Şimdi önceki çözümlemelerdeki dağınık bilgilerden belirli bir kısmını yeniden ele almak, bu çözümlemelerin sormaktan geri kalmadıkları bazı sorulara yanıt vermek ve, her şeyden önce, kendini göstermek tehdidinde bulunan itirazı dikkate almak gerekir, çünkü girişimin paradoksu hemen kendini ortaya koymaktadır.
Oyunun başında, söylemin belirsiz, monoton, zengin alanının geleneksel olarak kendilerine göre vurgulandığı bu kuruluş öncesi birlikleri söz konusu etmiştim. Bu birliklerin bütün değerine itiraz etmek ya da onların kullanımını yasaklamayı istemek asla söz konusu değildi; fakat eksiksiz bir biçimde tanımlanmış olmak için, teorik bir özümlemeyi ısrarla istediklerini göstermek söz konusuydu. Bununla birlikte -bütün önceki çözümlemelerin çok problematik göründüğü yer işte burasıdır- gerçekten belki biraz belirsiz olan bu birliklere daha az görülebilir, daha soyut ve hiç kuşku yok ki daha problematik olan bir başka birlikler kategorisini eklemek gerekli miydi? Onların tarihsel sınırlarının ve örgütlenmelerinin özelliğinin algılanmaya oldukça elverişli oldukları durumda bile (Genel Dilbilgisi ya da Doğa Tarihi tanık), bu söylemsel oluşumlar kitaptan ya da eserden çok daha zor tespit problemlerini ortaya koyuyorlar. O halde en açık görünen şeylerin problem edildiği sırada bile o kadar belirsiz grupları oluşturmak niye? Hangi yeni alanı keşfetmeyi umuyoruz? O zamana dek karanlık ya da kapalı kalmış ilişkiler hangileridir? Tarihçilerin ufkunun da dışında kalmış dönüşümler hangileridir? Kısacası hangi betimsel etkinlik bu yeni çözümlemelerle uyuşturulabilir? Bütün bu sorulara çok uzak cevaplar vermeyi deneyeceğim. Fakat şu andan itibaren, bu somaki çözümlemelere göre ilk, öncekilere göre ise son olan bir soruya cevap vermek gerekiyor: tanımlamaya çalıştığım bu söylemsel oluşumlar konusunda, gerçekten, birliklerden söz etmeye hakkımız var mıdır? İleri sürdüğümüz parça acaba birlikleri belirlemeye yetili midir? Ve böyle ortaya konulmuş ya da kurulmuş olan birliğin doğası nedir?
Bir tespitle yola çıkmıştık: klinik tıbbın veya siyaset ekonomisinin ya da doğa tarihinin söylemi gibi bir söylemin birliği ile elemanların bir dağılımı kasdedilmiştir. Oysa bu dağılımın kendisi -eksiklikleri, çatlakları, karışıklıkları, üstüste yığılmışlıkları, bağdaşmazlıkları, yer değiştirmeleri ve bir başkasının yerine gerçirilmeleri ile- nesnelerin, ifadelerin, kavramların, teorik seçimlerin kendilerine göre oluşturuldukları özel kuralları belirlemeyi eğer becerebilirsek, kendi benzersizliği içinde betimlenebilir: eğer birlik varsa, dağılım oluşmuş elemanların gözle görülebilir ve ufkî tutarlılığı içinde değildir; çok daha beride, onların oluşumlarını mümkün kılan ve yöneten sistemin içinde bulunur. Fakat birliklerden ve sistemlerden hangi adla söz edilebilir? Nesnelerin, ifadelerin, kavramların ve seçimlerin dıştan bakıldığında indirgenemez olan çokluğunun gerisinde, daha az sayıda ve daha az dağılmış olmayan ama üstüne üslük bir de birbirleriyle ayrışık bulunan bir elemanlar kitlesi, çok rastlantısal bir biçimde, ortaya konulduğu halde; bütün bu elemanlar söyleniş biçimleri pek belirlenmemiş olan dört ayrı grup halinde bölündüğü halde; söylemsel bütünlerin iyice belirlendiği nasıl doğrulanabilir? Ve hangi anlamda, bütün bu elemanların nesnelerin, ifadelerin, kavramların ve söylemlerin stratejilerinin gerisinde gün yüzüne çıktıkları, eserlerden ya da kitaplardan daha az belirlenebilir olmayan bütünlerin varoluşunu teminat altına aldıkları söylenebilir?
1. Daha önce gördük -ve tekrar geri dönmeye hiç gerek yok: bir oluşum sisteminden söz edildiği zaman, birbirinden ayrı elemanların (kurumlar, teknikler, toplumsal gruplar, algı birlikleri, çeşitli söylemler arasındaki ilişkiler) ard arda gelişi, birlikte varoluşu ya da karşılıklı etkileşimi değil yalnız, fakat onların söylemsel uygulama tarafından -iyice belirmiş bir biçim altında-ilişkiye konulmaları da anlaşılır. Fakat, bu dört sistem veya daha ziyade dört ilişkiler demeti, kendi sıralarında, nedir? Onların tümü bir tek oluş sistemini nasıl tanımlayabilirler?
Bu, böyle tanımlanmış farklı düzeylerin birbirlerinden bağımsız olmamalarıdır. Stratejik seçimlerin dünyanın bir vizyonundan ya da şu veya bu konuşan öznenin özüne ait olan ilgilerin bir üstünlüğünden dolaysız bir biçimde birden bire ortaya çıkmadığını, ama onların kendi olanaklarının kavramlar oyunu içindeki ayrım noktaları tarafından belirlendiğini gösterdik; yine kavramların doğrudan doğruya idelerin kestirimsel, karışık ve canlı temeli üzerinde oluşmuş olmadığını, fakat ifadeler arasındaki birlikte varoluş biçimlerinden hareketle oluşmuş olduklarını da gösterdik; ifade biçimlerine gelince, onların öznenin kendilerinden bahsettiği alana göre işgal ettiği durumdan hareketle betimlendiklerini gösterdik. Böylece, düşey bir bağımlılıklar sistemi varolur: öznenin bütün durumları, ifadeler arasındaki bütün birlikte varoluş tipleri, bütün söylemsel stratejiler aynı ölçüde mümkün değildir, fakat sadece önceki düzeyler tarafından izin verilmiş olanlar mümkündür; xvııı. yüzyılda, Doğa Tarihinin konularını (karakterlerin taşyıcısı olan ve bu yolla tasnif edilebilir olan bireysellikler gibi; değişmeye elverişli yapısal elemanlar gibi, görülebilir ve çözümlenebilir yüzeyler gibi; sürekli ve düzenli farklılıklar alam gibi) tayin eden oluşum sistemi yüzünden, örneğin, bazı dile getirme biçimleri benimsenmemiş (işaretlerin parçalanması örneğin), bazıları benimsenmiş (belirli bir kurala göre betimleme örneğin); aynı şekilde konuşan öznenin işgal edebildiği (arada bir aracı olmaksızın bakan özne gibi, yapınm tek tek elemanlarını algısal çokluktan çekip alan özne gibi, kodlanmış bir vokabülerdeki bu elemanları kopyalayan özne gibi, vs.) farklı durumlar yüzünden dışlanmış olan (daha ön-ce-söylenmiş olanın derin bilgiye dayalı tepkimesi, ya da bir kutsal metnin yoruma dayalı açıklaması örneğin) ifadeler, bunların tam tersine benimsenmiş ya da benimsenmesi mümkün (bir tasnif tablosunun içinde tam olarak ya da kısmen benzer olan ifadelerin sorgulanması gibi) başka ifadeler arasında belirli bir sayıda birlikte varoluş bulunmaktadır. Demek ki, düzeylerden bazıları öbürlerine göre boş değildir, ve sınırsız bir otonomiye göre açılmazlar: nesnelerin birincil bir ayrımlaşmasından söylemsel stratejilerin oluşumuna kadar bütün bir ilişkiler hiyerarşisi vardır.
Fakat ilişkiler aynı zamanda ters bir yönde gelişir. Aşağı seviyeden olanlar onların üstünde olanlardan bağımsız değildir. Teorik seçimler, onları gerçekleştiren ifadelerin içinde, bazı kavramların oluşumuna, yani ifadeler arasındaki bazı birliktelik biçimlerine yer vermezler ya da yer verirler: böylece Ütilitaristler tarafından yapılmış çözümlemelerdeler niceliksel veriler ve ölçülerle ilgili aynı sorgulama biçimleri Fizyogratların metinlerinde bulunmayacaktır. Bu durum, asla, fizyogratik seçimin xvı-11. yüzyıldaki ekonomik kavramların oluşmasını sağlayan kuralların tümünü değiştirebilmesi değildir; fakat o kurallardan bir kısmım oyuna sokabilir ya da oyunun dışında bırakabilir ve sonuç olarak da başka hiçbir yerde görünmeyen bazı kavramları (net kazanç kavramı gibi örneğin) görünür kılabilir. Kavramın oluşumunu düzenleyen teorik seçim değildir; fakat teorik seçim kavramın oluşumunu, kavramların oluşumuyla ilgili özel kurallar aracılığıyla, ve bu düzey ile sürdürdüğü ilişkiler yoluyla meydana getirir.
2. Bu oluşum sistemlerinin, söyleme kendilerini dışarıdan empoze edecek ve bütün karakterler ve olanaklar için onu bir defa tanımlayacak olan hareketsiz bloklar, statik biçimler olarak alınması gerekmez. Bunlar kaynaklarını insanların düşüncelerinde, ya da onların betimlemeleri oyununda bulacak olan baskılar değildir; fakat onlar kurumlar ya da sosyal ilişkiler ya da ekonomi düzeyinde oluşmuş, söylemlerin yüzünde ister istemez hemen ifadesini bulacak olan belirlemeler de değildir. Bu sistemler -daha önce ısrarla üzerinde duruldu- bizzat söylemin içinde bulunur; ya da daha ziyade (onun içselliği ve ihtiva edebildiği şeyler söz konusu olmadığı, ama onun özel varoluşu ve koşullan söz konusu olduğu için) onu olduğu gibi var kılan özel kuralların tanımlandığı kendi sınırında, bu sınırda bulunur. Oluşum sistemiyle, o halde, kural gibi işlev gören bir karmaşık ilişkiler demetini anlamak gerekir: oluşum sistemi, bir söylemsel uygulamanın içinde, şu nesneyi bu nesneye bağlasın diye, şu ifadeyi bu ifadeyle ortaya koysun diye, şu ya da bu kavramı kullansın diye, şu ya da bu stratejiyi oluştursun diye, ilişki içine sokulması gereken şeyi zorunlu kılar. Bir oluşum sistemini tekil belirlenmişliği içinde tanımlamak, o halde, bir pratiğin kurallara uygunluğu yoluyla bir söylemi ya da bir ifadeler grubunu karakterize etmektir.
Söylemsel bir uygulamaya ait kuralların tümü, oluşum sistemi zamanın dışında değildir. O, bir ilk başlama noktasındaki, aynı zamanda başlangıç, kaynak, temel, aksiyomlar sistemi ve gerçek tarihin beklenmedik olgularının kendisinden hareketle artık ancak tamamıyla zorunlu bir biçimde oluşacağı, bir seküler ifadeler serisinin içinde görünebilen her şeyi içinde toplamaz. Onun belirttiği şey, -bu aynı söyleme ait olmayı bırakmaksızın-kimi nesnenin dönüşmesi, kimi yeni ifadenin ortaya çıkması, kimi kavramın yapılması, değiştirilmesi ya da dışarıdan alınması, kimi stratejinin değiştirilmesi için kullanılması gereken kurallar sistemidir; ve yine onun belirttiği şey, başka söylemlerdeki (başka uygulamalardaki, kurumlar, sosyal ilişkiler, ekonomik süreçlerdeki) bir değişmenin verilmiş, böylelikle yeni bir nesneyi oluşturan, yeni bir stratejiyi vareden, yeni ifadelere ve yeni kavramlara yer veren bir söylemin içine kopyalanabilmesi için kullanılması gereken kurallar sistemidir. Söylemsel bir oluşum, o halde, on yıllar ya da asırlar için zamanı durduran ve onu donduran bir resmin rolünü oynamaz; o zamansal süreçlere özgü bir düzenliliği belirler; o bir söylemsel olaylar serisi ile başka olay, dönüşüm, değişim ve süreç serileri arasındaki eklemleme ilkesini ortaya koyar. Asla zaman dışı biçimi değil, fakat bir çok zamansal seriler arasındaki uyum şemasmı ortaya koyar.
Oluşum sisteminin bu hareketliliği iki biçimde kendini gösterir. İlkin ilişki içine sokulmuş bulunan elemanlar düzeyinde; gerçekte, bu elemanlar söylemsel uygulamaya düzenliliğinin genel biçimi bozulmadan eklenen belirli bir kısım iç değişmelere mâruz kalabilirler; böylece, xıx. yüzyıl boyunca, ceza hukuku, demografik baskı, işçilik talebi, sigorta biçimleri, gözaltına almanın hukukî statüsü ve koşulları değişmeye devam ettiler; bununla birlikte psikiyatrinin söylemsel uygulaması aynı ilişkiler bütününü bu elemanlar arasında gerçekleştirmeye devam etti; öyleki sistem onun belirlenmişliğinin karakterlerini korudu; aynı oluşum yasaları içinde yeni nesneler ortaya çıkar (yeni birey tipleri, yeni davranış grupları patolojik olarak belirginleşir), yeni ifade biçimleri kullanılır (sayısal işaretler ve istatistik hesapları), yeni kavramlar oluşturulur (bozulmuşluk, ahlâksızlık, sinir bozukluğu kavramları gibi) ve elbette yeni teorik yapılar inşa edilebilir. Buna karşılık, söylemsel uygulamalar ilişkiye girdikleri alanları değiştirirler. Onlar ancak kendi düzeylerinde çözümlenebilen özel ilişkileri boşuna kurarlar, bu ilişkiler yalnız söylemin içinde etkilerini bulmazlar: onlar birbirlerine eklemledikleri elemanların içine de girerler. Hastanelerle ilgili alan, örneğin, klinik söylem tarafından laboratuvar ile ilişkiye sokulur sokulmaz değişmeden edemedi: hastanenin ödeme emri, doktorun orada kazandığı statüsü, bakışının işlevi, orada gerçekleştirilebilen çözümlemenin düzeyi zorunlu olarak değişmiş bulundular.
3. «Oluşum sistemleri» olarak betimlenen şey, eğer bu terimle vokabülerleri, sözdizimleri, mantıksal yapıları ya da retorik örgütlenmeleri ile birlikte verildikleri gibi metinler (ya da sözler) kasdediliyorsa, söylemlerin son basamağını oluşturmaz. Çözümleme, tamamlanmış yapmın seviyesi olan bu âşikar seviyenin berisinde kalır: bir söylemin içindeki nesnelerin dağılım ilkesini tanımlarken, bu çözümleme onların bütün bağıntılarını, nihaî yapılarını, iç bölümlerini göz önünde bulundurur; kavramların dağılım yasasmı araştırırken, çözümleme ne bütün oluşum süreçlerini, ne de kendilerinin içinde şekil kazanabildikleri bütün akıl yürütme halkalarını göz önünde bulundurur; eğer o ifade biçimlerini inceliyorsa, cümlelerin ne stilini ne de ard arda gelişini yeniden gözden geçirir; kısacası, çözümleme metni son şekli verilmiş halde bırakır. Fakat şunun da iyice anlaşılması gerekir: eğer çözümleme bu son yapıya göre geriye çekilmiş halde kalırsa, bu söylemden vazgeçmek ve düşüncenin sessiz işleyişine bürünmek için değildir; bu, sistematik olandan vazgeçmek ve denemelerin, girişimlerin, yanılgıların, yeniden başlamaların «canlı» düzensizliğini gün yüzüne çıkarmak için de değildir.
Bu durumda, söylemsel oluşumların çözümlenmesi alışılmış betimlemelerin çoğuna zıddır. Gerçekte, söylemlerin ve onların sistematik düzeninin ancak en yeni durum olduğunu, dilin ve düşüncenin, emprik tecrübenin ve kategorilerin, yaşamın ve ideal zorunlulukların, olayların olumsallıklarının ve biçimsel baskıların oyununun yürürlükte bulunduğu uzun zaman isteyen dolambaçlı bir hazırlığın son anında ulaşılan sonuç olduğunu düşünmek alışkanlığımız vardır. Sistemin apaçık ortada olan özünde, düzensizliğin zengin belirsizliği; ve söylemin narin yüzünün altında, sessiz bir bölüm olarak bütün bir oluş kitlesi varsayılır: sistemin düzeninden olmayan bir «sistem öncesi»; temel bir suskunluğa ait olan bir «söylemsel öncesi». Söylem ve sistem ancak bu sınırsız birikimin zirvesinde -ve birlikte- meydana geleceklerdir. Oysa burada çözümlenen şey, kesinlikle söylemin son durumları değildir; fakat son sistematik biçimleri mümkün kılan sistemlerdir; en son durumun, sistemin doğuş yerini oluşturmaktan uzak, daha ziyade varyantları yoluyla kendilerine göre tanımlandığı sondan bir önceki düzenliliklerdir. Tamamlanmış sistemin gerisinde, oluşumların çözümlenişinin keşfettiği şey kıpır kıpır olan, hayatın kendisi, henüz ele geçmemiş hayat değildir; sistemleşmişliklerin sınırsız bir yoğunluğu, çeşitli ilişkilerin sıkı bir toplamıdır. Ve üstelik, bu ilişkiler boşuna metnin kendi örgüsü olmuyor, onlar yaratılış bakımından söyleme yabancı değildirler. Onları, pekâlâ, «söylemseller öncesi» olarak niteleyebiliriz, ama bu söylemsel öncesinin henüz bir söylemsel olduğunu, yani ilişkilerin bir düşünceyi, ya da bir bilinci veya iş işten geçtikten soma ve asla tam anlamıyla zorunlu olmayan bir biçimde, bir söylemin içine kopya edilmiş olacak olan betimlemelerin bir toplamım özelleştirmediklerini, fakat söylemin bazı düzeylerini belirginleştirdiklerini, söylemin tek-başına bir uygulama olarak güncelleştirdiği kuralları tanımladıklarını kabul etmek koşuluyla. Demek ki, metinden düşünceye, gevezelikten sessizliğe, dışarıdan içeriye, uzaysal dağılmadan anın saf murakabesine, yüzeysel çokluktan derin birliğe geçmeye çalışmıyoruz. Söylemin boyutu içinde kalıyoruz.
Michel Foucault
Bilginin Arkeolojisi
Fransızca Aslından Çeviren
Veli Urhan/ Birey Yayıncılık