Aziz Nesin: Neden bitakım politikacıları seyis atına benzettiyorum?

aziz nesinBizim kuşağımız, Türk tarihinin en önemli bir dönemini yaşamak mutluluğuna erdi, ya da mutsuzluğuna uğradı. Bu, çok partili demokrasi dönemine girişimizdir. (Başyazı gibi kuru bir başlangıç. Böyle de hikaye olur mu?)
îşbu “Seyis Atı” adlı hikaye, işte böyle çok kuru ve sıkıcı bir önsözle başlar. Çünkü hikayenin yazan, politikacılarımızın pek çoğu ile seyis atlan arasında sıkı benzerlikler olduğuna inanmaktadır. (Vicdan hürriyeti varsa, inancıma saygı göstermek zorundasınız; size acıyorum.)
Çok partili döneme girdiğimiz 1945’ten bu yana gördüğüm politikacıları, ikiye ayırabilirim: Bayağı ata benzeyenlerle, seyis atma benzeyenler. (Bişeycikler demem, dilerim, politikacıların eline düşesin…)

Bildiğiniz gibi adına at denilen insanoğlunun ilk yoldaşı bu soylu hayvan, binicisinin isteğine göre yürür. Oysa seyis atlan öyle değil. Önündeki at koşarsa, seyis atı da koşar, durursa seyis atı da durur. Sonra bu seyis atları, nalının izinden gideceği atı da seçmez; yeter ki önünde herhangi bir at olsun; al, doru, kula, kır, bakla kın, demir kır, ne donda olursa olsun, ister akıtma’lı, ister seki’li, ister uyuntu sütçü beygiri, ister halis kan arap atı, bir at olsun da önünde, nasıl olursa olsun…
isterseniz şimdilik politikacıların yakasını bırakalım da, seyis atının dizginlerini ele alalım.
Harp Okulu’na geçince, biriki binicilik dersi, bikaç binicilik dersi, bikaç binicilik taliminden sonra, sözüm ona at binmeyi öğrenmiş sayılıyorduk. Biz, istanbul “Harbiye”sinin son öğrencileriydik.
Günün birinde “tatbikat var!” dediler. Bizi, iki tabura ayırdılar. Taburlardan biri “Kırmızı kuvvet”, öbürü “Mavi kuvvet” oldu. Bu Kırmızı – Mavi çarpışmasını hiçbir zaman anlayamamışımdır.

Çünkü, her ne olursa olsun, tatbikatın sonunda mavi kuvvet ille de yendirilir. Oysa, mavi, güzel bir renktir. Acırım, mavinin yenilmesine… (Burası hikayenin en şiirli yendir, dalga geçmeyin rica ederim.)
(Hikayenin ikinci basımına ektir. Eskiden manevra ve askeri tatbikatlarda, harp oyunlarında, biz kırmızı olurduk, düşman da mavi olurdu. Söylenilen doğruysa 1972 ‘den sonra renkleri değiştirmişiz: Bizim kuvvetler mavi, düşman kuvvetleri kırmızı olmuş.)
Hiçbir tatbikatta mavilerin yendiği görülmemiştir. Çünkü, mavi düşmandır. Ben olsam, düşmanı yeşil yapardım. (Nasıl beğendiniz mi, burda ideoloji var, çaktınız tabii…)
Evet, mavi düşmandır. Düşmanın görevi de yenilmektir. Evdeki hesabın çarşıya uyduğu, yalnız bu kırmızı – mavi çarpışmasında görülür. (Efendi, sen bu hikayeyi uzattın.
Anlatacaksan, anlat şu seyis atını!)

Başüstüne, anlatayım. Ben kırmızı kuvvetlerdendim. Hepimize, bir yanı kırmızı, bir yanı mavi birer bez şerit verdiler. Bu bez şeritleri, şapkalarımıza çepeçevre sarıp iğneledik. Biz kırmızı kuvvetten olduğumuzdan şapkalarımızdaki işaret bezimizin kırmızısı dışa dönüktü.
Beni, Kırmızı Kuvvet komutanının atlı habercisi yaptılar. Bu, herkesin arayıp da bulamadığı bir ödevdi. Arkadaşlarım, omuzlarında tüfek, teçhizat, yayan çalışacaklar, atlayacaklar, sıçrayacaklar, koşacaklar, saldıracaklar, çekilecekler, bense at üstünde…
İşin hiç de böyle olmadığını, seyis atına binince anladım. Seyis atına binmektense, değil atlamak, sıçramak, kuş olup uçmak, balık olup yüzmek, çok daha kolaymış.
Şehir dışına çıktık. “Hürriyet-i Ebediye” tepesinin ilerlerine, a-çık araziye geldik. (Zorunlu açıklama: Oraları eskiden açıklıktı; insanın az, şeytanın çok olduğu yerlerdi.) Mavi ve kırmızı kuvvetler, yerlerini aldı. Ben, Kırmızı Kuvvet komutanının arkasındaydım. İkimiz de at üstünde olduğumuzdan oraya kadar hiçbir aksaklık olmadı. Akımdaki atı kendim sürüyorum sanıyordum. Oysa, benim bindiğim seyis atı, Binbaşı’nın atına uyar gidermiş.
Gerçek hayatta da böyle olmaz mı? Olaylar gönlümüze göre gidince, onları biz böyle yürütüyoruz, sanırız. İnsanoğlunun mutluluk budalalı-ı işte… Ama olaylar bizim isteklerimize karşıt çıkınca, acı gerçek kafamıza dank eder. (Dikkat: Kıssadan hisse. Bu da hikayenin felsefesi. İyi mi?) Kırmızı Kuvvet komutanı olan Binbaşı, benim çok sevdiğim, Avrupa’larda binicilik yarışlarında altın madalyalar, kupalar kazanmış ünlü bir süvariydi. Üstelik de sert mi sert…
Yani, şapkasının kokartindan çizmesinin ökçe demirine kadar tam bir binbaşı. Bikaç bin kişinin yüzdüğü, güneşlendiği bir plajda bu adamı mayolu olarak her kim görse,
– işte bir Binbaşı!… der.
Durup duruyorduk. Altımdaki at birden hopladı. Ben eyerin üstünden, atın boynuna düştüm. Hemen hayvanın kulaklarına yapıştım. Bu hayvana ne oldu? Dizginleri çekmedim, baldırlamadım, gemi kasmadım. Ben hiçbişey yapmadım ama, önümdeki Binbaşı, atını mahmuzlamış. Onun atı koşunca, benim seyis atı durur mu?… Aman boş bulunmaya gelmez…
At, beni sıçratıp duruyor, iyi ki usturuplu sıçrattı da boynundan hoplayıp apışım atın sağrısında yükseldi, kendimi yine eyerin üstünde buldum. Evet, eyerdeyim ama eyerin üstünde bitürlü duramıyorum. At beni sıçratıp sağrısına oturtuyor, sıçratıp boynunun üstüne atıyor; bir öne, bir geri, bir sağa, bir sola… Bunun en iyisi, düşüp de kurtulmak ama, o zaman da komutan habercisiz kalacak. Bağırsam, ayıp… Dizgine asılıyorum, eyerin ön hanesine yapışıyorum. Derken dizginler elimden kurtulmadı mı… Eyvah!.. Bir elimle atın yelesine yapıştım, yatıp abandım sırtına… Mevzilenen bölüklerden birinin de önüne geldik. Burda attan düşersem, arkadaşlara rezil olmak var. Artık emekli oluncaya kadar alay ederler… Ata yalvarıyorum:
– Yavrum… Gözünü seveyim… Yavaş ulan, yavaştan namussuz… Çüş, çüş be!.. N’olursun…
insafsız seyis atı merhamete gelmeyince:
– Allah! diyorum. Allah’ım, Allah’ım beni şunca arkadaşa reziletme!..
Allah’a yalvarmaktan başka hiçbir çarem kalmamış; dizgin elden çıkmış, atta insaf kalmamış, başka ne yapılır?… Ata binmemiş olanlar bu zorluğu anlayamazlar. Oturak yerimi bitürlü eğerin üstünde tutamıyorum. At beni binici yerine koymuyor ki… Saman çuvalı gibi o yana bu yana fırlatıyor. Yine vicdanlı hayvanmış, kaldırıp yere çarpmıyor. Tam kayıp kayıp düşecekken, birden hoplatıp beni eyerin üstüne oturtuyor.
Felaketin büyüğü, Binbaşı atını durdurunca oldu. Çünkü onun atı durunca, benim seyis atı da, iki ön ayağını ileri dikip, çakılmış kazık gibi birdenbire zınk diye kakıldı. Ben artık kendi vücuduma sahip olamadım, atın üstünden havalandım. Hani, spor filmleri vardır, rölanti film çevrilir de atlet, yavaş yavaş havaya uçar ya, işte öyle… Ben uçtum, hayvanın boynunun üstünden, önümdeki Binbaşı’nın atının arka ayakları dibine düştüm. (Siz şimdi beni, bu anlattıklarıma bakarak, hamhalat biri sanırsınız. Değil valla… İnanmazsanız arkadaşlarıma sorun. Ben o zaman, okulun piramit takımındaydım. Arkadaşlarımın kurduğu beş katlı piramidin tepesine hop diye fırlar da, orda ya amuda kalkar, ya da atlet fanelarıdan bayrak çıkarırdım. Beğendiniz mi?)
ilk işim, düştüğümü kimse gördü mü diye yanıma yöreme bakmak oldu. Gören yok, gülmüyorlar… Yerden fırlayıp, atın dizginlerine yapıştım. Başladım hayvanı sevip okşayıp yalvarmaya:
– Ooh benim canım… N’olur, yavaş…
Atladım sırtına. Binbaşı bölük komutanıyla konuştu, sonra atını sürdü. Onun atı fırlayınca, artık benimkini tutma… Benimseyiş atı da ok gibi fırladı. Bu kez dizgin kayışlarına yapışmışım ki, kolum kopar da kayış elimden çıkmaz. Dizgini tutmak kolay, oturak yerimi eyerin üstünde tutamıyorum. At beni çalkalaya çalkalaya içimi dışıma çıkardı. Öldüm, bittim. Öbür bölüğün önünde Binbaşı atım yine durdurunca, benimki de zınk diye durdu. Bütün çabam boşa gitti, ben yine kendimi atın üstünde tutamadım. Havalandım, yere oturdum. Buna, oturma demek doğru değil. Çünkü insanlar başlarının üstünde oturmazlar. İnsanın oturma organı başı değil, başka yeridir. Dizgin kayışlarını elimden bırakmadığımdan, sanki yere atlamış gibi yaptım, atın üstüne sıçradım…
– Büyük Allah beni utandırma!
Binbaşı atı sürdü. Bu kez dörtnal, uçuyoruz. En rahatı dörtnal. Çünkü dörtnalda, benim gibi acemi binici çalkalanmıyor. İhtiyat bölüğünün önüne gelince, Binbaşı birden atını yine durdurdu. Ben yine uçtum ki, bu seferki uçuş, Hazret-i İsa uçuşu… Allah’ını seven beni tutmasın. Ben uça uça, doğruca… Nereye biliyor musunuz? Önümde, at üstünde duran Binbaşı’nın sırtına… Yeryüzünde bir insan için bundan büyük bir terslik olamaz. Şimdi, Binbaşı’nın atı üstünde iki kişiydik: Binbaşı ve habercisi… Belalar içinde, yine de insanoğlu bir avuntu bulabilmeli. Binbaşı’nın arkasına düştüm, ya önüne düşseydim… Binbaşı başım çevirip:
– O ne? diye bağırdı.
Kendimi yere attım.
– Efendim… diye başlayıp bişeyler kekeledim. İyi ki Binbaşı üstelemedi.
Kendi atıma sıçradım. Binbaşı bana beşinci bölüğe söylenecek bir emir verdi. Atı beşincibölüğün olduğu yere süreceğim. Baldırla-dım, gitmez. Topuklarımı karnına vurdum, gitmez.
Önümdeki Binbaşı’nın atı yürümeyince benim seyis atı kıpırdamıyor. Binbaşı atını başka yere sürünce benimki de arkasından yürüdü. Binbaşı sert,
• Ben sana ne dedim? dedi.
Sesimi çıkarmadım.
• Ben sana “Beşinci bölüğe git…” demedim mi?
Yine sesimi çıkarmadım.
• Ne duruyorsun?
Ben mi duruyorum, at duruyor. Ama bunu Binbaşı’ya nasıl anlatırsın?
Binbaşı kızdı:
– Çekil, çekil!., diye bağırdı. Senin gibi haberci istemiyorum, defol!..
Nasıl defolayım, anlamıyorum ki… Binbaşı’nın atının arkasından benim at tırıs tırıs gidiyor. Hayvanın başını çevirmek için dizginlere nasıl var gücümle asılıyorum, atoğlu at bana mısın demiyor.
• Git oğlum, git başımdan… Git be… Bela mısın yahu?… De
fol…
• Efendim… at gitmiyor… ben gideceğim ama… at… bu hay
van…
Binbaşı’nın kızgın suratı yumuşadı. Güldüğünü belli etmemek için, başını çevirdi.
– in attan! dedi.
Attan ineceğim sırada karşıdan iki atlı kopmuş bize doğru geliyor. Benim at, o iki atı görünce daha durur mu? Bir parladı, haydi o iki atın arkasından… nasıl bir felaket, nasıl bir bela… Benim artık bütün çabam, attan düşmemek. Öyle uçuyoruz ki düşersem parça parça olacağım. Evet, sonunda düştüm de… Hem bu kez, sol ayağımı da üzengi demirinden çıkaramadığımdan, yerde sürükleniyorum. Ölebilirdim. Ölmedimse, önde giden iki atın durmalarından, onlar durunca, benim seyis atım da durdu. Sürüklene sürüklene ölmekten kurtuldum. Pantolonumun sol dizkapağı boydan boya yırtılmış, dizimden şakır şakır kanlar akıyor.
Attan inen subaylar, atlarını seyise verdiler. Ben de atıma atladım. Yine atım, kulakları düşük, yürümeye başladı. Ödüm patlıyor, sağdan soldan koşan bir at çıkacak diye… Çünkü benimki de onlann ardına takılacak. Öyle de oldu. Benim atım, o gün ö-nünde koşan hangi at gördüyse, onun ardına takıldı. Ben o seyis atının sırtında, tatbikat alanında ordan oraya, ordan oraya gittim geldim. Akımdaki at, beni ordan oraya koşturuyordu. Nasıl olduysa düşman olan Mavi kuvvetlerin içine düştüm. Hemen şap-kamdaki işaret bezini ters çevirip, mavisini dışa getirerek esir olmaktan kurtuldum.
Yine başka atın arkasından rüzgâr gibi koşan atım, az kalsın beni bir ağacın dalına asılı bırakacaktı. Dal, başımdan şapkayı sıyırıp attı. Şapkasız da kaldım. Yüzüm, çarpan dallardan çizik içinde…
Ve sonunda, dörtnal uçan atım, yine böyle karşıdan koşan bir atla çarpıştı. Gözümde şimşekler çaktı, bir süre kendime gelemedim. Kendime geldiğim zaman, yine at üstündeydim, ama beyaz bir atın… Anlaşılan o çarpışmada, nasıl olmuşsa biz atlan değişmişiz. Çarpışınca ben atımın üstünden fırlayıp, öbür atın üstüne çıkmışım. Bana çarpanın ve benim indiğim atın ne olduğunu bilmiyorum.
Akımdaki beyaz at, iyi bir attı. İstediğim yere götürebiliyor-dum. Demek, seyis atı değil!..
Yanımı yönümü şaşırmışım, dağ bayır gidiyorum. Ama perişanım. Sağ ayağımdaki tozluk yok, düşmüş. Bir birliğin içine daldım. Bir Yüzbaşı:
– Buraya gel! dedi.
Attan indim. Selam verdim. Ama başımda şapka yok. Sağ ayağımda tozluk yok. Kayış da düşmüş, pantalon belimden sarkmış. Pantalonun sol dizi boydan boya yırtık, kan içinde…
Yüzümün çiziklerinden kan akıyor.
Yüzbaşı:
-Bu ne? dedi, ne oldu sana?
Ne diyeyim? Yüzbaşı’nın arkasında bütün arkadaşlar… Üzüntümü anlayabilmeniz için, benim o zamanki niyetimi bilmelisiniz. Ben general olacağım, general…
• Efendim, dedim, düşman içine düştüm. Esir edeceklerdi. Kaçarken böyle oldum işte…
• Senin işin ne?
• Haberciyim. Size Binbaşı’nm emrini getirdim.
Binbaşı’nın verdiği emri söyledim. Ama kime biliyor musunuz? Mavi kuvvetlere. Çünkü ben kırmızı kuvvetlerdendim. Kırmızı kuvvet komutanının emrini, şaşkınlıktan Mavi kuvvetlere söylemiştim.
Bu yanlışlıktan sonra, bütün işler, birlikler, emirler birbirine karıştı. Ama sonunda her zamanki gibi Kırmızı kuvvet, yani biz galip geldik.
Şimdi, neden bitakım politikacıları seyis atına benzettiğimi anlamışsınızdır. Çünkü bunlar, kendi kendilerine yürüyemezler, koşamazlar; ille önlerinde, gölgelerinden gidecekleri başka
bir politikacı bulunacak…

Seyîs Atı
Sizin Memlekete eşek yokmu

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz