Kuklayı, şöyle bir sars, tozlarından silkele, ayna karşısına sürükle. Yüzünü gözyaşı izlerinden arındır, gündelik katılık maskesini tak ki, insan içine çıkmaya hazır olsun. Pudralarla, farlarla, kat kat boyalarla kapat ölüm solgunluğunu, yoksa insanların dünyasına sızamazsın.
Kılığı iç burkacak denli uyumsuzdu, renklerin düşüne taşına tutturulmuş uyumuna rağmen… Gece yarısı yıkayıp da elektrik kesilince kurulamadığı saçları, gelişigüzel bukleler halinde kabarmış, geçen yüzyıllardan kalma bir peruğa benzemişti. Aynanın üzerindeki floresanı açtı, soluğunu tutup yüzüne baktı. Kadın olmak demek, herkesçe onaylanan bir kılığa girmek demekti. “Lütfen birisi beni görsün,” diye haykırmaktı her an, “görsün ve belleğinde sonsuza dek saklamak isteyeceği bir imgeye dönüştürsün. Benim kendimi bir türlü göremediğim gibi.” Kalabalıkların içinde erimesi gereken gün, acemice yanaklarını, kirpiklerini boyuyor, gözaltı morluklarını kapatıyor, titreyen gözkapaklarına sağa sola taşırarak çizgiler çekiyordu. Kendi karikatürünü çizercesine …
Beceriksizce hatlarını belirginleştirdiği yüzünün biricikliğini yitirişini, aynada beliren anonim kadından adım adım silinişini yabanıl bir zevkle izliyordu. Yırtmacın sergilediği bacaklarını bir başka kadında izler gibi. Son doğallık kalıntısını, çenesindeki sert sarı tüyleri teker teker acıtarak yoldu, bu acıdan da ummadığı kadar zevk almıştı. Mavi, yumuşak, yağlıymışçasına yumuşak havluyla ellerini kuruladı. Ondan geriye kalan tek nesne buydu. Bütün tutku dokunuşlarından, dokunuşların anısından daha sıcak, daha sokulgan olabilen, indirimli alınmış bir Bursa havlusu! Bu sabah da buradaydı işte, kaybolup gitmemişti, insan yalnızlığının tanığı nesnelerin ortak yazgısıyla, hep el altında, hep ulaşılabilir beklemişti. Suskun direnciyle, deniz mavisi sevecenliğiyle, onu burada unutup gitmiş adamdan çok, yokluğunu hatırlatıyordu, ve tuhaftır, sanki her geçen gün o da büyüyordu. “Mola yerinde aldım,” demişti adam, ufacık çantasını karıştırırken, aylar sonra çıkıp geldiği o gece. “Evinde belki havlu bile yoktur diye düşündüm.” “Bir düzine var,” diye cevaplamıştı, alınarak…
Kapıcı gene gazeteyi bırakmamıştı, bodrum dairesinde tek başına oturan kadını asla hatırlamazdı, savunmasızlığın kokusunu almak en eski içgüdüdür, kapıyı var gücüyle çarpmadan önce uzanıp her gün giydiği kasketini taktı. Erimiş mumların dizildiği havasız, rutubet kokan merdivenlerden tırmandı, bir uyurgezer gibi, çukurlarını, girintilerini, çıkıntılarını ezbere bildiği yoldan anacaddeye doğru yürümeye başladı. Gece boyunca kentin tek hakimi fırtınadan geriye ışıltılı yağmur damlaları kalmıştı. Renksiz, ama aydınlık bahar göğü, bomboş bir ayna kadar donuk ve kayıtsız, uzanıp gidiyordu. Her an silinecek gibi duran iki ufkun arasında dar bir koridor… Kentin dimdik yükselen yüzü, ıslak, solgun, titrekti, madeni parıltılada silkinip canlanıyordu. Son yağmur bulutları, bir cenaze törenindeymişçesine ağır, hüzünlü geçiyorlardı. Çamur birikintilerine aldırmadan ilerliyordu. Topuklarının çınlayışını dinleyerek, hızlanarak, sarsılmaz iradesiyle bir adımı ötekinin önüne koyarak… Elden geçirilmiş, yenilenmiş, dipdiri…
Uzaklardan gelen boğuk korna sesleri, çalışmayı reddeden bir motor, çöp kamyonu, metali delen matkap… Kendini her sabah yeniden yaratan dünyanın insansız sesleri… Az sonra, işyerlerine, bürolara, otoyollara, okullara doğru bir haçlı seferi başlayacaktı. Sabah mahmurluğunu atamamış, sürmesini istedikleri düşün peşinde uygun adım yürüyen neferler kaplayacaktı ortalığı; dalgın, telaşlı, suskun, gergin, kızgın yüzler… Dizginlenmiş atların huzursuzluğuyla sokaklar boyunca koşturacaklardı. Taşların arasında yollarını aça aça… Binlerce, on binlerce yazgının, hırsın, istencin, düşün, savaşımın kesiştiği, katmer katmer iç içe geçip kördüğümleştiği bir ağda, birbirlerine dönüp bakmadan … Başkalarının oyunlarında rol kapmak için kıyasıya savaşacak, pazarlıklara, çatışmalara katılacak, paylaşımı çoktan tamamlanmış dünyadan pay koparmak için uğraşacaklardı. Artlarında yalnızca rüzgarın savurduğu buruşuk kağıt mendiller kalacaktı. Yollar, çamurlu kaldırımlar, kalabalıklar, başkaları… Gece bitmiş, geceye bile özlem uyandıran gün başlamıştı, o da çabucak kente karıştı.
Aslı Erdoğan
Taş Bina ve Diğerleri