“Annenizi son bir kez görmek ister misiniz?” Yabancı – Albert Camus

Albert Camus YabancıHepsi kendi düşüncelerine öylesine dalmışlardı ki bunun farkında olmuyorlardı bile. Hatta bana öyle geliyordu ki, ortalarında yatan bu ölü bile onlarca hiçbir şey ifade etmiyordu. Ama, şimdi öyle sanıyorum ki, bu yanlış bir duyguydu.
Hepimiz kapıcının verdiği kahveleri içtik. Sonrasını bilmiyorum. Gece geçiverdi. Yalnız şunu anımsıyorum:
bir ara gözlerimi açmıştım, ihtiyarlar birbirlerinin üzerine yığılmış, uyuyorlardı. Yalnız bir tanesi uyumuyordu. Çenesini bastonuna kenetli elleri üzerine dayamış, sanki uyanmamı bekliyormuş gibi, gözlerini bana dikmişti. Sonra gene uyumuşum. Uyandım, çünkü belim gittikçe daha çok ağrıyordu. Gün camların üzerine doğru kayıyordu. Az sonra ihtiyarlardan biri uyandı ve bir hayli öksürdü. Damalı büyük bir mendile tükürüyor, her seferinde sanki göğsü sökülüyordu. Ötekilerini de uyandırdı. Kapıcı artık gitmeleri gerektiğini söyledi. Kalktılar. Ölünün başı ucunda bu rahatsız bekleyişten yüzleri kül gibi olmuştu.

Çıkarken, hepsi elimi sıktı. Şaşırıp kaldım. Bir çift söz söylemeden geçirdiğimiz bu gece, sanki aramızdaki bağlılığı arttırmıştı.

Yorulmuştum. Kapıcı beni odasına götürdü. Elimi yüzüme şöyle bir yıkayabildim. Yine biraz sütlü kahve içtim. Çok güzeldi. Dışarıya çıktığım zaman gün iyice ağarmıştı. Marengo’yu denizden ayıran tepeler üstünde gökyüzü kıpkızıldı. Tepelerin üzerinden aşan rüzgâr tuz kokuları getiriyordu. Güzel bir gün hazırlanmaktaydı. Ne zamandır kırlara çıkmamıştım, anam ölmeseydi, diye düşünüyordum, kim-bilir ne güzel gezip eğlenirdim.

Avluda bir çınar ağacının altında bekledim. Taze toprak kokusunu ciğerlerime çekiyordum, artık uykum kaçmıştı. Bürodaki arkadaşları düşündüm. Bu saatte onlar işe gitmek için yataktan kalkıyorlardı; benim için bu saat her zaman en güç saatti. Bu şeyleri biraz daha düşündüm. Ama yapıların içinde çalan bir zil beni düşüncelerimden ayırdı. Pencerelerin ardında bir kaynaşmadır başladı, sonra her şey sessizliğe gömüldü. Güneş gökyüzünde biraz daha yükselmişti, ayakkabılarımı ısıtmaya başlıyordu. Kapıcı avluyu geçerek geldi, müdürün beni çağırdığını söyledi. Bürosuna gittim. Bana birkaç kâğıt imzalattı. Siyah ceket, çizgili pantolon giymişti. Telefonu eline aldı ve bana, “Cenaze memurları az önce geldiler. Gelip tabutun kapağını kapamalarını söyleyeceğim, daha önce annenizi son bir kez görmek ister misiniz?” dedi. “Hayır,” diye karşılık verdim. Sesini alçaltarak telefonla emir verdi, “Figeac, adamlara söyleyin, gidebilirler,” dedi.

Sonra bana, cenaze töreninde kendisinin de bulunacağını söyledi. Teşekkür ettim. Masasının arka tarafına geçip oturdu, kısa bacaklarını çaprazladı. Cenazede kendisiyle benden ve bir de servis hastabakıcısından başka kimse bulunmayacağını önceden haber verdi. Kural olarak, yurttakiler cenazede bulunamaz-larmış. Yalnız gece ölüyü beklemelerine izin vermiş. “Bu bir insanlık sorunudur,” diye ekledi. Ama bu arada anamın, ‘Thomas Perez’ adında ihtiyar bir dostunun cenazenin ardından gitmesine izin vermiş. Burada müdür gülümsedi, “Aslında, bu çocukça bir duygu. Ama annenizle o, birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Yurtta onlara takılırlardı. Perez’e, ‘Senin nişanlı’ derler, o da gülerdi. Hoşlarına giderdi bu. Gerçekten de Madam Meursault’nun ölümü onu çok üzdü. Ona izin vermemezlik edemezdim. Ama, yoklamaya gelen doktorun uyarısı üzerine, dün gece beklemesine izin vermedim,” dedi.

Uzun zaman konuşmadan durduk. Müdür ayağa kalktı, odasının penceresinden dışarıya baktı. Bir ara, “İşte, Marengo papazı geldi bile. Biraz acele etmiş,” dedi. Köydeki kiliseye gitmek için, en az üç çeyrek saatlik bir yol yürümek gerektiğini söyledi. İndik. Yurdun önünde papazla, iki koro çocuğu duruyordu. Birinin elinde buhurdan vardı. Papaz buhurdanın gümüş zincirinin uzunluğunu ayarlamak için, ona doğru eğilmişti. Yanlarına vardığımızda doğruldu. Bana, “Oğlum,” dedi ve birkaç söz söyledi. İçeriye girdi. Ardından ben de girdim.

Bir anda tabutun vidalarının sıkıştırıldığını, odada karalar giyinmiş dört adam bulunduğunu fark ettim. Aynı zamanda, müdürün bana, arabanın yolda beklediğini, papazın duaya başlayacağını söylediğini duydum. Bu andan sonra her şey çok çabuk geçti. Adamlar bir örtü ile tabuta doğru ilerlediler. Papaz, maiyeti, müdür ve ben hep birden çıktık. Kapının önünde tanımadığım bir kadın vardı. Müdür beni, “Mösyö Meursault,” diye tanıştırdı. Kadının adını duymadım, yalnız, temsilci olarak gelen hastabakıcı olduğunu anladım. Gülümsemeden, kemikli ve uzun yüzünü eğdi. Sonra, cenazeye yol vermek için sıralandık. Tabutu taşıyanların ardı sıra yurttan çıktık. Araba kapının önünde duruyordu. İnce uzun, cilalı, pırıl pırıl haliyle kalem kutularını andırıyordu. Arabanın yanında gülünç kıyafetli, ufak tefek bir adam, yapmacık tavırlı bir ihtiyar duruyordu. Bunun M. Perez olduğunu anladım. Başında geniş kenarlı, yuvarlak tepeli, ütüsüz bir fötr şapka vardı (cenaze kapıdan geçerken, onu çıkarttı), pantolonunun paçası kat kat ayakkabısının üstüne düşüyordu. Geniş beyaz yakalı gömleği üzerinde siyah kumaştan fiyongu düpedüz sırıtıyordu. Kara kara et benleriyle kaplı burnunun altında dudakları titriyordu. Oldukça ince beyaz saçlarının altından, eğri büğrü, sarkık kulakları çıkıyordu. Bu soluk çehrede, bu kan rengi kulaklar dikkatimi çekti. Cenazeyi yöneten adam bize yerlerimizi gösterdi. En önde papaz, arkasından araba gidiyordu. Arabanın yanlarında o dört adam. Daha arkada müdürle ben, en arkada da hastabakıcı kadınla M. Perez.

Gök güneş içindeydi. Kızgın hava toprağın üzerine ağır basmaya başlıyor ve sıcaklık hızla artıyordu. Bilmiyorum neden, yola koyulmadan, bir hayli bekledik. Koyu renk elbiselerim içinde sıcaktan bunalı-yordum. Şapkasını giyen ufak tefek ihtiyar yeniden başını açtı. Müdür ihtiyarın sözünü ettiği vakit, ben de ona bakıyordum. Dediğine göre, annemle M. Perez yanlarına bir hastabakıcı alır, sık sık köye kadar gezmeye çıkarlarmış. Ben, dört bir yanımdaki kırlara baktım. Gökyüzüne yakın tepelere kadar uzanan servi dizileri, şu bütün çizgileriyle gözüken seyrek evleri, şu kızıllı yeşilli toprağı seyrederken, anacığımı anlıyordum. Bugünse, dört bir yandan taşarak görünümü titreten güneş, onu sanki acımasız ve ezici bir bale sokuyordu.

Yola koyulduk. Ancak o zaman M. Perez’in hafif topalladığını fark ettim. Araba yavaş yavaş hızlanıyor, ihtiyar gerilerde kalıyordu. Arabanın çevresindeki adamlardan biri de arkalarda kalmıştı. Şimdi benimle atbaşı birlikte yürüyordu. Güneşin gökyüzüne yükselişindeki çabukluğa şaşıyordum. Kırların böcek vızıltıları, ot çıtırtılarıyla dolup taştığını fark ettim. Yüzümden ter damlıyordu. Başımda şapkam olmadığı için mendilimle yelpazeleniyordum. Cenaze görevlisi o zaman birşeyler söyledi, ama iyi duymadım. Aynı zamanda sağ eliyle kasketini aralamış, sol elindeki mendille de başının terini kuruluyordu. “Efendim?” dedim. Gökyüzünü göstererek, “İnsanın beynine vuruyor,” diye tekrarladı. Ben de, “Evet!” dedim. Biraz sonra, “Anneniz, değil mi?” diye sordu. Yine, “Evet,” diye karşılık verdim. “Yaşlı mıydı?” Yaşını tam olarak bilmediğim için, “Eh oldukça,” dedim. Sonra sustu. Başımı çevirdim, ihtiyar Perez’in elli metre kadar gerimizde olduğunu gördüm. Fötr şapkasını elinde sallaya sallaya habire yürüyordu. Müdüre de bir göz attım. Gereksiz hiçbir hareket yapmadan, vakarlı vakarlı ilerliyordu. Alnında birkaç ter damlası parıldıyordu, ama silmiyordu.

Alay biraz hızlanmıştı sanırım. Çevremde güneşe boğulmuş hep aynı ışıklı kırlar uzanıyordu. Gökyüzünün parıltısı dayanılır gibi değildi. Bir ara yolun yakın zamanda onarılmış bir kesimine geçtik. Güneş, ziftleri eritmişti. Ayaklar, içine gömülüyor, parlak yüzeyinde izler bırakıyordu. Arabacının meşin şapkası bile, bu kara çamura bulanmış gibiydi. Ben mavi ve beyaz gökle bu renklerin tekdüzeliği, katranın yapışkan karası, elbiselerin donuk karası ve arabanın parlak karası arasında biraz afallamıştım. Bütün bunlar, güneş, arabanın koşum kayışlarının kokusu, at pisliği, cila ve buhur kokuları, uykusuz geçen bir gecenin yorgunluğu gözlerimi de, düşüncelerimi de bulandırmaktaydı. Başımı bir kez daha geriye çevirdim: Perez bana çok uzaklarda, bir sıcak bulut içinde kaybolmuş gibiydi, sonra büsbütün görünmez oldu. Onu gözlerimle aradım, yoldan çıkıp tarlalara daldığını gördüm. Karşıda yolun kıvrıldığını fark ettim. Bu memleketi iyi bilen Perez bize yetişmek için kestirmeden gidiyordu. Yolun dönemecinde gelip bize ulaştı. Sonra, yine kayboldu. Yine tarlalara daldı ve bu hep böyle sürüp gitti. Ben, kanımın şakaklarımda attığını duyuyordum.

Sonra her şey öylesine acele, kesin ve doğal geçti ki, artık hiçbir şeyi anımsamıyorum. Yalnız bir şey anımsıyorum: köye girerken hastabakıcı kadın bana birşeyler söyledi. Yüzüne hiç uymayan, uyumlu, titrek, tuhaf bir sesi vardı. Bana: “İnsan yavaş gitse, güneş çarpar, hızlı gitse kan ter içinde kalır, sonra, kilisede soğuk alır, şifayı bulur,” dedi. Hakkı vardı. Çıkar yolu yoktu bunun. Kafamda bugünden daha başka anılar da kalmış. Örneğin, Perez’in son olarak, köye yakın, gelip bize ulaştığı zamanki çehresi. Yanakları iri iri dermansızlık ve ıstırap yaşlarıyla doluydu. Ama, buruşuklar yüzünden akamıyor, yayılıp yeniden birleşiyor ve bu bitik yüzü cilalı bir su birikintisi ile kaplıyordu. Sonra, belleğimde, kilise, kaldırımlar üzerindeki köylüler, mezarlar üstündeki kırmızı ıtır çiçekleri, Perez’in bayılması (sanki kolları, bacakları ayrılmış bir kukla gibiydi), anacığımın tabutu üstüne dökülen kan rengi topraklar, topraklara karışan köklerin beyaz eti, yine bir sürü insan, sesler, köy, bir kahve önünde bekleyiş, motorun bitmez tükenmez homurtusu kalmış. Sonra otobüsün Cezayir’in ışık yuvasına girdiği ve kendimi yatağıma atıp on iki saat uyuyacağımı düşündüğüm zamanki sevincim.

Yabancı
Albert Camus
Fransızca’dan Çeviren: Vedat Günyol

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz