ALBERT CAMUS: AKINTIYA BIRAKMALIYIZ KENDİMİZİ, GÜCÜ TÜKENİNCEYE DEK YÜZMÜŞ OLANLAR GİBİ

Bir sabah, birdenbire, martılar görünmez oluyor. Her türlü karadan uzağız, yelkenlerimiz ve makinelerimizle yalnızız.
Çevrenle de yalnızız. Dalgalar görünmez Doğu’dan geliyor, birer birer, sabırla; bize dek geliyor ve sabırla, gene bilinmedik Batı’ya doğru gidiyorlar, birer birer. Uzun bir ilerleme, hiçbir zaman başlamayan, hiçbir zaman bitmeyen… Dere ve ırmak geçer, deniz geçer ve kalır. Böyle sevmek gerekir işte, sadık ve kaçak. Denizle evleniyorum.

DENİZİN BAĞRINDA
Gemi günlüğü

Denizde büyüdüm ve yoksulluk benim için şatafatlı bir şey oldu, sonra denizi yitirdim, o zaman her türlü lüks donuk, yoksunluk katlanılmaz göründü gözüme. O gün bu gün, beklerim. Dönecek gemileri, su evini, duru günü beklerim. Sabrederim, tüm güçlerimle saygılıyım. Güzel bilgiç sokaklardan geçtiğimi görürler, görünümlere hayran kalırım, herkes gibi alkışlarım, el sıkışırım, konuşan ben değilimdir. Överler, biraz dalarım, aşağılarlar, pek şaşmam. Sonra unutur ve beni aşağılayana gülümserim ya da sevdiğim kişiye gereğinden çok kibar bir selam veririm. Belleğim ancak tek bir imgeye yetiyorsa, ne yapayım? Sonra kim olduğumu söyleyeyim diye dayatırlar. “Daha hiçbir şey, daha hiçbir şey…”

Cenazelerde aşarım kendimi. Çok iyiyimdir, gerçekten. Demir işleriyle çiçeklenmiş banliyölerde ağır adımlarla yürürüm, beton ağaçlarla çevrili ve insanı soğuk deliklere götüren geniş yollara saparım. Burada, göğün zar zor kızarmış pamuğu altında, becerikli arkadaşların dostlarımı üç metre derine gömmelerine bakarım. O zaman çamurlu bir elin uzattığı çiçeği atacak olursam, dosdoğru çukura gider. Saygım kesin, heyecanım tam, başım uygun biçimde eğilmiştir. Sözlerimin tam yerinde olmasına hayran kalırlar. Ama bir üstünlüğüm yoktur: Beklerim.

Uzun süre beklerim. Bazı bazı, ayağım sürçer, elim boşa gider, başarı kaçar benden. Ne çıkar, o zaman yalnızımdır. Böyle uyanırım karanlıkta ve yarı uyur, yarı uyanık, bir dalga sesi duyar gibi olurum, suların soluk alışını. İyice uyanınca, yapraklar arasında yeli ve ıssız kentin mutsuz uğultusunu tanırım. Sonra, sıkıntımı gizlemek ya da modaya göre giydirmek için tüm sanatımı da kullansam fazla gelmez.

Başka seferlerde, tersine, yardım görürüm. New York’ta, kimi günler, milyonlarca insanın gidip geldiği şu taş ve çelik kuyularının dibinde yolumu şaşırınca, sonunu göremeden, bitkin, birinden öbürüne koşup dururdum, ancak kendisi de çıkışını arayan insan kitlesinden başka dayanacak hiçbir şey kalmayıncaya dek. Boğulurdum o zaman, ürküntüden haykıracak gibi olurdum. Ama, her seferinde, bir römorkörün uzak seslenişi bana bu kentin, bu kuru sarnıcın bir ada olduğunu ve vaftiz suyumun, Battery’nin en ucunda, kara ve kokuşmuş, içi boş mantarlarla kaplı, beni beklediğini anımsatırdı.

SEVİP DE AYRI OLANLAR, ACI ÇEKERLER AMA UMUTSUZ DEĞİLLER ÇÜNKÜ; AŞKA İNANIRLAR

Böylece, hiçbir şeyim yokken, servetimi elimden çıkarmışken, tüm evlerimin yanında kamp kurarken, istedim mi her şeyim vardır gene de, her saatte demir alabilirim, umutsuzluk beni tanımaz. Umutsuz kişi için yurt yoktur, oysa, ben bilirim ki, deniz hem önümden gider, hem arkamdan gelir, çılgınlık hep elimin altındadır. Birbirlerini sevip de ayrı olanlar acı içinde yaşayabilirler ama umutsuzluk değildir onlarınki: Bilirler ki aşk vardır. İşte bu nedenle, gözlerim kuru, sürgünün acısını çekerim. Beklerim gene. Bir gün gelir, en sonunda…

Tayfaların çıplak ayakları usul usul güverteyi dövüyor. Doğan günle birlikte kalkıyoruz. Daha biz limandan çıkar çıkmaz, kısa ve güçlü bir yel denizi sertçe süpürüyor, deniz de küçük, köpüksüz dalgalarla bulanıyor. Biraz sonra yel serinliyor ve denize hemen arkasından yok oluveren kamelyalar serpiştiriyor. Böylece, bütün sabah, yelkenlerimiz keyifli bir canlı balık havuzunun yukarısında şakırdayıp duruyor. Sular ağır, pul pul, taze köpüklerle kaplı. Zaman zaman, dalgalar pruvaya çarpıp şapırdıyor; acı ve yağımsı bir köpük, tanrıların tükürüğü, ahşap boyunca suya dek kayarak burada ölüp yeniden dirilen resimler gibi dağılıyor, mavili aklı bir ineğin, izimizin ardında daha uzun süre sürüklenen bitkin hayvanın tüyleri.

Yola çıkışımızdan beri, martılar, gözle görülür bir çaba harcamadan, neredeyse kanat bile çırpmadan, teknemizi izliyor. Dümdüz bir çizgi biçiminde, güzelim uçuşları meltemden destek almaz gibi. Birdenbire, mutfak yanında sert bir cumburtu kuşlar arasında bir oburluk atılımı yaratıyor, güzel uçuşu altüst ediyor ve ak kanatlardan bir ateş tutuşturuyor. Martılar her yönde çılgınca dönüyor, sonra, hızlarından hiçbir şey yitirmeden, denize doğru dikilmek üzere birbiri ardından kalabalığı bırakıyorlar. Birkaç saniye sonra, işte gene denizin üstünde dalganın çukuruna yerleşmişler; çöplerden oluşan besini ağır ağır didikleyen bu kavgacı kümeyi geride bırakıyoruz.

Öğleyin, kulakları sağır eden bir güneş altında, deniz hafiften kabarıyor, yorgunluktan bitmiş. Kendi üstüne devrildiği zaman, sessizliği çınlatıyor. Bir saatlik bir pişme, sonra solgun su, iyice ağarmış, geniş sac tabaka, cızırdıyor. Cızırdıyor, tütüyor, yanıyor en sonunda. Bir an sonra, güneşe şimdi dalgalar ve karanlıklar içinde olan ıslak yüzünü sunmak üzere, ters dönecek.

Hercules kapılarını, Antaios’un öldüğü burnu geçiyoruz. Ötede, okyanus her yanda, Horn’u ve Bonne Espérance’ı aşıyoruz, enlemler boylamlarla kaynaşıyor, Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu’nu içiyor. Hemen sonra, Vancouver’e yönelip ağır ağır Güney denizlerine doğru ilerliyoruz. Birkaç yüz metrede, Paskalya, Désolation ve Hebridler sıra sıra geçiyor önümüzden. Bir sabah, birdenbire, martılar görünmez oluyor. Her türlü karadan uzağız, yelkenlerimiz ve makinelerimizle yalnızız.

Çevrenle de yalnızız. Dalgalar görünmez Doğu’dan geliyor, birer birer, sabırla; bize dek geliyor ve sabırla, gene bilinmedik Batı’ya doğru gidiyorlar, birer birer. Uzun bir ilerleme, hiçbir zaman başlamayan, hiçbir zaman bitmeyen… Dere ve ırmak geçer, deniz geçer ve kalır. Böyle sevmek gerekir işte, sadık ve kaçak. Denizle evleniyorum.

Dört bir yan su. Güneş alçalıyor, çevrenden önce sis yutuyor güneşi. Kısa bir an, denizin bir yanı pembe, bir yanı mavi. Sonra sular kararıyor. Çift direkli tekne, ufacık, yoğun ve soluk madenden, kusursuz bir halkanın yüzeyinde kayıyor. Ve en büyük yatışma saatinde, yaklaşan akşamda, sulardan yüzlerce domuzbalığı çıkıyor, çevremizde bir an bekleyip insansız çevrene doğru kaçıyorlar. Onlar gidince, ilkel suların sessizliği ve sıkıntısı başlıyor.
Biraz sonra, Dönence’nin üzerinde bir buzdağıyla karşılaşıyoruz. Hiç kuşkusuz sıcak sularda uzun yolculuğundan sonra görünmez olmuş ama etkili: Teknenin sancak yanı boyunca uzanıyor, iskele yanında kuru bir gün ölürken, bu yanda halatlar kısa bir süre bir buz çiyiyle kaplanıyor.

Gece denizin üstüne inmiyor. Tam tersine, önceden içine gömülmüş bir güneşin yavaş yavaş yoğun külleriyle kararttığı suların dibinden hâlâ solgun göğe doğru çıkıyor. Kısa bir an, Zühre yıldızı kara dalgaların üzerinde yalnız kalıyor. Göz açıp kapayıncaya dek, sıvı gecede yıldızlar kaynaşıyor.

Ay doğdu. Önce suların yüzeyini hafiften aydınlatıyor, daha da yükseliyor, esnek suyun üstüne yazı yazıyor. Sonunda en yüksek noktada, bütün bir deniz kuşağını, geminin devinisiyle karanlık okyanusta tükenmemesiye bize doğru inen zengin süt ırmağını ışıtıyor. İşte sadık gece, yakıcı ışıklar, alkol, isteğin gümbürtüsü içinde çağırdığım serin gece.
Öyle uçsuz bucaksız uzamlar üstünde gidiyoruz ki, hiç sonuna varamayacakmışız gibi geliyor bize. Işığın ve karanlığın akışına göre, güneş ve ay birbiri ardından çıkıp iniyor. Denizde günler, mutluluk gibi hep birbirine benzeyen…

Stevenson’ın söz ettiği şu unutuşa başkaldıran, anıya başkaldıran yaşam…
Şafak. Yengeç burcunu dikey olarak kesiyoruz, sular inleyip çırpınıyor. Çelik pullarla dolu, çalkantılı bir deniz üzerine gün doğuyor. Gök, sanki güneş bulutların derinliğinde, gökkubbesinin bir başından bir başına sıvılaşmışçasına, ölü ama katlanılmaz ölçüde parlak, sisten ve sıcaktan ak. Çürümüş bir deniz üzerinde hasta gök. Saat ilerledikçe, kurşun rengi havada sıcak artıyor. Gün boyunca, truva bodosloması uçan balık bulutlarını, bu küçük demir kuşları, dalga çalılıklarının dışına uğratıyor.

Öğleden sonra, kentlere doğru giden bir şilebe rastlıyoruz. Düdüklerimizin üç tarihöncesi hayvan çığlığıyla selamlaşması, denizde yitip başka insanların varlığıyla uyanmış yolcuların işaretleri, iki gemi arasında yavaş yavaş büyüyen uzaklık, en sonunda güvenilmez sular üzerinde ayrılış, derken yürek daralıyor. Yalnızlığı ve denizi seven ve sevmekten de hiç vazgeçmeyecek olan bu tahtalara yapışmış, akıntıya kapılmış adalar, ardında uçsuz bucaksız okyanusların yelesi üzerine atılmış inatçı çılgınlar!

Atlas Okyanusu’nun tam ortasında, bir kutuptan ötekine dursuz duraksız esmekte olan yabanıl yeller altında eğiliyoruz. Kopardığımız her çığlık yitip gidiyor, sınırsız uzamlara doğru havalanıyor. Ama bu çığlık, gün gün ardından yellerce taşınacak, en sonunda karanın yassılmış uçlarından birine yanaşacak ve donmuş duvarlar üzerinde uzun uzun çınlayacak, ta ki bir yerlerde, kardan kabuğu içinde yitip gitmiş bir adam onu duyuncaya ve hoşnut kalıp gülümseyinceye dek.

Saat iki güneşinin altında yarı uyur yarı uyanıktım; korkunç bir gürültü beni uyandırdı. Güneşi denizin dibinde gördüm, çalkantılı gökte dalgalar egemendi. Birden, deniz yanıyor, güneş, buz gibi, yavaş yavaş gırtlağıma akıyordu. Çevremde, tayfalar gülüyor, ağlıyorlardı. Birbirlerini seviyorlardı ama bağışlayamıyorlardı. O gün, dünyayı nasılsa öyle tanıdım, iyiliğinin aynı zamanda zarar verici, kıyalarının kurtarıcı olduğunu benimsemeye karar verdim. O gün, birinin hiçbir zaman söylenmemesi gereken iki gerçek bulunduğunu anladım.

Tuhaf mı tuhaf, biraz kırpılmış Güney Yarımküre ayı, bize birkaç gece eşlik ediyor, sonra gökten hızla suya kayıyor, o da kendisini yutuyor. Güneyhaçı, seyrek yıldızlar, gözenekli hava kalıyor. Aynı anda, yel tümüyle kesiliyor. Gök kımıltısız yelken direklerimizin yukarısında kayıyor, yalpalanıyor. Motor durmuş, yelkenler bozulmuş, su dostça böğürlerimizi döverken, sıcak gecede ıslık çalıyoruz. Hiçbir buyruk yok, makineler susuyor. Neden sürdürmeli gerçekten ve neden geri dönmeli? Her isteğimiz yerine gelmiş, dilsiz bir çılgınlık, yenilmez bir biçimde, bizi uyutuyor. Böylece bir gün gelir, her şeyi yerine getirir; o zaman akıntıya bırakmalıyız kendimizi, gücü tükeninceye dek yüzmüş olanlar gibi. Neyi yerine getirmeli? Başından beri, kendime bile açamıyorum bunu. Ey acı yatak, prens yatağı, taç suların dibinde!

Sabah, pervanemiz usul usul ılık suyu köpürtüyor. Yeniden hızlanıyoruz. Öğleye doğru, uzak kıtalardan gelmiş bir geyik sürüsü çıkıyor karşımıza, bizi geçiyor ve düzenli bir biçimde kuzeye doğru yüzüyor; arkalarından renk renk kuşlar geliyor, zaman zaman, boynuzlarına konup soluklanıyorlar. Bu uğultulu orman yavaş yavaş çevrende siliniyor. Az sonra, deniz görülmedik sarı çiçeklerle kaplanıyor. Akşama doğru, uzun saatler boyunca, görünmez bir şarkı önümüzden gidiyor. Uyuyorum, içli dışlı.

Tüm yelkenler belirgin bir melteme açılmış, duru ve kaslı bir deniz üzerinde kayıp gidiyoruz. Hızın doruğunda, dümen iskele tarafına çevriliyor. Günün sonuna doğruysa, hızımızı daha da artırarak, sancak tarafına yatıyoruz; öyle ki yelkenimiz suyu sıyırıyor; olanca hızımızla bir Güney kıtası boyunca ilerliyoruz, bir zamanlar, bir uçağın yabanıl tabutunda, kör uçuşla, üzerinden uçtuğum için tanıyorum onu. Tembel bir kral gibi kayıp gidiyordu o zaman; denizi bekliyor, hiçbir zaman ulaşamıyordum. Canavar uluyor, Peru guanolarını kaldırıyor, Büyük Okyanus plajlarının yukarılarına atılıyor, Andların ak ve kırık kaburgalarının, sonra sinek sürüleriyle kaplı, uçsuz bucaksız Arjantin ovasının üstünden uçuyor, bir kanat vuruşuyla süte batmış Uruguay çayırlarını Venezuela’nın kara ırmaklarıyla birleştiriyor, yere iniyor, gene uluyor, yutulacak yeni boş uzamlar karşısında istekle titriyor, tüm bunlarla birlikte de ilerlememeye, en azından bunu çarpıntılı, inatçı bir ağırlık, şaşkın, değişmez, zehirlenmiş bir güçle yapmaya hiç ara vermiyordu. O zaman maden hücremde ölüyor, kıyalar, taşkın şenlikler düşlüyordum. Uzam yoksa, suçsuzluk da, özgürlük de yoktur! Soluk alamayan için hapishane ölüm ya da çılgınlıktır; öldürmekten ve sahip olmaktan başka ne yapılabilir burada? Bugün, tersine, gırtlağıma dek soluklarla doluyum, tüm kanatlarımız mavi havada şaklıyor, hızdan haykıracağım, açıölçerlerimizi ve pusulalarımızı suya atıyoruz.

Zorlu yelin altında, yelkenlerimiz birer demir. Kıyı gözlerimizin önünden hızla akıyor, kökleri zümrüt denizkulaklarına dalan görkemli hindistancevizi ormanları, durgun körfezler, kırmızı yelkenlerle ay kumları. Büyük yapılar beliriyor birden; hizmet avlusunda başlayan girilmemiş ormanın ilerlemesi sonucu şimdiden çatlamışlar; şurada burada sarı bir altınkökü ya da dalları mor bir ağaç bir pencereyi deliyor; Rio en sonunda arkamızda yıkılıyor ve yeni yıkıntılarını bitkiler örtecek, burada Tijuca maymunları kahkahalar koparacak. Biraz daha hızlı, dalgaların kum demetleri gibi fışkırdığı büyük plajlar boyunca, biraz daha hızlı, Uruguay’ın koyunları denize giriyor ve birden sararıveriyor. Sonra, Arjantin kıyısında, kocaman ateşler, düzenli aralıklarla, gökyüzüne doğru ağır ağır kızaran yarım öküzler yükseltiyor. Karanlıkta, Tierre del Fuego’nun buzları teknemizi saatlerce dövüyor, gemi ancak yavaşlıyor ve çark ediyor. Sabahleyin, yeşilli beyazlı soğuk köpüğü, binlerce kilometrelik Şili kıyısınca kaynayan Büyük Okyanus’un tek dalgası, bizi ağır ağır kaldırıyor ve karaya oturma tehlikesi baş gösteriyor. Dümen kırıp tehlikeyi atlatıyor, Kerguelen’i geçiyoruz. Tatsız tuzsuz akşamda ilk Malezya kayıkları bize doğru ilerliyor.
Çocukluğumda okuduğum bir kitabın eşsiz çocukları, “Denize! Denize!” diye haykırıyorlardı. Bu kitabın her şeyini unuttum, yalnız bu haykırış kaldı belleğimde. “Denize!” ve Hint Okyanusu’ndan Kızıldeniz bulvarına dek, sessiz gecelerde, çölün önce yanıp sonra donan taşlarının birer birer çatladığı işitilen Kızıldeniz bulvarına dek, bu haykırışların sustuğu eski denize geliyoruz.

En sonunda, bir sabah, şaşırtıcı bir sessizlikle dolu, kımıltısız yelkenlerle donanmış bir körfezde konaklıyoruz. Birkaç deniz kuşu, tek başlarına, gökte kamış parçalarını birbirlerinden kapıyorlar; gün boyunca suya giriyor, sonra kumlar üstünde kuruyoruz. Akşam olunca, yeşerip gerileyen bir gökyüzü altında, deniz daha da yatışıyor, oysa öylesine durgundu ki. Kısacık dalgalar ılık kıyıya bir köpük buğusu üflüyor. Deniz kuşları görünmez oldu. Yalnız bir uzam kalıyor, kımıltısız yolcuya sunulmuş.

Yumuşacıklığı uzayan kimi geceler, evet, onların bizden sonra da karaya ve denize geleceklerini bilmek ölmeyi kolaylaştırır. Her zaman sürülmüş, her zaman el değmemiş, büyük deniz, geceyle dinim! Bizi yıkar, verimsiz izlerinde doyurur, bizi kurtarır ve ayakta tutar. Her dalgada, bir vaat, hep aynı. Dalga ne söyler? Yerimi kimseler bilmeden, soğuk dağlar arasında, yakınlarımca yadsınmış, gücümün sonuna gelmiş durumda ölmem gerekseydi, deniz, son anda, hücremi doldurur, beni kendi kendimin üstünde tutar, kinsiz ölmeme yardım ederdi.

Gece yarısı, kıyıda yalnız başımayım. Biraz daha bekleyip gideceğim. Göğün kendisi de kazaya uğramış, tüm yıldızlarıyla birlikte, şu saatte, tüm dünyada, ateşler içinde, limanların karanlık sularını aydınlatan şu şilepler gibi. Uzam ve sessizlik yüreğin üstüne tüm ağırlığıyla çöküyor. Birden bastıran bir aşk, bir büyük yapıt, belirleyici bir edim, dönüştüren bir düşünce, kimi anlarda aynı katlanılmaz sıkıntıyı verir, karşı konulmaz bir çekimle birlikte. Güzelim var olma bunalımı, adını bilmediğimiz bir tehlikenin çok hoş yakınlığı, yaşamak, o zaman, kendi yıkımımıza koşmak mıdır? Yeniden, durup dinlenmeden, yıkımımıza koşalım.
Hep açık denizde, tehlike içinde, krallara yaraşır bir mutluluğun göbeğinde yaşıyormuşum gibi gelmiştir bana.

(1953)
Albert Camus
Kaynak: Yaz
Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel, Can yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz