Ferhunde, Ahmet, İhsan, Zeki, Zeki’nin babası Abdullah ve Reha’nın mektupları sayesinde öğreniyoruz. Erkek arkadaşlarından gelen mektuplarda türlü aşk ilanı yer alırken kadın arkadaşlarıyla, özellikle Sacide ile yazışmalarında aşk ve cinsellik etrafında zıt kutuplarda sürüp giden bir tartışma var. Sacide, ilk başlarda olumsuz bir kişilik; bencil, çıkarcı, bedenini kullanmaktan çekinmeyen, aşka inanmayan, bir zamanlar bağlandığı toplumsal ideallerden uzaklaşan bir kadın. Erkeklerle ilişkilerini böyle bir fikriyata dayandıran Sacide, sürüp giden hayatın gerçeğini en iyi özümseyen, küçük burjuva kadının çıkmazını bizzat deneyimleyen, aşkın fahişeleşmesini içselleştiren, erkeklerin cinsel açlıklarını teşhir eden ve Jale’nin çözümlemesini en iyi yapan roman kişisi.
“Sen sevgili dostum adeta duygularını saklıyor, aklını duyguların önüne ağdan bir duvar gibi geriyorsun, sen sanki gururunu duygularının önüne bir dağ gibi yığıyorsun, sen sanki üzülmemek için sevmiyorsun, yahut da içinden sevdiğin halde göstermiyorsun. Bence Tahir’e yaptığın buydu. Nejat’a yaptığın buydu, şimdi İhsan’a yapmakta olduğunun aynı şey olmamasını dilerim. Karşındaki erkekte sadece sen olasın istiyorsun, ya o seni bırakırsa korkusundan sen onu ufacık bir emarede bırakıveriyorsun. O yüzden adın “Kalpsiz Jale”ye çıktı değil mi?”
Jale’nin kalpsizliğini aşklarını mektuplara döken erkeklerin şikayetlenmelerinden de çıkarıyoruz. Genç kadının kalbini kazanmak için bütün varlığını onun ayakları altına seren Ahmet’ten duygularını şiirlere döken Zeki’ye kadar hepsi de Jale’nin aşkına, aslında bedenine talip. Ancak Erbil’in erkek karakterlerinin iddia ettikleri siyasi bağlanımlarına rağmen ataerkil ideolojiden kopamadıkları, bir sahiplenme duygusuna saplanıp kaldıkları çok açık. Bu anlamda aşk ve cinsellik konusunda kadınlara göre çok daha donanımsızlar.
“Aslında erkekleri sağduyudan yoksun, bizden çok zayıf, duygusal yaratıklar olarak görüyorum. Bence olay şu: Üzerimizde kurdukları buyurganlık (ki bu onların ham gücüne dayanıyor) yüzünden kendimizi korumak üzere yalan, hep yalan söylemişiz onlara. Bizim zekâmızı geliştiren bu yalanlar onları bizim aptallarımız durumuna sokmuş. (…) Ancak işin enteresan yanı, tarih boyunca erkeği zekamızla oyalayıp idare etme duyumuz öylesine gelişmiş ki, her kadın zekâsıyla, tevarüs ettiği kurnazlıklarla içten içe durmadan yenmiş erkeği. Ne var ki aslında yendiği şeye yenilmiş gibi görünerek yaşadığı ikiyüzlülüğü de hazmedemeyen kadın, mutsuzluğun pençesine düşmüş durumdadır.”
Mektuplardaki ifadeleri kazıdığımızda, altından Selahattin Hilav’ın işaret ettiği bir eğilim çıkıyor; “sadece biyolojik gereksinime dayanan kaba cinsellik ve özlenen aşkın yokluğu.” Kimisinde daha çıplak, kimisinde üstü örtük biçimde olmakla birlikte, karşıdakinden beklentileri aynı. Onların aşkı karşısındakine duyulan bir istek şeklinde gelişmiyor; kendilerinin karşısındakinde yarattığı isteği istiyorlar! Bu patolojik sevgi biçimi roman sonunda Jale’nin Sacide’ye yazdığı mektuplarda netleşiyor. Artık aşktan, evlilikten vaz geçmiş, bedensel hazza yönelmiştir. Ne var ki, düştüğü bu durum bir çıkış, bir özgürleşme vaadi de değildir Jale için. Kocasına kocasının yöntemiyle, yani ihanet, yalan ve aşağılamalarla verdiği cevabın hayatının geri kalanında bir eksiklik yaratacağını sezmektedir. Jale’nin çözemediği sorular, burjuva toplumunda bireyin içine düştüğü temel açmazın ifadesidir; “Nedir asıl sorun diye düşünüyorum. Asıl sorun? Asıl sorun?
Asıl sorun tek başına ayakta durabilmekte, yalnızlığı öğrenebilmekte mi? Asıl sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi, sevgisiz kalıp gene de boyun eğmemeyi, dilenmemeyi öğrenmekte mi? Asıl öğrenmemiz gereken şey sevgisiz bir yaşam düzeni mi?”Yaralı insanlar
Mektup Aşkları, bilinç akışını benimseyen, dilin kalıplarını kırarak anlatım olanaklarını sonuna kadar zorlayan bir yazar olarak tanıdığımız Leyla Erbil’in belki de en kolay okunan metni. Ama yine de, her ne kadar klasik anlatının kalıplarını kullanıyor gibi görünse de, kurmaca tekniği ve üslubuyla bir arayışın, ‘nasıl anlatmalıyım’ sorusunun yanıtının peşinde. Ezber bozan bir metin var elimizde. Klasik edebiyatın mektuplara dökülen içli aşkların yerine aşkın bütün klişelerden, kutsallıktan sıyrılmış çıplak hallerini okuyor, yazarın amacına uygun olarak ‘acımasız gerçeklikle yüzleşiyoruz’. Roman kişilerinin hayatları, arayışları, tutkuları, kötücüllükleri, geçirdikleri dönüşümler, kazanma ve intikam duyguları sadece kendi mektuplarıyla değil, başkalarının mektuplarındaki değinmelerle birlikte aydınlanıyor. Üstelik onları zaman zaman kendi iç sesleriyle yansıtabilmenin yollarını da bulmuş Erbil. Psikanalizin imkânlarından sonuna kadar yararlanmasına rağmen salt psikolojik anlatı içinde de kalmıyor, bireyin iç dünyasının toplumla girdiği ilişkilerle belirlenmişliğini açığa çıkarıyor.
Bütün mektuplara damgasını vuran sevgisizlik ve tüketici cinsellik, Leyla Erbil’in her kitabında, ama farklı dönemlerde farklı biçimlerle, o döneme uygun imgelerle tekrarlanır. Bu açıdan baktığımızda, 1940’ların sonlarındaki insan ilişkilerini aktaran Mektup Aşkları’nda 1980’li yılların Türkiye’sini görmek, 80’lerin arkeolojisinin yapıldığını söylemek pekâlâ mümkün. Erbil’in ilk ürünlerini verdiği dönemin toplumsal yapısının, belki de o yıllarda çok belirgin olmayan karakteristiğini netleştiren de, cinselliği keşfeden, keşfetmenin ötesine geçip ‘faş’ eden 80’lerin toplumsal atmosferidir. Geçmiş ve bugün, Erbil’in kaleminden büyük bir incelikle birleşiverir. Orhan Koçak, sempozyumdaki sunumunda Leyla Erbil’in yapıtlarının güncelliğini koruduğunu vurgulamıştı; “Türkiye’de art arda birkaç okur kuşağı onun yapıtında kendi özlemlerinin, hırslarının, yalan ve aydınlanmalarının uç noktaya götürülmüş ifadelerini bulmuşlarsa eğer, ‘sosyalizm’ ve ‘modernizm’ sözcükleriyle tanımlanan sancılı bir süreç henüz kapanmadığı, kapanamadığı içindir bu.”
Bir türlü kapanmayan, kapanamayan bu uzun sancılı sürecin insanları, hangi tarihsel uğrakta dururlarsa dursunlar, söz konusu süreçleri doğallığı içerisinde yaşamadıkları için normal değillerdir; bu toplumun insanları yaralıdır. Mektup Aşkları’nda -kendi dilleriyle ifade ettikleri- yaralarını farklı biçimlerde sarmaya çalışacak, saramadıkları anda ölümle yüzleşeceklerdir.
İçinde düştüğü, sorumlusu olmadığı halde suçlarını yüklendiği bir dünyada, o suçların bedelini ödeyecek donanıma sahip olmayan, o dünya boyun eğen, her boyun eğişinde ahlaki erozyona uğrayan, giderek silikleşen bireyin eleştirisi yapar Erbil. Boyun eğme/eğdirme mekanizması ataerkil kapitalist düzenin kurumlarıdır. Bireyler aile, okul, evlilik ya da geleneksel kodlarla belirlenmiş aşk ve cinsellikle biçimlendirilir. Toplumsal ve bireysel ahlak ikiyüzlülük üzerine kurgulanmış, özgürlüğün ve başkaldırının imkânı yitirilmiştir. Böyle bir toplum-birey diyalektiğine dair yapıtlarıyla başkaldıran artık Leyla Erbil’in kendisidir.
Ömer Türkeş
Mektup Aşkları
Leyla Erbil, Kanat Kitap, 2007, 210 sayfa,

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz