Çağımızın Nevrotik Kişiliği: Nevrozların Kültürel ve Ruhsal Anlamı – Dr. Karen Horney

Bugün “nevroz” terimini, bunun ne anlama geldiğine ilişkin her zaman net bir görüşe sahip olmasak da, oldukça sık olarak kul­lanıyoruz. Çoğu kez bu, ayıplamayı bilgiççe dile getirmenin bir yolu olmaktan öte bir şey değildir: Daha önce tembel, duyarlı, buyurgan ya da kuşkucu demekle yetinecek olan kişi, şimdi bu­nun yerine “nevrotik” demeye yatkındır. Yine de bu terimi kul­lanırken bir şey düşünürüz ve pek farkında olmadan, seçimi be­lirlemek için bazı ölçütler uygularız.

Her şeyden önce, nevrotik insanlar tepkilerinde sıradan bi­reylerden farklılık gösterir. Örneğin sıradan insanların arasında kalmayı yeğleyen, maaşındaki bir artışı kabul etmeyi reddeden ve kendisinden üstün olanlarla özdeşleşmeyi arzulamayan bir kızı, ya da haftada otuz dolar kazanan ama işine daha çok za­man ayırdığı takdirde daha fazlasını kazanabilecek olan ve bu­nun yerine yaşamdan elinden geldiğince zevk almayı ve zama­nının çoğunu kadınlarla arkadaşlık ederek ya da teknik hobilere kendini vererek harcamayı yeğleyen bir sanatçıyı nevrotik ola­rak değerlendirmeye yatkın olacağız. Bu tür insanları nevrotik olarak adlandırmamızın nedeni, çoğumuzun, dünyayı ve baş­kalarını geride bırakmayı, varolmak için gereken çok daha faz­lasını kazanmayı istemek anlamına gelen bir davranış biçimini ve sadece bu davranış biçimini tanımamızdır.

Bu örnekler, bir insanı nevrotik olarak adlandırmakta kul­landığımız ölçütlerden birisinin, söz konusu kişinin yaşayış bi­çiminin, günümüzde kabul edilen davranış biçimlerinden her­ hangi birisiyle çakışıp çakışmaması olduğunu gösterir. Reka­betçi itkileri olmayan ya da en azından görünürde rekabetçi ol­mayan söz konusu kız, Pueblo Kızılderilileri arasında yaşasay­dı, bütünüyle normal olarak değerlendirilecekti, ya da sanatçı, Güney İtalya’nın bir köyünde ya da Meksika’da yaşasaydı o da normal olarak adlandırılacaktı, çünkü bu çevrelerde birisinin anlık ihtiyaçlarını doyurmak için mutlak gerekli olanın ötesinde daha fazla para kazanmayı istemesi ya da daha çok çaba harca­ması düşünülemez. Daha gerilere gidecek olursak, Eski Yuna­nistan’da kendi ihtiyaçlarının gerektirdiğinden daha fazla çalış­mayı isteme tutumu açıkça genel ahlaka aykırı olarak değerlen­diriliyordu.

Dolayısıyla köken açısından tıbbi olmasına karşın nevrotik terimi kültürel anlamı katılmaksızın kullanılamaz. İnsan, kırık bir bacağı hastanın kültürel temelini bilmeksizin teşhis edebilir, ama bize, inandığı bazı olmayan şeyleri gördüğünü söyleyen Kızılderili bir oğlan çocuğunu buna dayanarak psikotik olarak adlandırırsa büyük bir riske girmiş olacaktır. Bu Kızılderililerin özgün kültürü içinde hayal görme ve olmayan şeyleri görüp duyma (halusinasyon) deneyimi özel bir yetenek, ruhlarla gelen bir mutluluk olarak değerlendirilir ve o insanlar buna sahip olan kişileri belli bir saygınlıkla donatma konusunda amaçlı olarak güdülendirilirler. Ölmüş olan büyükbabasıyla belirlenmiş bir zamanda konuşan bir insan bizim içimizde nevrotik ya da psikotik olacaktır, oysa ölülerle kurulan bu tür bir iletişim bazı Kızılderili kabilelerinde tanınan bir iştir. Ölmüş bir akrabasının adı anıldığı zaman ölesiye yaralandığına inanan bir insan, ger­çekten de nevrotik olarak değerlendirilir ama aynı kişi Jicarilla Apache kültüründe kesinlikle normal olacaktır. Aybaşı kana­ması geçiren bir kadının yaklaşmasından ölesiye korkan bir er­keği nevrotik olarak değerlendiririz, buna karşın birçok ilkel kabilede aybaşı kanamasıyla ilgili korku ortalama bir tutumdur.

Neyin normal olduğu kavramı kültürden kültüre değişiklik göstermekle kalmaz, zamanın akışı içinde aynı kültürde de farklılık gösterir. Örneğin bugün olgun ve bağımsız bir kadın, cinsel ilişkiler kurduğu için kendisini “saygıdeğer bir erkeğin sevgisine layık olmayan düşmüş bir kadın” olarak değerlendi­rirse, en azından toplumun birçok çevresinde, nevrotik oldu­ğundan kuşkulanılacaktır. Kırk yıl öncesine kadar bu suçluluk tutumu normal olarak değerlendiriliyordu. Normallik kavramı ayrıca toplumun değişik sınıflarında da farklılık gösterir. Örne­ğin derebeylik sınıfının üyeleri, bir erkeğin yalnızca av ya da savaş sırasında etkin, geri kalan zamanın tamamını tembellikle geçirmesini normal karşılarlar, oysa küçük buıjuva sınıfından bir insanın aynı tutumu sergilemesi kesinlikle anormal olarak değerlendirilir. Batı kültüründe olduğu gibi, erkeğin ve kadının farklı mizaçlara sahip olduğu düşünülen bir toplumda cins ayrı­lıkları var olduğu sürece, normallikteki değişme bu bağlamda da var olacaktır. Bir kadın için kırkına yaklaşırken yaşlanma korkusuna saplanması yine “normal”dir, buna karşın bir erkeğin yaşamın bu döneminde kaygıya kapılması nevrotik olacaktır.

Bir ölçüde her eğitim görmüş insan, normal diye değerlendi­rilen şeylerde değişmeler olduğunu bilir. Çinlilerin yemeği biz­den farklı yediklerini; şamanın, hastaları iyileştirmek için çağ­daş doktordan farklı yöntemler kullandığım biliyoruz. Ne var ki, sadece geleneklerde değil, ayrıca duygularda ve itkilerde de farklılıklar olduğu, antropologlar tarafından dolaylı ya da do­laysız olarak vurgulanmış olmasına karşın, genel olarak daha az anlaşılmıştır. Sapir’in de ortaya koyduğu gibi, normali her an yeniden keşfetmek, çağdaş antropolojinin övgüye değer başarı­larından birisidir.

Geçerli nedenlerden ötürü her kültür, kendi duygu ve itkile­rinin “insan doğasının” tek normal ifadesi olduğu inancına tutunur ve psikoloji de bu konuda bir istisna yaratmış değildir. Örneğin Freud, kendi gözlemlerinden yola çıkarak, kadının er­kekten daha kıskanç olduğu sonucunu çıkarmış ve bu olası ge­nel olguyu biyolojik temellerde açıklamaya çalışmıştır. Freud ayrıca bütün insanların cinayetle ilgili suçluluk duygulan yaşa­dıklarını varsayar gibidir. Ne var ki en büyük farklılıkların, öldürmeye yönelik tutumda yattığı tartışmasız bir gerçektir. Peter Freudchen’in de gösterdiği gibi, Eskimolar bir katilin cezalan­dırılması gerektiğine inanmazlar. Birçok ilkel kabilede, bir ya­bancının aile üyelerinden birisini öldürmesi sonucu açılan yara, öldürülen kişinin yerine bir şey sunularak kapatılabilir. Bazı kültürlerde oğlu öldürülen bir annenin acılan, katilin kadının oğlunun yerine geçmesiyle dindirilebilir.

Antropolojik bulgulardan daha çok yararlanarak, örneğin rekabetçiliğin, kardeş rekabetinin, sevecenlikle cinsellik arasın­daki akrabalığın insan doğasında kalıtsal eğilimler olduğu görü­şü gibi, insan doğasına ilişkin bazı teorilerimizin oldukça ilkel olduğunu kavramamız gerekir. Normallik teorimize, üyelerine davranışlar ve duygular konusunda belli standartlan kabul etti­ren belli bir grubun bu standartlan onaylaması yoluyla ulaşır. Ama standartlar kültüre, döneme, sınıfa ve cinsiyete bağlı ola­rak değişir.

Bu varsayımlar, psikoloji için ilk anda görünenden daha ge­niş kapsamlı sonuçlara sahiptir. İlk anda ortaya çıkan sonuç, ruhsal evrenselliğe ilişkin bir kuşku duygusudur. Bizim kültü­rümüze ilişkin bulgularla, öteki kültürlere ilişkin bulgular ara­sındaki benzerliğe dayanarak, her ikisinin de aynı güdülenmelerden kaynaklandığı sonucuna varmamız gerekir. Yeni bir psi­kolojik bulgunun insan doğasında kalıtsal olan evrensel bir eği­limi ortaya çıkardığını varsaymak, elbette artık geçerli değildir, bütün bunların sonucu, bazı sosyologların tekrar tekrar ortaya koydukları şeyi benimsemektir: Bütün insanlık için geçerli olan normal bir psikoloji diye bir şey yoktur.

Ne var ki yeni anlayış olasılıklarının açılması, bu sınırlan daha da genişletmiştir. Bu antropolojik varsayımların temel anlamı, içinde yaşadığımız ve kopmaz bir biçimde iç içe geçmiş olan bireysel ve kültürel koşulların, duygulan ve tutumlan şa­şırtıcı ölçüde yüksek bir derecede şekillendirdiğidir. Sonuç ola­rak bu, içinde yaşadığımız kültürel koşullan bildiğimiz takdir­de, normal duygulann ve tutumlann özgün yapısına ilişkin çok daha derin bir kavrayışa ulaşma şansına sahip olacağımız anla­mına gelir. Ve nevrozlar, normal davranış biçimlerindeki sap­malar olduğu ölçüde, bunlar için de daha iyi bir kavrayış olası­lığı söz konusudur.

Bu yolu tutmak kısmen, sonunda dünyaya nevrozlara ilişkin o güne dek akıl edilemeyen bir kavrayış sunmasına yol açan çizgi boyunca Freud’u izlemek anlamına gelir. Freud, teoride özgünlüklerimiz biyolojik olarak saptanmış itkilere bağlarken, bireyin yaşam koşullanna, özellikle ilk çocukluk yıllarındaki sevecenliğin şekillendirici etkisine ilişkin ayrıntılı bir bilgiye sahip olmaksızın bir nevrozu anlayamayacağımız görüşünü – teoride, ya da daha çok pratikte- ısrarla savunmuştur. Aynı ilkeyi belli bir kültürdeki normal ve nevrotik yapılar sorununa uygulamak, belli bir kültürün birey üzerinde yarattığı etkiye ilişkin ayrıntılı bir bilgi olmaksızın bu yapıları anlayamayacağı­mız anlamına gelir.

Geri kalanı için bu, Freud’un ötesinde belli bir adım atmak zorunda olduğumuz anlamına gelir, ne var ki bu, ancak Freud’un aydınlatıcı buluşları temelinde olası olan bir adımdır. Çünkü bir açıdan -ruhsal özgünlüklerin biyolojik kökeni üze­rindeki aşırı vurgulaması açısından- Freud, o çağın bilimsel yönelişine bağlı kalmıştır. Kültürümüzde yaygın olan içgüdüsel itkilerin ya da nesne ilişkilerinin biyolojik olarak belirlenen “insan doğası” olduğunu ya da değişmez durumlardan kaynak­landığını (biyolojik olarak belirlenen “örgensellik öncesi” ev­reler, Odipus kompleksi) savunmuştur.

Freud’un kültürel etkenleri göz ardı etmesi, yanlış genelleş­tirmelere yol açmakla kalmaz, tutumlarımızı ve eylemlerimizi güdülendiren gerçek etkenlerin anlaşılmasına giden yolu da bü­yük ölçüde tıkar. Psikanalizin, Freud tarafından açılan teorik yolları izlemesi konusunda gösterdiği bağlılık ölçüsünde, görü­nüşteki sınırsız potansiyeline karşın, anlaşılması zor teorilerde­ki artışta ve bulanık bir terminoloji kullanımında kendini dışavuran bir çıkmaza girmesinin temel nedeninin, işte bu kül­türel etkenlerin göz ardı edilmesi olduğuna inanıyorum.

Bir nevrozun, normalden sapma içerdiğini anlamış bulunu­yoruz. Yeterli olmamasına karşın bu ölçüt çok önemlidir. Kişi­ler bir nevroza yakalanmaksızın da genel yapıdan sapabilirler. Yukarıda anılan ve para kazanmaya gerekli olandan daha fazla zaman ayırmayı reddeden sanatçı, nevroza sahip olabilir ya da kısaca, rekabetçi mücadelenin akışına kapılmaya razı olmaya­cak  kadar akıllı da olabilir. Öte yandan, yüzeysel gözleme göre varolan yaşama biçimine ayak uyduran birçok insan ağır bir nevroza sahip olabilir. İşte bu tür durumlarda psikolojik ya da tıbbi görüş açısı zorunludur.

Bu bakış açısından bir nevrozun neler içerdiğini söylemenin kolay olması oldukça ilginçtir. Şu ya da bu ölçüde, tek başına açık tablo üzerinde çalıştığımız sürece, bütün nevrozlarda ortak olan tipik özellikler bulmak zordur. Belirtileri -fobiler, dep­resyonlar, işlevsel fiziksel rahatsızlıklar gibi- elbette bir ölçüt olarak kullanamayız, çünkü bunlar bulunmayabilir de. Şu ya da bu türden ketlemeler, daha sonra tartışacağımız nedenlerden ötürü her zaman bulunur, ancak bunlar yüzey gözleminden kaça­cak kadar gizli ya da kılık değiştirmiş olabilirler. Tek başına açık tablodan yola çıkarak, cinsel ilişkilerdeki rahatsızlıkları yargılayacak olursak, aynı zorluklar burada da yükselecektir. Bu rahatsızlıklar her zaman vardır ama bunları ayırdetmek çok zor olabilir. Yine de kişilik yapısına ilişkin yakın bir bilgi sahi­bi olmaksızın bütün nevrozlarda ayırtedilebilecek iki tipik özel­lik vardır: Tepkilerdeki belli bir katılık ve varolan yetenek ve becerilerle ulaşılan başarılar arasındaki bir tutarsızlık.

Her iki özelliğin de ayrıntılarla açıklanması gerekir. Tepki­lerdeki katılıkla, farklı ortamlarda, farklı tepkiler göstermemize olanak veren esneklikten yoksun olma durumunu anlatmak isti­yorum. Örneğin normal kişi, kuşkucu olmasını gerektirecek ne­denler sezer ya da görürse kuşkucu olacaktır; buna karşı nevrotik bir insan, ortamı dikkate almaksızın ve ister kendi konumunun farkında olsun, ister olmasın, her zaman kuşkucu ola­bilir. Normal bir kişi içtenlikle yapılan iltifatlarla içten olmayan bir yapıdaki iltifatlar arasında bir ayrım yapabilecek durumda­dır; oysa nevrotik kişi ikisi arasında bir ayrım yapmaz ya da bunları her durumda hepten göz ardı edebilir. Normal birey eğer haksız bir emrivakilik hissederse nispetçi olacaktır; bir nevrotik, bunun kendi yararına olduğunu bilse bile, her imaya nispetle tepki gösterebilir. Normal bir insan önemli ve karar ve­rilmesi zor bir durum karşısında zaman zaman kararsız olabilir; bir nevrotik her zaman kararsız olabilir.
Ne var ki katılık, ancak kültürel yapılardan saptığı zaman bir nevroz göstergesidir. Yeni ya da garip bir şeye yönelik katı bir kuşkuculuk, Batı toplumundaki köylülerin büyük bir bölümü arasında normal bir davranış biçimidir; ve küçük burjuvaların tasarruf üzerindeki katı vurgulamaları da normal katılığa bir ör­nektir.

Aynı şekilde, bir insanın yetenekleriyle yaşamdaki gerçek başarılan arasındaki tutarsızlığın nedeni de sadece dış etkenler olabilir. Ama yeteneklere ve bunlann gelişimi için varolan elve­rişli dış olanaklara karşın kişi kısır kalırsa; ya da mutluluk duymak için gerekli bütün olanaklara sahip olmasına karşın, sahip olduğu şeylerden zevk alamıyorsa; ya da çekici bir kadın olmasına karşın bir erkeği kendine çekemeyeceğine inanıyorsa, bu bir nevroz göstergesidir. Başka bir deyişle nevrotik birey, kendi yoluna dikildiği (kendini engellediği) duygusuna sahiptir.

Açık tabloyu bir yana bırakıp, nevroz yaratma konusunda etkili olan dinamik güçlere bir göz atarsak, bütün nevrozlarda ortak olan temel bir etken görürüz: Kaygılar ve bunlara karşı oluşturulan savunmalar. Bir nevrozun yapısı karmaşık olsa da, nevrotik süreci devreye sokan ve etkinliğini sürdüren motor gü­cü kaygıdır. Bu görüşün anlamı bunu izleyen bölümlerde açıklık kazanacak; bu nedenle burada örnekler vermekten kaçınaca­ğım. Ama temel bir ilke olarak sadece geçici bir süre için kabul edilse bile bu görüşün ayrıntılanyla açıklanması gerekir.

Görüleceği üzere, bu çok genel bir görüştür. Kaygılar ya da korkular -bir süre için bu iki terimi eşanlamlı olarak kullana­lım- evrenseldir, dolayısıyla bunlara karşı oluşturulan savun­malar da evrenseldir. Bu tepkiler insanlarla sınırlı değildir. Eğer bir hayvan tehlike karşısında korkuya kapılırsa ya karşı saldın ya geçer ya da kaçar. Ve biz de kesinlikle aynı korku durumuna ve savunmaya sahibiz. Eğer yıldırım çarpmasından korkuyor ve evimizin damına bir paratoner kuruyorsak, olası kazalann sonuçlanndan korkuyor ve bir sigorta politikası izliyorsak, korku ve savunma etkenleri benzer bir biçimde söz konusudur de­mektir. Bunlar çeşitli özgün biçimleriyle her kültürde bulunur ve nazar korkusuna karşı bir savunma olarak gözboncukları ta­kılmasında, ölen insanlara karşı duyulan korkuya karşı ayrıntılı törenlerin yapılmasında, aybaşı kanaması geçiren kadınlardan kaynaklanacak kötülük korkusuna karşı bir savunma olarak bu kadınlardan kaçınmaya ilişkin tabulardaki gibi, korkular ve bunlar karşısında oluşturulan savunmalar kurumlaştırılabilir.

Bu benzerlikler, mantıksal bir hata yapma konusunda bir kışkırtma sunmaktadır. Eğer bu korku ve savunma etkenleri nevrozlarda temel yapıya sahipse, neden korkuya karşı kurum­laştırılan savunmaları “kültürel” nevrozlann kanıtı olarak ad­landırmayalım? Bu yolla mantık yürütmedeki yanılgı, ortak bir öğeye sahip iki olgunun mutlaka özdeş olması gerekmediği gerçeğinde yatmaktadır. Bir insan bir kayayla aynı malzemeden yapıldı diye bir evi kaya olarak adlandırmayacaktır. Öyleyse korku ve savunmaların, bunları özellikle nevrotik yapan tipik özellikleri nelerdir? Nevrotik korkular hayat ürünü olamaz mı? Hayır, çünkü ölü insana duyulan korkuyu da hayal ürünü olarak değerlendirmeye yatkın olurduk; her iki durumda da kavrayış yokluğuna dayanan bir izlenime boyun eğerdik. Nevrotik bire­yin temelde neden korktuğunu bilmiyor olması söz konusu olamaz mı? Hayır, ilkel insan da ölüden niçin korktuğunu bil­mez. Aradaki farklılığın, farkında olma derecesiyle ya da ussal­lıkla hiçbir alıp veremeyeceği yoktur; bu farklılık aşağıdaki iki etkenden oluşur.

İlk olarak, her kültürdeki yaşam koşullan bazı korkular ya­ratır. Bu koşullar dış tehlikelerden (doğa, düşmanlar), toplum­sal ilişki biçimlerinden (baskı yüzünden düşmanlığın kamçı­lanması, güçlenen bağımlılık, engellemeler), kültürel gelenek­lerden (geleneksel cin peri korkusu, tabuların çiğnenmesi kor­kusu) kaynaklanabilir ve bunların da nasıl ortaya çıkmış olabi­leceği önemli değildir. Bir insan bu korkulara az ya da çok ma­ruz kalmış olabilir, ancak bir bütün olarak, bunların bir kültürde yaşayan her birey için söz konusu olduğunu ve hiç kimsenin bunlardan kaçamayacağmı varsaymak daha doğrudur. Ne var ki nevrotik insan, bir kültürdeki bütün bireyler için ortak olan korkuları paylaşmakla kalmaz, kendi bireysel yaşamındaki ko­şullar -ki bunlar da genel koşullarla iç içe geçmiştir- yüzün­den, kültürel yapıdan gelen korkulardan nitelik ya da nicelik açısından sapan korkulara da sahip olur.

İkincisi, belli bir kültürde varolan korkulardan kişi, genel olarak bazı koruyucu araçlar (tabular, törenler, gelenekler gibi) yoluyla kurtulur. Kural olarak bu savunmalar, korkularla, nevrotik kişinin farklı bir yoldan kurduğu savunmalarına katlanmak zorunda olmasına karşın normal insan, genel anlamda kendi yeteneklerini gerçekleştirme ve yaşamın kendisi içinsun­duğu şeylerden zevk alma yetisine sahiptir. Bunu olumsuzuyla dile getirirsek, normal insan, yaşadığı kültürde kaçınılmaz olandan daha fazla acı çekmez. Öte yandan nevrotik kişi değiş­mez bir biçimde, ortalama insandan daha çok acı çeker. O, savunmaları için mutlaka olağandışı bir bedel ödeme zorundadır; bu bedel, canlılıktaki ve dışa açılma yetisindeki bir zayıflama­dan ya da daha özel olarak, başarıya ve hazza yönelik yetilerin­deki, değindiğim tutarsızlıktan kaynaklanan bir zayıflamadan oluşur. Aslına bakılırsa nevrotik bir insan her zaman için acı çeken bir insandır. Bütün nevrozların yüzey gözleminden çıka­rılabilecek tipik özelliklerini tartışırken bu gerçeğe değinmeyişimin nedeni, bunun dışarıdan bakıldığında mutlaka gözlenebilmesi gerekmediğidir. Nevrotik bireyin kendisi bile acı çekti­ği gerçeğinin farkında olmayabilir.

Korkulardan ve savunmalardan söz ediyorum, ancak şu ana dek birçok okunun, bir nevrozun neler içerdiği gibi bu denli ba­sit bir sorunun bu kadar geniş olarak tartışılmasından ötürü sa­bırsızlanmasından korkuyorum. Kendimi savunmak için, ruhsal olayların her zaman karmaşık olduğuna, görünüşte yalın sorunların var olmasına karşın, hiçbir zaman basit bir yanıtın bu­lunmadığına, burada, işin başında karşı karşıya geldiğimiz zor durumun istisna olmadığına, ancak, ele aldığımız sorun ne olur­sa olsun, bu zorluğun da kitabın başından sonuna bize eşlik edeceğine dikkati çekebilirim. Bir nevrozun tanımlanmasındaki özel zorluk; ne tek başına psikolojik, ne de tek başına sosyolo­jik araçlarla doyurucu bir yanıt verilemeyeceği, ancak her ikisi­nin de aslında bizim yaptığımız gibi, ilk önce birisi, sonra öteki olmak üzere dönüşümlü olarak ele alınması gerçeğinde yat­maktadır. Bir nevrozu sadece nevrozun dinamik güçleri ve ruh­sal yapısı açısından ele alırsak, normal bir insanı teorize etme­miz gerekir: Böyle bir varlık yoktur. Ve kendi ülkemizin ya da bizimkine benzeyen bir kültüre sahip ülkelerin sınırını aştığımız an, daha büyük zorluklarla karşılaşırız. Ve eğer bir nevrozu sa­dece sosyolojik bakış açısından belli bir toplumdaki ortak dav­ranış biçimlerinden sapma olarak değerlendirirsek, bir nevrozun psikolojik özelliklerine ilişkin bildiğimiz her şeyi göz ardı etmiş oluruz ve hiçbir okulun ya da ülkenin ruh hekimi, bir nevroz olarak adlandırmayı alıştığı sonuçlan kavrayamaz. Bu iki yak­laşım arasındaki uzlaşma, bir nevrozun hem açık tablosundaki hem de ruhsal süreçlerin dinamik güçlerindeki sapmayı ele alan, ancak bu sapmalardan hiç birisini temel ya da belirleyici olarak değerlendirmeyen bir gözlem yönteminde yatmaktadır. Bu iki yaklaşımın birleştirilmesi gereklidir. Genel anlamda bu, korkularla bunlara karşı oluşturulan savunmaların bir nevrozun dinamik merkezlerinden birisini oluşturduğunu ama ancak aynı kültür içinde şekillenen korkulardan ve savunmalardan nitelik ya da nicelik olarak saptığı zaman bir nevroz içerdiğini söyler­ken geçtiğimiz yoldur.

Aynı doğrultuda bir adım daha ileri gitmek zorundayız. Nevrozun bir başka temel özelliği daha vardır: Nevrotik bire­yin, varlığının ya da en azından kesin içeriğinin farkında olma­dığı ve otomatik olarak belli uzlaşmacı çözümler bulmaya ça­lıştığı eğilimlerin varlığı. Freud’un nevrozlarm vazgeçilmez bir bileşeni olarak vurguladığı şey, çeşitli biçimleriyle işte bu son tipik özelliktir. Nevrotik çatışmaları bir kültürde varolan genel çatışmalardan ayıran şey, ne bunların içeriği, ne de temelde bilinçsiz oluşlarıdır -her iki açıdan da bunlarla sıradan kültürel çatışmalar özdeş olabilir- ikisini birbirinden ayıran şey, nevrotik insandaki çatışmaların daha keskin ve daha ağır olma­sıdır. Nevrotik birey uzlaşmalı çözümler -nevrotik olarak sınıflandırılması yersiz değildir- arayıp bulur ve bu çözümler ortalama bireyinkilerden daha az doyurucudur ve kişiliğin ta­mamında büyük bir bedele mal olurlar.

Bütün bu varsayımları gözden geçirirsek, bir nevroz için he­nüz kesin bir tanım verebilecek bir durumda olmadığımızı, an­cak tanım niteliğinde bir açıklamaya ulaşabileceğimizi görürüz: Nevroz, korkular ve bunlara karşı kurulan savunmalar ve çatı­şan eğilimler için uzlaşmalı çözümler bulmaya yönelik girişim­ler tarafından yaratılan ruhsal bir rahatsızlıktır. Pratik neden­lerle bu rahatsızlığı ancak belli bir kültürdeki ortak yapıdan saptığı zaman nevroz olarak adlandırmak yerinde olur.

Karen Horney
Çağımızın Nevrotik Kişiliği

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz