Cesare Pavese’nin ölümünden bu yana on beş yıl geçti. (Pavese 1950 yılının 26 Ağustos’u 27 Ağustos’a bağlayan gecesi Turin’de öldürmüştü kendini.) Yaşam Uğraşı (İI mestiere di vivere) adlı kitabı üstünde yapılan tartışmalar sırasında Emilio Cecchi’nin de belirttiği gibi, Pavese’nin kısa yaşam süresini (9 Kasım 1908’de Stefano Belbo’da doğmuştu) “acıklı intiharına geçişe hazırlık” olarak yaşadığını kabul edecek olsak da, onun bir çöküşe oldukça güçlü bir biçimde karşı koyduğunu da açıkça söylemek zorunda kalacağız. Gençlik yıllarından beri itildiği çöküşü, ölümü bu “son güzel türküyü”, bu “anlamsız acıyı” yenmeye çalışmıştı. Birçok dizesinde ölümü, yaşamın bütünlüğü içinde gördü; tüm varoluşunu, gizlice kemiren bir kanser illeti olarak tanımladı.
Bu kısa yazımızda, yaşama isteği ile karşı konulmaz intihar dürtüsü arasında Pavese’nin geçirdiği savaşı yazarın günlüğüne dayanarak izlemeye çalışmak istiyoruz.
İlkin Pavese’nin gerçekte dindar bir kişi olduğunu söylemek gerek. Tanrı’nın gölgesi olmayan bir din –eğer olabilirse böyle bir şey– daha çok gizli “gerçeklerle” bezenmiş bir din: bu bazen doğa bazen de ülkesinin yalın şeyleridir ve her biri yazarda değişmeye, zengin özlerini simgesel anlatımlara aktarmaya hazır bekliyordu.
Onun din anlayışına, “yabanıl” olanı, ilk olanı, edebiyat çalışmalarının yanı sıra aşkı ve kadını da katmak bir zorunluluktur. Pavese’nin günlüğünde, yukarda sıraladığımız motifleri izlemek, az ya da çok dışsal nitelikte olan bu şeylerin (doğa, şiir, kadın) onun kendi varoluşuyla uğraşısında ne dereceye kadar bir nesne görevi gördüklerini ele alıp gün ışığına kavuşturmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Pavese’nin son günlerine kadar, davranışlarında delikanlıca bir tutum vardı. “Kısık sesli” kadına olan ateşli aşkı, belli bir kadın tipi önündeki hayranlığı ve çekingenliği, Amerikalı film yıldızı Constance Dawling’e olan son aşkı (bu, edebiyat alanında başarısının en büyük olduğu günlere rastlar), onda hem çekingenlik hem de inatçılık olduğunu gösteriyor. Pavese’de sık sık karşılaştığımız, kendince bir yuvaya, bir aileye duyulan özlemin belirtilerinin yanı sıra “kesin aşk” diye adlandırabileceğimiz kadının kusursuzluğunu arayışla da karşılaşıyoruz. Bir yerde bu “kesin aşk” konusunda şöyle diyordu: “Aşk düşüncesi; sana karşı öyle iyiyim, öylesine temizim ki, senin erkek kardeşin olmak isterdim, ya da seni dünyaya kendimin getirmiş olmasını.”
Yaşamın gerçekleriyle karşı karşıya geldiğinde uğradığı düş kırıklıklarını, Pavese belli bir anlamda mazohistçe diyebileceğimiz bir tutumla kabulleniyor. Burda, hiç şüphesiz, Pavese’nin inançlarının yıkılışıyla karşı karşıyayız: cinsiyet, aşk konularına öylesine bir kuşkuyla bakıyor ki, böyle bir kuşku birçok kişiyi kolaylıkla iktidarsızlıktan ve köklü bir kadın tiksintisinden söz etmeye sürüklemiştir. Böylesi şeyler Pavese’nin yaşamının bazı anlarında gerçekten karşılaştığı şeylerdir. Ama bunları dikkatle inceleme ve değerlendirmede de pek ileri gitmemek gerekir, çünkü iktidarsızlığın ve kadın tiksintisinin yazarın yaşamına yön verici nitelikte olup olmadığı tartışma konusudur. Günlüğünde, kadınlara karşı duyduğu tiksinti ve isteksizlikle dolu düşüncelerini ve yargılarını yazdığı doğrudur. Onun büyük kuşkusunun oldukça kaba anlatımının ardında, insan gene de her zaman apaçık bir kendi kendini yitirme sorunu bulunduğunu görüyor: “Bir kadına karşı duyulan aşk yüzünden öldürmez kişi kendini. Bir aşk, herhangi bir aşk, bizi çıplaklığımızda, yoksulluğumuzda, çaresizliğimizde, hiçliğimizde sardığı için öldürürüz kendimizi.” Bu düşünceyi, 25 Mart 1950 günü geçirmiştir günlüğüne, yani yaşamına son vermeden birkaç gün önce. Gerçekte bu hemen hemen on yıl önce, 12 Ekim 1940’ta, gene günlüğüne yazdığı şu düşüncenin yeniden ele alınışından başka bir şey değildir: “Aşk birbirini seven iki kişiyi değil de ikisinden birini kendi kendisinden ayırma gücüne sahiptir.”
Pavese hastalığını, yani başkalarıyla anlaşabilme yeteneğine doğuştan sahip olmadığını biliyordu: “En büyük felaket yalnızlıktır. Bunun tanımlanması da şöyledir: en büyük avunu olan din, aldatmayan bir yoldaş –Tanrı’dan başka biri değildir bu yoldaş– bulmaktır yalnızca. Yakarmak, çok sevilen bir dostla yapılan konuşma gibi ferahlamaktır. Ortaya bir şey koyma, bir yapıt ise, yakarı gibidir. Çünkü yaratırken, kafamızda biriyle bir ilişki kurarız; bu kişi bu yapıttan yararlanacaktır. Eğer bu söylediklerim gerçekse, yaşamın tüm sorunu şudur öyleyse: kişi kendi yalnızlığına nasıl son verecek, başkalarıyla nasıl birlik kuracak?”
Pavese’nin kendi dışına çıkabilmesi için fırsatlar olmuştur şüphesiz: başlangıçta okul arkadaşı, daha sonraları da Einaudi Yayınevi’nde onunla çalışan ve faşist baskıya karşı doğruluk ve özgürlük savunuları yapan, kendisinden daha gözüpek dostuyla bir ara bir dayanışma kurmuş olması gibi. Pavese faşizme karşı savaştığı ve ele geçtiği zaman da ağzını açmamasının cezasını dokuz aylık bir sürgünle ödediği halde, bu bağlantıyı bir korkaklıkla karşılamıştır. Bunun nedeni hapislerde ya da idam sehpalarında ölen birçok dostunun gerçeğine katılmaması değildir. Aslında ondaki “gerçek-gerçek”, onu bir iş yapmaya sürükleyecek inancın eksikliğiydi; kendisi de bu acı durumun oldukça iyi bilincindeydi. Özellikle partizan savaşının en önemli yıllarında, “Bağlılığını, en önemli yeteneklerini ve insanlarla ilişki kurma gereksinmesini bastırarak, kendisini öyle düşüncelere kaptırıyor ki, bunlar, gerçekten uzaklaşmasına yarıyor ancak” diye yazıyor haklı olarak David Cajolo. O sıralarda Pavese, mistik bir görünüm sarhoşluğu içinde, her şeyin bir anı olduğuna ve “geleceği geçmişin belirlediğine” inandırmaya çalışıyordu kendisini.
Savunusunda, artık kimsenin değişmediğini, herkesin kendi kendisinin tutsağı olduğunu yazıyor. Dünyayla doğrudan doğruya ve yalın bir ilişki kurmak isteği ile, kendisini bunu gerçekleştirmekten alıkoyan yetersizliği mitolojiden başka bir sözcükle açıklanamaz.
1949’da su yüzüne iyice çıkan bu konuları, daha o sıralarda işliyordu Pavese (doğrudan doğruya değil, öykülerinin çevresinde). Tepedeki Ev’de (La Casa in Collina) ele aldığı “vicdan azabı”, bir şeye katılmama konuları; Leuco Konuşmaları’nda (I dialoghi di Leuco) eski efsaneleri yeniden yaratma çabası bu döneme rastlar. Uğraşına, yapıtına olan bağlılığı yaşıyor daha, sonuna değin de yaşayacaktır; gene de güçten düşmüş bir inançtır bu. Her yapıtının bitiminde kendini “boşalmış bir silah” gibi duyuyor. “Aşk ve ölüm – geçmişin ana örneği burda işte.” 13 Mayıs 1950’de yazıyor bunu. O sıralarda, görüldüğü gibi, intihar düşüncesi daha baskılı ve daha yaygın bir duruma geçiyor Pavese’de.
Partiye girmek de doyurmuyor onu duygu yönünden. O günlerde günlüğüne şunları yazıyor: “İşte kendimce bir çukura düştüm. Yetersizliğime bakıyorum, iliklerime değin duyuyorum onu. Politik bir sorumluluk altına soktum kendimi, bu beni eziyor. Bir tek cevabı var bütün bunların: intihar!”
Kendi yetersizliğinin bilincine varma, uzun zaman kendini savunma, kendini haklı çıkarmak için kullandığı birçok neden onu umutsuzluğa sürüklüyor: artık tam bir çıkmazda yaşamaktadır; geride kalmış tek çıkış yoluna dikmiştir gözlerini. Bu yol, istenerek seçilen ölümden başka bir şey değildir. Ama Pavese, kolaylıkla, bir ruhsal duruma uyarak seçmiyor bu yolu. Yılların düşüncesidir bu onda. Acıdan ve yetersizliğinden kaçış olarak intiharı düşünmesinin ilk belirtileriyle 1936’larda karşılaşıyoruz: “Ben her aksamanın ya da acının yüzünden intiharı düşünmeye itildiğimi, buna zorunlu olduğumu biliyorum. Beni ürküten de bu. Benim ilkem, hiç gerçekleşmemiş olan ve hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim, ama duygusallığımı okşayan intihardır.”
Bu arada kendi kendini kötüleme isteği gelişiyor içinde: o artık “yaşamasını bilmeyen, düşünce yönünden gelişmemiş boş, ayakta ancak intihar düşüncesiyle durabilen, ama bunu gerçekleştiremeyen” bir adamdır. Özellikle bu yıllarda, ruhsal durumunun çözümlemesini yaparken, karşılaştığı her yıkıntının nedenini, “kendini kesin olana, bilinmeyene, şekilsiz olana istekle verişinde gördü. Yaşama verdiği karşılığı çocukça buldu. Onun bu düşünceleri şiirlerinde, öykülerinde ortaya apaçık çıkmaktadır. Örneğin Yalnız Kadınlar Arasında (Tra donne sole) adlı öyküsü Rosetta adlı genç bir kızın intihara kalkışmasıyla başlıyor ve bunu başarmasıyla sona eriyor. Olayın kahramanı bu kesin son için ne kadar uyku hapı alması gerektiğini öğrenmiştir. Pavese’nin yapıtlarında üstlerine intiharın gölgesinin düştüğü daha birçok kişi hatırlanabilir burda. “… Uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmanın tek yolu, onu incelemek, ölçmek, biçmek ve aşağıya inmektir.”
Bu, bir kendi kendini beğenme değildir. Daha çok, kanında gittikçe artarak yayıldığını duyduğu zehirden kendisini kurtarma isteğidir. Artık kendisi için en zararlı şey, yaşamayı sürdürme çabası olmuştu. Ne sanat alanındaki başarısı, ne bir yığın okurun duyduğu hayranlık fayda vermez. “Denizden gelen kadın” ile olan karşılaşmada bir kez daha umut ışığı belirir gibi olur. Ama bu umudun ateşi öylesine bir ateştir ki, ardında düş kırıklığının soğukluğunu ve eskisinden beter bir yalnızlığı bırakır. Tek avunu olarak belki yalnızca doğanın görünümü kalır geriye; bu görünüm Pavese’de çocukluk ve gençlik yıllarının anılarıyla birleşmiştir: “Gerçekte bana dokunan, beni sarsan tek şey doğanın tılsımıdır; dağların doruklarına takılıp kalan bakıştır.” İntiharından aşağı yukarı bir ay kadar önce şöyle yazıyordu: “Stoacılık intihardır. Gene cephelerde insanlar ölmeye başladı. Bir gün, barış içinde, mutlu bir dünya gerçekleşebilecek mi acaba?”
Böylece Pavese, artık geri dönemediği için, tek yürekli ve kesin davranışını yaşamayı sürdürmekten caymakta bulur. “İntiharı düşündüğümde kolay geliyordu. Ama bir yığın zavallı kadın başardı bunu. Alçakgönüllülük gerek, gurur değil.” Hemen hemen günlüğünün son sözleri bunlar. Rosetta gibi, bir otele çekilir ve “gerektiği” kadar uyku hapı alır. Önceden hazırlanmış, üstelik iyi hazırlanmış bir davranış. Bir öyküsünde yaratmış olduğu, belli bir nedenle değil, “karışıklıktan kurtulmak için” kendini öldüren “yalnız kadın”da daha önce denemişti bunu.
Kısaltarak çeviren Sezer Duru
Kaynak: Notosoloji, 08 Kasım 2015