Camdan Kuşlar, Casuslar ve Özlemek – Ahmet Altan

Bazen bir insanı isteyiveriyorsunuz. Ona dokunmayı, sesini duymayı özlüyorsunuz. Bazen bu, hayatınızdan çıkıp gittiğini ve bir daha hiç görmeyeceğinizi sandığınız biri oluyor, bazen de yalnızca bir kez gördüğünüz biri. Bazen içinde esrarengiz bir büyücünün dolaştığı bir rüya oluyor bu özlemi yaratan, bazen bir bakış, bazen bir ses.

Birden özleyiveriyorsunuz…
Çoktan unuttuğunuzu sandığınız ya da yalnızca bir kere karşılaştığınız ve özlemek için yeteri kadar tanımadığınız birini bir sabah çılgınca özleyerek uyanıyorsunuz.

Rüyalarınız, içinizdeki o gizli, esrarını ele vermez büyücü, siz çarşaflarınızın arasında bütün tehlikelerden uzak, güvenle yattığınızı sandığınız bir anda usulca ruhunuza sokulup sizden habersiz oralara yığılmış cephanelikleri birer birer ateşleyiveriyor. infilaklarla sarsılarak uyanıyorsunuz. Hayatınızda olmayan birini hayatınıza almak, ona dokunmak, onun sesini duymak için kıvranırken buluyorsunuz kendinizi.

Ve Venedik’teki o ünlü cam atölyelere dönüyorsunuz birdenbire, kristal kanatlı camdan kuşlar kızgın alevlerde eriyerek çeşit çeşit şekillere bürünüyor, yattığınızda kuş olduğuna emin olduğunuz bir biblo sabaha uyandığınızda bir bakıyorsunuz bir peri kızına dönüşmüş, bir ejderha bir “kanatlı karınca” olmuş.

Özlemek, o yakıcı istek, bilinen her şeyi ve önem sırasını değiştiriveriyor. Herkese yabancı oluyorsunuz. Onların kuşları sizin peri kızlarınız, onların ejderhası artık sizin için bir kanatlı karınca.
Bunları paylaşacak kimseniz de yok. Özlediğiniz ise çok uzaklarda. Yanınızda olmasını istediğiniz halde yanınızda olmayan bir tek kişi, yanınıza bile yaklaşmadan, hatta onu özlediğinizden ve onu istediğinizden haberdar bile olmadan, bütün yakıcı bir beyazlığın içinde solup kayboluyor.

Tek bir görüntünün parıltısı başka bütün ışıkları sönükleştiriyor. Bir kadının bir anlık görüntüsünün, bir erkeğin hayatındaki bütün cam heykelleri nasıl erittiğini gösteren o ürpertici macerada olduğu gibi…
Nadjeda Skoblin, soylu bir ailenin çok güzel ve çok yetenekli kızıydı; müzik eğitimi alıp opera sanatçısı oldu. Ona “Kursk bülbülü” diyorlardı.

Galalar, partiler, ziyafetler, hediyeler içinde bir masal prensesi gibi yaşıyordu.
Daha yirmi yaşına bile gelmemişti o sıralarda.
Sonra Sovyet devrimi patladı.
Tam o yıllarda Nadjeda fakir bir bale öğretmeniyle evlendi.
Bütün debdebe, ipekli elbiseler, güzel arabalar, konforlu evler yok oluverdi. Rusya’da Sovyet kuvvetleriyle Çar’a bağlı “Beyazlar” arasında kanlı bir iç savaş sürüyordu.
Nasıl olduysa, Sovyetler’in istihbarat örgütü Çeka, Nadjeda’yı fark edip onu ajan yaptı.
Nadjeda, Beyazlara moral aşılamak için cepheden cepheye dolaşıp konserler veriyor, Çar’ın komutanlarını kendine hayran bırakıyor ve bütün erkekler gibi güzel bir kadının karşısında gevezeleşen komutanlardan bilgileri alıp bunları Çeka’ya satıyordu.

Bir zaman sonra, Beyazlar, “Kursk bülbülünün” gittiği her cephede ağır bir yenilgiye uğradıklarını fark ettiler, genç kadını izleyip, suçüstü yakaladılar. Ölüme mahkûm ettiler.

1920 yılının bir ilkbahar sabahı genç kadını idam mangasının önüne diktiler. Kadın gözlerinin bağlanmasını reddetti. Kendi ölümünü seyretmek istiyordu. İdam mangasının genç komutanı kadına baktı.
Sabahın ışıkları içinde o muhteşem güzelliği gördü.
Ve o anda, o kadını sevip onu istedi.
Onu her şeyden fazla istedi.
İstediği o kadınla ölüm arasında ise yalnızca havaya kalkmış olan kendi kılıcı vardı.
Kılıcını indirdiği anda kadını vuracaklardı.
O kısacık zaman parçasında bir Bizans freski gibi ruhuna bir daha silinmemek üzere kazınan o güzellik, tüfekler patlayınca ölecek ve asla geri dönmemek üzere gidecekti.
Genç subay o ışıklı ilkbahar sabahında, ölmek için bekleyen ve gözlerinin bağlanmasını reddeden o güzel kadına baktığında, hayatın bütün şekilleri, cam kuşlar gibi eridi, her şey biçim değiştirdi, bütün başka duygular kayboldu ve geride o sabahın ışığı gibi berrak ve keskin bir istek kaldı.
Adı Nikolay Skoblin olan genç subay kılıcını indirmedi ve askerlere kadını çözmelerini emretti.
Kendi ölümüne giden yola güzel bir kadın için attı ilk adımını.
Birlikte Türkiye’ye kaçtılar.
Sonra Paris’e gidip Sovyetler’de yeni bir isyan başlatmak için hazırlanan Beyazlara katıldılar.
Ve Çeka için çalışmaya başladılar. Hayatları maceralarla, olaylarla, heyecanlarla, ihanetlerle doluydu, ama sanırım hayatlarının en unutulmaz ânını o sabah vakti yaşadılar.

Bazen bir insanı isteyiveriyorsunuz.Ona dokunmayı, sesini duymayı özlüyorsunuz. Bazen bu, hayatınızdan çıkıp gittiğini ve bir daha hiç görmeyeceğinizi sandığınız biri oluyor, bazen de yalnızca bir kez gördüğünüz biri. Bazen içinde esrarengiz bir büyücünün dolaştığı bir rüya oluyor bu özlemi yaratan, bazen bir bakış, bazen bir ses. Ama, o yakıcı ölüm ânında, hayatın bütün biçimleri, Venedik atölyelerinin cam kuşları gibi eriyor, biçimden biçime akıyor, önemli olan her şey önemini yitiriyor, kalabalıkların konuştukları size anlamsız geliyor, sizin söylediğiniz kalabalıklar için bir mana ifade etmiyor, başkalarından kopuyor ve yalnızca size ait olan bir maceraya atılıyorsunuz.

Kimilerine göre iradesizliğinizden, kimilerine göre cesaretinizden, siz de cam ustaları gibi ince bir borudan kendi soluğunuzu üflüyorsunuz hayata, onun şekil değiştirmesine yardım ediyor, kendinizce biçimler veriyorsunuz.
Bazen erittiğiniz cam kuşlardan geriye erimiş camdan başka bir şey kalmıyor. Hiçbir zaman bir biçime bürünemeyen bir yakıcılık, sizi de hayatınızı da yakarak akıyor.
Kimi zaman ise başkalarının biblolarından çok daha güzelini kendiniz kendi soluğunuzla yapıyorsunuz.
Bazen ölümden kurtarıyorsunuz bir kadını, bazen hayattan.
Bazen onunla ölüyor, bazen de onunla bir hayat keşfediyorsunuz.
Nikolay Skoblin, casusların tarihine belki de bir hain olarak geçecek, belki zavallı bir şaşkın olarak.

Ama benim tarihim onu kendi kayıtlarına bir kahraman olarak yazdı.
Ve bana ve benimle birlikte birçok insana, bir bahar sabahı bir kadını ölümden kurtarırken ölüme giden yola adım atan o genç subaydan zor, ama cevaplanması gereken bir soru kaldı.
Ben, emrimi bekleyen ölüm mangası bana bakarken o kılıcı indirir miydim?
Yoksa “bırakın onu” mu derdim.
Siz kılıcınızı indirir miydiniz?
Size verdikleri camdan kuşları hayatınız boyunca aynı biçimde taşır mıydınız, yoksa belki de kızgın bir eriyikten başka hiçbir şey olmayacağını bile bile o cam kuşları eritir, hayata yeni bir biçim vermek için kendi soluğunuzu ona katar mıydınız?
Bir insanı çok istediğinizde ne yapardınız?
Kılıcınızı indirir miydiniz?

Ahmet Altan
Karanlıkta Sabah Kuşları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir