Bilginin Arkeolojisi: Özgün Olan ve Düzenlenmiş Olan – Michel Foucault

151

Genel olarak düşüncelerin tarihi söylemlerin alanım iki değerli bir alan olarak inceler; orada tekrar edilen her eleman eski ya da yeni, benzersiz ya da tekrarlanmış, geleneksel ya da orijinal, ortalama ya da yoldan çıkarıcı bir tipe uygun olarak belirginleştirilebilir. O halde iki tür dile getirme kategorisi birbirinden ayırt edilebilir; değerli ve nisbeten az sayıda olan, ilk kez ortaya çıkmış bulunan, kendilerine benzer öncüllere sahip bulunmayan, muhtemelen başkalarına modellik edecek olan, ve bu ölçüde kendilerine yaratılmışlar görüntüsü vermeyi hak eden kategoriler; ve kendilerinden sorumlu olmayan ve, daha önce söylenmiş olan şeyden, bazen onu olduğu gibi tekrar etmek için, türeyen kategoriler.

Bu iki gruptan her birine düşüncelerin tarihi bir statü verir; ve o onları aynı çözümlemeye tâbi tutmaz; birincisini betimlerken, o icadların, değişimlerin, başkalaşımların tarihini anlatır, doğrunun yanlıştan nasıl kurtulduğunu, bilincin birbirini izleyen uykularından nasıl uyandığım, yeni biçimlerin şimdi bize ait olan görünümü sırasıyla bize vermek için nasıl direndiklerini, tarihçiye bu birbirinden ayrı noktalardan, bu birbirini izleyen kopmalardan hareketle bir evrimin sürekli çizgisini keşfetmeyi gösterir. Öteki grup tam tersine tarihi durgunluk ve ağırlık olarak, geçmişin ağır birikimi ve söylenmiş şeylerin sessiz çökeltisi olarak gösterir; ifadelerin orada toplu olarak ve ortak oldukları şeye göre incelenmesi gerekir; onların olaysal ti-kellikleri nötrleştirilebilir; müelliflerinin kimliği, ortaya çıkış anları ve yerleri de önemlerini kaybeder; buna karşılık, değerlendirilmesi gereken onların uzamlarıdır: tekrar edildikleri yere ve zamana kadar ifadeler hangi kanallarla yayılırlar, hangi grupların içinde dolanırlar; insanların düşüncesi için hangi genel ufku belirtirler, hangi sınırları insan düşüncesine empoze ederler; ve, bir dönemi belirginleştirirken, nasıl onu başka dönemlerden ayırdetmek olanağını verirler: demek ki bir global biçimler serisi betimlenir. Birinci durumda, düşüncelerin tarihi bir düşünce olayları ardışıklığını betimler; ikincisinde, aralıksız etki örtüleri bulunur; birincisinde, doğruların ya da biçimlerin doğuşu yeniden geçekleşir; ikincisinde, unutulmuş dayanışmalar yeniden kurulur, ve söylemler yeniden göreliliklerine geri döndürülürler.

Düşüncelerin tarihinin bu iki durum arasında ilişkiler kurmayı sürdürdüğü doğrudur; iki çözümlemeden birisi düşüncelerin tarihinde kesinlikle saf halde bulunmaz: o eski ile yeni arasındaki çatışmaları, kazanılmış olanın sürekliliğini, henüz söylenmemiş olan şey üzerine uyguladığı baskıyı, yeni olanın hiçbir şekilde kendileri tarafından gizlendiği örtüleri, bazen yeninin kendisine tahsis etmeyi başardığı unutmayı betimler; fakat, kapalı bir biçimde ve uzaktan, gelecek söylemleri hazırlayan kolaylıkları da betimler; o keşiflerin ortaya çıkardığı sonucu, onların dağılımının hızını ve alanını, ağır işleyen yer değiştirme süreçlerini ya da bilinen dili altüst eden anî sarsıntıları betimler; kazanılmış olanın daha önce yapısallaşmış alanının içine yeninin eklenmesini, orijinal olanın geleneksel olanın içine sürekli düşüşünü, yahut da daha önce söylenmiş olanın yeniden ortaya çıkışlarını, ve ilk olanın yeniden gün yüzüne çıkışını betimler. Fakat bu çaprazlaşma onun hep eskinin ve yeninin iki kutuplu bir çözümlemesini sürdürmesine engel olmaz. Tarihin deneysel unsurunun içinde, ve bu anların her birinde, başlangıçla ilgili problematiği yeniden irdeleyen çözümleme: her eserde, her kitapta, en küçük metinde, o halde, problem kopma noktasını bulmak, daha önce orada olanın zımnî kalınlığı, elde edilen kanaate belki irade-dışı olan bağlılık, söylemsel zorunluluklar yasası ile yaradılışın canlılığı, üstesinden gelinemez ayrımın içine düşüş arasındaki payı, mümkün olan en açıklıkla, ortaya koymaktır. İlk başlangıçlar hakkındaki bu betimleme, kendi kendine yürüyor gibi göründüğü halde, çok zor iki yöntemsel sorunu ortaya koymaktadır: benzerlik sorunu ve ilerleme sorunu. Gerçekte bu betimleme her dile getirmenin tekdüze kronolojik işaret noktalarına göre tarihlenebileceği benzersiz büyük bir seri çeşidini ortaya koyabileceğimizi varsayıyor. Fakat ona biraz daha yakından bakacak olursak, bu, ünlü değişimler hakkındaki yasasıyla Grimm’in (onun adını anmış, onu kullanmış, ona uygulamalar vermiş, ve onda düzeltmelerde bulunmuş olan) Bopp’dan önce geldiği; Coeurdoux ve Anquetil-Duperron’un (grekçe ile sanskritçe arasında benzerlikler bulmak suretiyle) Hind-Avrupa dillerini tanımlamaya çalıştıkları ve karşılaştırmalı dilbilgisinin kurucularının önüne geçtikleri aynı biçimde ve aynı zamansal çizgi üzerinde midir? Saussure’un Pierce ve onun semiyotiğinden, Arnauld ve işaret hakkındaki klâsik çözümlemesi ile Lancelot’dan, stoalılar ve anlam teorisinden «önce gelmiş» bulunduğu aynı serinin içinde ve aynı öncelik biçimine göre midir? Devinim indirgenemez ve ilk olan bir veri değildir; o her söylemi değerlendirmek ve tekrarlanabilenin orijinalini ayırdetmek olanağını verecek olan mutlak ölçü rolünü oynayamaz. Öncellerin tespiti, kendi başına, söylemsel bir düzeni belirlemek için ona yetmez: tam tersine bu tespit çözümlendiği söyleme, seçildiği düzeye, yerleştirildiği basamağa bağlanır. Bütün bir program boyunca söylemi sergilemek suretiyle ve onun elemanlarından her birine bir tarih vermek suretiyle, devinimlerin ve ilk başlangıçların kesin hiyerarşisi elde edilmez; bu hiyerarşi, asla, değerlendirmek girişiminde bulunduğu söylemler sistemine bağlı değildir.

Birbirini izleyen iki ya da daha çok dile getirme arasındaki benzerliğe gelince, o kendi sırasında bütün bir problemler serisini ortaya kor. «Daha önce söylenmiş olan şey»; «böyle bir metinde önceden aynı şey bulunur»; «bu önerme önceden öteki önermeye çok yakındır»; vs.: bunlar hangi anlamda ve hangi ölçütlere göre doğrulanabilir? Söylemin düzeninde, kısmî ya da bütün, aynılık nedir? İki ifadenin tam olarak aynı olması, onların aynı anlamda kullanılmış aynı sözcüklerden yapılmış olması, biliyoruz ki, onları mutlak anlamda aynılaştırmaya izin vermez. Diderot ve Lamarck’da, ya da Benoît de Maillet ve Darvvin’de evrim ilkesinin aynı dile getirilişini bulduğumuz zaman bile, hepsinde, zaman içinde bir tekrarlar serisine boyun eğmiş olacak olan, bir ve aynı söylemsel olayın söz konusu olduğunu sadece düşünebiliriz. Tamam, aynılık bir ölçüt değildir; o kısmî olduğu zaman, sözcükler her defasında aynı anlamda kullanılmadıkları zaman, ya da aynı bir belirleyici öz farklı söz-
(6) M. Canguiîhem’in, Willis’den Prochaska’ya, düşünmenin tanımına olanak veren önermeler dizisini gösterdiği bu biçimdir.

cüklerde şöyle böyle kavrandığı zaman haydi haydi ölçüt değildir: bunun, Buffon’un, Jussieu’nun ve Cuvier’nin bu kadar farklı söylemleri ve vokabülerleri arasında ortaya çıkan aynı ör-genci tema olduğu hangi ölçüde doğrulanabilir? Ve buna karşılık, aynı örgütlenme sözcüğünün Daubenton, Blumenbach ve Geoffroy Saint-Hilaire’de aynı anlama geldiği hangi ölçüde söylenebilir? Genellikle, bu, Cuvier ile Darwin arasında, ve bu aynı Cuvier ile Linne (ya da Aristo) arasında işaret edilen aynı benzerlik tipi midir? Dile getirmeler arasındaki doğrudan doğruya bilinebilen, kendinde benzerlik değildir: onların benzerliği, benzerliğin gösterildiği söylemsel alanın bir etkisidir.

Başlıkları incelenen metinlerden, onlar asıllarının yokluğuna göre değerlendirilen bu önemli parçalara sahip olsalar da, hemen, orijinallik beklemek o halde uygun değildir. Sorunun çok mükemmel tanımlanmış seriler içinde, sınırları ve alanı gösterilmiş olan bütünlerin içinde, yeterince tekdüze olan söylemsel alanları sınırlayan işaretler arasında ancak anlamı olabilir6. Fakat daha önce söylenmiş olanm büyük birikintisi içinde «önceden» bir sonraki metne benzeyen metni aramak, tarihin derinliklerinde öncelemeler ya da yankılanmalar oyununu yeniden bulmaya çalışmak, ilk tohumlara kadar çıkmak ya da son izlere kadar inmek, bir eser konusunda, onun geleneklere bağlılığını ya da ortadan kaldırılamaz olan bireysellik payını, sırasıyla, ortaya koymak, orijinallik payını yukarı çıkarmak ya da aşağı indirmek, Port-Royal dilbilimcilerinin hiçten hiçbir şey icat etmediklerini, ya da Cuvier’nin sanıldığından daha fazla seleflerinin bulunduğunu göstermek, bunlar kısa kilotlu tarihçilerin sempatik, fakat gecikmiş eğlenceleridir.

Arkeolojik betimleme, birbirini izleme olgularının, ilkel ve naiv bir biçimde, yani değer sözcükleriyle ortaya konmak istemedikleri takdirde, kendilerine bağlanmak zorunda oldukları bu söylemsel uygulamalara başvurur. Arkeolojik betimlemenin bulunduğu düzeyde, orijinallik-bayağılık zıdlığı, o halde, akla yatkın değildir: bir ilk dile getirme ile, yıllar, asırlar soma, onu az ya da çok doğru olarak tekrar eden cümle arasında, o hiçbir değer hiyerarşisini gerçekleştirmez; köklü bir ayrımı ortaya koymaz. Arkeolojik betimleme sadece ifadelerin düzenim gerçekleştirmeye çalışır. Düzenlilik, burada, sahip olunan görüşün ya da en çok alışılmış metinlerin sayfa kenarlarında, sapkın (anormal, kâhince, çok eski, dâhice ya da patolojik) ifadeyi be-lirginleştirecek olan düzensizliğin karşısında yer almaz; ne olursa olsun (olağanüstü, ya da bayağı, kendi türünde eşsiz ya da binlerce defa tekrarlanmış) her sözsel edim için, o, varoluşunu sağlayan ve tanımlayan ifade fonksiyonunun kendilerinde işlev gördüğü koşulların tümünü gösterir. Böyle anlaşıldığı takdirde düzen bir istatistik grafiğin sınırları arasında belirli bir merkezî durumu belirginleştirmez -demek ki düzen olağanlık ya da olasılık belirtisi olarak değerlendirilemez; o gerçek bir ortaya çıkış alanını özellikle belirtir-. Her ifade belirli bir düzenin taşıyıcısıdır ve düzenden ayrı halde bulunamaz. Demek ki bir ifadenin düzeninin (daha az beklenen, daha çok tikel, daha çok yenilikle dolu olacak olan) bir başka ifadenin düzensizliğinin karşısına konulmaması, fakat başka ifadeleri belirginleştirecek olan başka düzenlerin karşısına konulması gerekir.

Arkeoloji icatların araştırılmasına ait değildir; ve o, ilk kez olarak, birinin belirli bir doğrudan emin olduğu (heyecan verici, bunu çok istiyorum) şu ana karşı duyarsız kalır; o bu coşkulu doğuşların aydınlığını yeniden oluşturmaya çalışmaz. Fakat bu, düşüncenin ortalama fenomenlerine ve herkesin, belirli bir çağda, tekrar edebildiği şeyin tekdüzeliğine başvurmak için değildir. Arkeolojinin Linne’nin ya da Buffon’un, Pettıy’nin ya da Ricardo’nun, Pinel’in ya da Bichat’m metinlerinde aradığı şey aziz kurucuların listesinin ortaya konulması değil; bir söylemsel uygulama düzeninin gün yüzüne çıkarılmasıdır. En son haleflerinin, ya da en ilk seleflerinin tümünde, aynı şekilde, esere ait olan uygulama; ve onların kendi eserlerinde en orijinal (ve hiç kimsenin onlardan önce kendilerini düşünmediği) doğrulamaları değil yalnız, seleflerinde bile yeniden ele almış, yeniden kopyalamış oldukları doğrulamaları da açıklayan uygulama. Bir bulgu, ifade açısından, onu tekrar eden ve yaygınlaştıran metinden daha az düzenli değildir; düzenlilik, bir sıradanlığın içinde alışılmamış bir kuruluşun içinde olduğundan daha az işe yarar, daha az etkin ve aktif değildir. Böyle bir betimlemede, (yeni bir şeyi gösteren, yepyeni bir bilgiyi ortaya çıkaran ve hemen hemen «aktif» olan) yaratıcı ifadeler ile (bilgiyi alan ve tekrar eden, neredeyse «pasif» kalan) taklitsel ifadeler arasında bir mâhiyet farkı kabul edilemez. İfadelerin alanı verimli anlar tarafından kuvvetle belirtilmiş bir devinimsiz alanlar bütünü değil; baştan başa aktif olan bir alandır.

İfade düzenleri hakkındaki bu çözümleme belki bir gün daha dikkatle incelenmesi gerekecek olan birkaç yönde kendini gösterir.
1. Belirli bir düzenlilik biçimi, o halde, yeni olacak olan şeyle yeni olmayacak olan şey arasında ne bir ayrım yapma zorunluluğu ne de olanağı bulunmaksızın, bir ifadeler bütününü belirginleştirir. Fakat bu düzenler -daha soma onlara yeniden dönülecek- her şey için bir kez verilmiş değildir; Tournefort ve Darvin’de, ya da Lancelot ve Saussure’de, Pettıy’de ve Kaynes’de eser olarak bulduğumuz aynı düzen değildir. Demek ki ifade düzenleriyle ilgili tekdüze alanlar vardır (onlar söylemsel bir oluşumu belirginleştirirler) fakat bu alanlar kendi aralarında farklıdırlar, oysa yeni bir ifade düzenleri alanına geçişin bütün başka söylem düzeylerine uyan değişmelerle birlikte bulunması zorunlu değildir. Dilbilgisi (söz dağarcığı, sözdizimi, ve dilin genel bir biçimi) bakımından birbirinin aynı olan; mantık bakımından (önermenin yapısı, ya da bu yapının içinde yer aldığı dedüktif sistem açısından) yine birbirinin aynı olan; fakat ifadesel olarak birbirinden farklı olan sözsel edimler bulunabilir. Böylece fiyatlarla dolaşım halindeki parasal miktar arasındaki niceliksel ilişkinin dile getirilişi aynı sözcüklerle -ya da eşanlamlı sözcüklerle- gerçekleştirilebilir ve aynı akıl yürütmeyle elde edilebilir; bu dile getirme Gresham’da ya da Locke’da ve xıx. yüzyılın marjinalistlerinde ifadesel olarak aynı değildir; o her yerde nesnelerin ve kavramların aynı oluşum sistemine bağlı değildir. Demek ki dilbilimsel benzeşim (ya da çevirilebi-lirlik), mantıksal aynılık (ya da eşdeğerlik), ve ifadesel türdeşlik arasında ayrım yapmak gerekmektedir. Arkeolojinin sorumluluğunu yüklendiği, sadece ve sadece, bu türdeşliklerdir. Demek ki arkeoloji dilbilimsel açıdan birbirinin benzeri ya da mantıksal bakımdan birbirinin eşdeğeri olarak kalan sözsel dile getirmeler arasında yeni bir söylemsel uygulama ortaya koyamaz (eski atıf-cümle ve bağ-fiil teorisini, bazen kelime kelime, yeniden ele almak suretiyle, Port-Royal dilbilimcileri, özelliğini arkeolojinin betimlemek zorunda olduğu bir ifade düzenini böylece ortaya koydular). Buna karşılık, eğer o şurda ya da burda, ve bu benzeşmezliğe rağmen, belirli bir ifade düzenini kabul edecek durumdaysa, vokabüler farklılıklarını görmezlikten gelebilir, anlambilimsel alanlar ya da farklı dedüktif düzenlemeler üzerinde durmayabilir (bu açıdan, xvııı. yüzyılda karşılaştığımız gibi, eylem dilinin teorisi, dillerin kaynağı üzerine araştırma, ilk kaynakların ortaya çıkarılışı Lancelot tarafından yapılmış «mantıksal» çözümlemelere göre «yeni» değildir).

Böylece belirli bir sayıda kopmanın ve eklemlemenin ortaya çıktığı görünmektedir. Bir buluşun, genel bir ilkenin dile getirilişinin, ya da bir projenin tanımının, söylemin tarihi içinde yeni bir cümleyi, hem de yoğun bir biçimde, ilk kez uyguladığı artık söylenemez. Kendisinden hareketle her şeyin örgütlendiği, mümkün ve zorunlu bulunduğu, yeniden başlamak için yürürlükten kalktığı bu mutlak başlangıç ya da tam anlamıyla değişme noktasının artık araştırılması zorunluluğu yoktur. Bizim işimiz, ayrı tarihsel yapıların içinde kabul edilmiş, farklı tipten ve düzeyden olaylar iledir; gerçekleştirilen ifadesel bir türdeşlik, hiçbir şekilde, bundan böyle ve on yıllar ya da yüz yıllar boyunca, insanların aynı şeyi söyleyecekleri ve düşünecekleri anlamına gelmez; o, geri kalan her şeyin, sonuç olarak, kendisinden doğacağı belirli bir ilkeler sayısının, açık ya da kapalı, tanımım da içermez. İfadesel türdeşlikler (ve benzeşmezlikler) dilbilimsel süreklilikler (ve süreksizliklerde, mantıksal aynılıklar (ve farklılıklarda, birbirleriyle atbaşı yürümeksizin ya da birbirlerini zorunlu olarak gerektirmeksizin, birbirleriyle kesişirler. Bununla birlikte onlar arasında, çok karmaşık olduğunda hiç kuşku bulunmayan alanın dökümünün kendileriyle yapılması gerekecek olan belirli bir sayıdaki ilişkilerin ve karşılıklı bağların varolması gerekir.

2. Bir başka araştırma yönü: ifade düzenlerinin içindeki hiyerarşiler. Her ifadenin belirli bir düzene bağlı olduğu -sonuç olarak hiçin saf ve basit yaratma, ya da dehânın şaşılacak derecedeki düzensizliği olarak düşünülemediği- görüldü. Fakat hiçbir ifadenin etkisiz olarak düşünülemediği, ve bir başlangıç ifadesinin henüz gerçekleşmiş gölgesi ya da kopyası olarak değerlendirilemediği de görüldü. Her ifade alanı hem düzenlidir hem de uyanık haldedir: o uykusuzdur; en küçük ifade – en ölçülü ya da en bayağı-, konusunun, kipliğinin, kullandığı kavramların ve bağlı bulunduğu stratejinin kendilerine göre oluştukları kuralların her oyununu kullanır. Bu kurallar bir dile getirmenin içinde asla verilmezler, dile getirmelerin içine nüfuz ederler ve onlarla bir birlikte varoluş alanını oluştururlar; demek ki dile getirmeleri kendilerine göre eklemleyecek olan kuralların tekil bir ifadesi bulunamaz. Bununla birlikte bazı ifade grupları bu kuralları uygulanabilir en genel ve en geniş biçimleri altında kullanırlar; onlardan başlayarak, başka nesnelerin, başka kavramların, başka ifade kiplerinin ya da başka stratejik seçimlerin, daha az genel ve uygulama alanı daha özelleşmiş olan kurallardan yola çıkarak nasıl oluşturulabildikleri görülebilir. Böylece bir ifade türetme ağacı betimlenebilir: temelinde, en geniş uzamları içinde oluşum kurallarını kullanan ifadeler; en yüksek düzeyde, ve belirli bir sayıda dallara ayrılmadan soma, aynı düzeni kullanan, fakat çok akıllıca eklemlenmiş, daha iyi sınırlanmış ve kendi boyutu içinde yer almış ifadeler.
Arkeoloji böylece bir söylem türetme ağacı oluşturabilir -ve bu onun önemli temalarından biridir-. Doğa Tarihinin söylemi örneğin. O, kök bakımından, yön verici ifadeler sıfatıyla, gözlemlenebilir yapıların ve mümkün nesneler alanının tanımını ilgilendiren ifadelere, kendilerinden yararlanabildiği betimleme biçimlerini ve algısal kuralları gerektiren ifadelere, belirginleştirmenin en genel olanaklarını gösteren ve böylelikle kurulacak bütün bir kavramlar alanmı açan ifadelere, nihayet stratejik bir seçimi tam olarak oluşturmak suretiyle somaki tercihlere çok daha fazla yer bırakan ifadelere yer verecektir. Ve o, dalların ucunda, ya da en azından büsbütün ince bir yolda, (fosil serilerinin keşfedilmesi gibi) «keşifler»i, (türün yeni tanımı gibi) kavramsal dönüşümleri, (memeliler kavramı ya da organizm kavramı gibi) yepyeni kavramların su yüzüne çıkışlarını, teknikler (toplulukların temel düzenleyicileri, sınıflama ve katalog yöntemi) hakkındaki açıklamaları yeniden bulacaktır. Yön verici ifadelere bağlı olan bu türetme aksiyomlardan hareketle gerçekleşecek olan bir dedüksiyonla karıştırılmamalı; onun, anlamları deneylerin veya apaçık kavramlaştırmaların içinde yavaş yavaş kendini gösterecek olan genel bir fikrin ya da felsefî bir özün filizlenmesine de benzetilmemeli; nihayet onun, yavaş yavaş sonuçlarını geliştirecek ve olanaklarını açacak olan bir buluştan hareketle psikolojik bir doğuş olarak alınmamalıdır. Söz konusu türetme bütün bu yollardan farklıdır, ve onun kendi özerkliği içinde betimlenmesi gerekir. Onun kanıtlanması gerekmeyen aksiyomlarıyla ya da temel temalarıyla (doğanın sürekliliği örneğin) başlamaksızın, ve ilk buluşları veya ilk yaklaşımları (Linne’ninkilerden önce Tournefort’un yaklaşımları, Tourne-fort’unkilerden önce Jonston’un yaklaşımları) hareket noktası ve yönetici ip olarak almaksızın, Doğa Tarihinin arkeolojik türetmeleri böyle betimlenebilir. Arkeolojik düzen ne sistemleştirmelerin düzeni, ne de kronolojik ard arda gelişlerin düzenidir.

Bununla birlikte bütün bir mümkün sorular alanının açıldığı görülüyor. Çünkü bütün bu farklı düzenlerin kendine özgü olması ve her birinin kendi özerkliğine sahip olması boşunadır, onlar arasında ilişkilerin ve bağımlılıkların varolması gerekir. Bazı söylemsel oluşumlar için, arkeolojik düzen belki sistematik düzenden çok farklı değildir, başka durumlarda olduğu gibi belki o kronolojik ard arda gelişlerin ipini izler. Bu paralelizmler (aksine başka yerlerde bulduğumuz uyumsuzluklar) çözümlenmeye değer. Bu farklı düzenlemeleri birbirine karıştırmamak, her şeyin kendisinden çıkarsanabildiği ve türetilebildiği ilkeyi başlangıçtaki bir «buluş»ta ya da bir dile getirmenin orijinalliğinde aramamak; zamanın düzenini yeniden meydana getirmeyi veya dedüktif bir şemayı gün yüzüne çıkarmayı arkeolojik türetmeden beklememek, her halde, önemlidir.

Artık hiçbir şey kapsayıcı bir dönemleştirme girişimini söylemsel oluşumların çözümlenmesinde görmekten daha yanlış olmayacaktı: belirli bir andan itibaren ve belirli bir zaman için, herkes aynı biçimde düşünecek, yüzeysel farklılıklara rağmen, çok şekilli bir vokabüler arasında, aynı şeyi söyleyecek, ve bütün anlamların içinde ayrım gözetmeden baştan başa dolaşabileceğimiz bir büyük söylem çeşidini meydana getirecekti. Arkeoloji, tam tersine, kendine özgü zamansal kopukluğa sahip olan, ve dilde gösterebildiğimiz bütün başka aynılık ve farklılık biçimlerini kendisiyle birlikte taşımayan bir ifadesel türdeşlik düzeyini betimler; ve bu düzeyde, o yoğun, biçimsiz ve her şey için bir kez global olarak verilmiş bir eşzamanlılığı dışarıda tutan bir düzeni, ard arda gelişleri, büsbütün ince bir yolu ortaya kor. «Çağlar» adı verilen o kadar karışık olan bu birliklerin içinde, o, iyice belirmişlikleriyle, birbirine eklemlenen, ama kavramların zamanı, teorik dönemler, biçimlenme evreleri, ve dilbilimsel evrimin aşamaları konusunda birbirleriyle karışmayan «ifade dönemleri»ni ortaya çıkarıverir.

Michel Foucault
Bilginin Arkeolojisi 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz