ALBERT CAMUS: DOĞDUĞU YERDEN BAŞKA HER YERDE KENDİNİ SÜRGÜN GİBİ GÖRÜYOR

KONUK

Öğretmen iki adamın kendisine doğru tırmanışına bakıyordu. Biri atlı, biri yayaydı. Bir tepenin yamacına yapılmış olan okula götüren dik patikaya gelmemişlerdi daha. Yüksek, ıssız yaylanın uçsuz bucaksız uzamında, taşlar arasında, karlar içinde ağır ağır ilerlerken zorlanıyorlardı. Zaman zaman, at gözle görünür biçimde tökezliyordu. Şimdilik sesi duyulmuyordu, ama o anda burun deliklerinden çıkan buhar demeti görünüyordu. Adamlardan en azından biri buraları biliyordu. Kaç gündür ak ve kirli bir katman altında silinmiş olan yolu izlemekteydi. Öğretmen yarım saatten önce tepede olamayacaklarını hesapladı. Hava soğuktu; bir kazak almak için okula döndü.

Boş ve buz gibi sınıfın içinden geçti. Karatahtanın üstünde, Fransa’nın ayrı renklerde tebeşirlerle çizilmiş dört ırmağı, üç gündür koylarına doğru akmaktaydı. Sekiz aylık bir kuraklıktan sonra, yağmur bir geçiş oluşturmadan, birdenbire ekim ortasında kar yağmıştı ve yaylaya serpilmiş köylerde oturan yirmi dolayında öğrenci artık okula gelmiyordu. Güzel havayı beklemek gerekiyordu. Daru artık sınıfın bitişiğinde bulunan, doğu yanında yaylaya da açılan ve konutunu oluşturan tek odayı ısıtıyordu yalnızca. Bir penceresi de, sınıfınkiler gibi, güneye bakıyordu. Bu yanda, okul yaylanın güneye doğru inmeye başladığı yere birkaç kilometre uzaktaydı. Duru havalarda, çölün kapısının açıldığı dağlık kolun mor kitleleri görülebiliyordu.

Daru, biraz ısındıktan sonra, iki adamı ilk kez gördüğü pencereye döndü. Artık görünmüyorlardı. Demek dik patikayı tırmanmaya başlamışlardı. Göğün koyuluğu azalmıştı: gece, kar yağışı kesilmişti. Sabah kirli bir ışıkla başlamış, bulutların tavanı yükseldikçe bu ışık azıcık artmıştı. Öğleden sonra ikide, gün daha yeni başlıyor diyeceği gelirdi insanın. Ama sınıfın çifte kapısını sarsan ufak yel yükselişleriyle sonu gelmez karanlıklar ortasında kar yağan o üç günden daha iyiydi böylesi. Daru o zaman odasında uzun saatler boyunca sabırla bekliyor, yalnızca sundurmanın altına gidip tavuklara bakmak ve kömür almak için çıkıyordu. Bereket versin, Tadjit’in, kuzeydeki en yakın köyün kamyoneti yiyeceğini tipiden iki gün önce getirmişti. Kırk sekiz saat içinde gene gelecekti.

Ayrıca, aileleri kuraklıktan zarar görmüş çocuklara dağıtılmak üzere yönetimce yedek olarak getirilip küçük odaya doldurulan buğday çuvallarıyla bir kuşatmaya bile dayanabilirdi. Gerçekte, hepsi de yoksul olduğuna göre, yıkım hepsini vurmuştu. Her gün, Daru çocuklara bir pay dağıtmaktaydı. Bu kötü günlerde bundan yoksun kalmışlardı, bunu iyi biliyordu. Belki de babalardan ya da büyük kardeşlerden biri gelecekti bu akşam, onlara buğday verebilirdi. Gelecek ürüne kadar idare etmek gerekiyordu, hepsi buydu. Şimdi Fransa’dan buğday gemileri gelmekteydi, işin en zor yanı atlatılmıştı. Ama bu yoksunluğu, güneşin altında dolaşan bu paçavralı hayaletler ordusunu, her ay biraz daha kavrulmuş yaylaları, her taşı ayaklar altında parçalanıp toz olan, yavaş yavaş kuruyup kıvrılmış, tam anlamıyla kıvrılmış toprağı unutmak zor olacaktı. Koyunlar bin bin ölüyordu, şurada burada da, her zaman bilinemeden, birtakım insanlar ölmekteydi.

O, bu uzak okulda nerdeyse bir keşiş yaşamı sürmekteydi, ayrıca elindeki azıcık şeyden ve bu çetin yaşamdan hoşnuttu, bu yoksunluk karşısında kaba sıvalı duvarları, dar sediri, köknar rafları, kuyusu, haftada bir su ve besin gereksiniminin sağlanmasıyla, bir beyzade gibi görmüştü kendini. Sonra, birdenbire, yağmurun dinginliği olmadan, bu kar. Memleket böyleydi, yaşanması zordu, insanlar olmadan da zordu, ayrıca hiçbir şeyi düzelttikleri de yoktu. Ama Daru burada doğmuştu, başka her yerde sürgün gibi görüyordu kendini.

Dışarıya çıktı, okulun önündeki toprak sekide ilerledi. İki adam şimdi yokuşun ortalarındaydı. Atlıyı tanıdı, uzun süredir tanıdığı Balducci’ydi. Balducci bir ipin ucunda bir Arap tutuyor, Arap, elleri bağlı, başı önünde, arkasından ilerliyordu. Jandarma selamlar gibi elini salladı, Daru, ayakları sandallar içinde, ama ham yünden çoraplarla örtülü, başında dar ve kısa bir kefye, bir zamanlar mavi olan bir cellaba giymiş Arap’a bakmaya dalmıştı tümüyle, yanıt vermedi. Yaklaşıyorlardı. Balducci adamını yaralamamak için atını yavaş sürüyor, topluluk ağır ilerliyordu.

Ses erişecek kadar yakına geldikleri zaman, Balducci, “El Ameur’den buraya üç kilometre yolu bir saatte geldik!” diye bağırdı. Daru yanıt vermedi. Kalın kazağının içinde kısa ve toplu, onların tırmanışına bakıyordu. Arap bir kez bile başını kaldırmamıştı. Dolma toprağın üzerine çıktıkları zaman, “Merhaba,” dedi Daru. “Girin, ısının.” Balducci ipi bırakmadan, zorlukla attan indi. Diken diken bıyıklarının altından öğretmene gülümsedi. Yanmış alnının altında koyu renkli, küçük ve çok çukur gözleri, kırışıklarla çevrili ağzı, kendisine dikkatli ve özenli bir hava veriyordu. Daru gemi aldı, hayvanı sundurmaya doğru götürdü, şimdi kendisini okulda bekleyen iki adamın yanına döndü. Onları odasına aldı. “Sınıfı ısıtayım. Orada daha rahat oluruz,” dedi. Odaya döndüğü zaman, Balducci divanın üstündeydi. Kendisini Arap’a bağlayan ipi çözmüş, Arap sobanın yanına çökmüştü. Elleri hep bağlıydı, şimdi eşyasını arkaya itmiş, pencereye doğru bakıyordu. Daru önce yalnızca kocaman, dolgun, parlak, nerdeyse zencilere özgü dudaklarını gördü; oysa burnu düz, gözleri koyu ve ateş gibiydi. Şeşyanın altında inatçı bir alın ve iyice yanmış, ama soğuktan biraz solmuş derisinin altında tüm yüzünde kaygılı ve sert bir hava vardı, Arap yüzünü kendinden yana çevirerek dosdoğru gözlerinin içine bakınca, bu hava Daru’yü sarstı. “Yana geçin, size naneli çay yapayım,” dedi öğretmen. “Teşekkür ederim,” dedi Balducci. “Ne işti ya! Gel, emeklilik, gel!” Sonra tutsağa arapça, “Gel bakalım,” dedi. Arap kalktı ve bileklerini önünde birleşmiş durumda tutarak ağır ağır okula geçti.

Daru çayla bir de iskemle getirdi. Balducci şimdiden ilk öğrenci masasına kurulmuş, Arap da masayla pencere arasında bulunan sobaya karşı, çömelip öğretmen peykesine yaslanmıştı. Tutukluya çay bardağını uzatırken, Daru bağlı elleri karşısında duraladı. “Çözülebilir belki de.” “Kuşkusuz,” dedi Balducci. “Yol için takmıştık.” Kalkar gibi yaptı. Ama Daru bardağı yere koyup Arap’ın yanına çökmüştü. Arap, hiçbir şey söylemeden, ateşli gözleriyle onun devinilerini izliyordu. Elleri serbest kalınca, şişmiş bileklerini birbirine sürdü, çay bardağını eline aldı, çayı ufak ve hızlı yudumlarla içti.

“Pekâlâ,” dedi Daru. “Yolculuk nereye böyle?”

Balducci bıyığını çaydan ayırdı:

“Buraya, oğlum.”

“Kıyak öğrencilersiniz hani! Burada mı yatıyorsunuz?”

“Hayır. Ben birazdan El Ameur’e döneceğim. Sen de arkadaşı Tinguit’e teslim edeceksin. Karma bucakta bekliyorlar onu.”

Balducci Daru’ye hafif bir dostluk gülümsemesiyle bakıyordu.

“Sen neler anlatıyorsun?” dedi öğretmen. “Benimle dalga mı geçiyorsun?”

“Hayır, evlat. Emir böyle.”

“Emir mi? Ama ben…”

Daru duraladı; yaşlı Korsikalı’yı üzmek istemiyordu.

“Ne de olsa benim mesleğim değil.”

“Değilse ne olacakmış ki? Savaşta her iş yapılır.”

“Ben de savaşın ilanını beklerim o zaman!”

Balducci başıyla doğruladı.

“Güzel. Ama emirler ortada ve seni de ilgilendiriyor. Ortalık kaynıyor, anlaşılan. Yakında ayaklanma çıkacak diyorlar. Bir anlamda silah altındayız.”

Daru inatçı havasını sürdürmekteydi.

“Dinle, evlat,” dedi Balducci. “Seni severim, anlaman gerekir. El Ameur’de küçük bir bölgede on iki kişi devriye geziyoruz, benim de dönmem gerek. Bu zebrayı sana bırakıp çabucak dönmemi söylediler. Orada tutamazdık, köyü kaynıyordu, onu geri almak istiyorlardı. Yarın gündüz gözüyle onu Tinguit’ye götürmen gerek. Senin gibi sağlam bir çocuk yirmi kilometreden korkacak değil ya. Sonra bitecek. Öğrencilerine ve rahat yaşamına yeniden kavuşacaksın.”

Duvarın ardında, atın soluduğu ve ayağını yere vurduğu duyuldu. Daru pencereden baktı. Hava gerçekten açıyordu, karlı yaylanın üstünde ışık yayılıyordu. Tüm kar eridikten sonra, güneş egemenliğini yeniden sürdürmeye başlayacak ve bir kez daha taş tarlalarını kavuracaktı. Daha günler boyunca, hiç değişmez gökyüzü hiçbir şeyin insanı anımsatmadığı ıssız uzamın üstüne kuru ışığını boşaltacaktı.

Balducci’ye doğru döndü:

“Her neyse, ne yapmış?” dedi.

Ve jandarmanın ağzını açmasına zaman kalmadan, “Fransızca konuşuyor mu?” diye sordu.

“Hayır, tek sözcük bile. Bir aydır aranıyordu, ama saklıyorlardı. Bir akrabasını öldürmüş.”

“Bize karşı mı?”

“Sanmam. Ama hiçbir zaman bilemeyiz ki.”

“Neden öldürmüş?”

“Sanırım, aile sorunları. Biri ötekine buğday borçluymuş, anlaşılan. Budama bıçağıyla vurup öldürmüş akrabasını. Bilirsin, koyun keser gibi, gırç!”

Balducci bıçağı gırtlağından geçirir gibi yaptı, Arap, dikkati uyanmış, ona bir tür kaygıyla bakıyordu. Daru’nün içinde beklenmedik bir öfke doğdu bu adama karşı, tüm insanlara ve iğrenç kötülüklerine karşı, bitmez tükenmez kinlerine, kan çılgınlıklarına karşı.

Ama sobanın üstünde çaydanlık fokurduyordu. Balducci’ye yeniden çay verdi, duraladı, sonra Arap’ın çayını da yeniledi, o da ikinci kez, oburca içti. Kalkan kolları şimdi cellabasını aralamaktaydı, öğretmen zayıf ve kaslı göğsünü gördü.

“Teşekkür ederim, evlat,” dedi Balducci. “Şimdi, ben kaçıyorum.”

Kalktı, cebinden bir sicim çıkararak Arap’a yöneldi.

Daru soğukça, “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

Balducci, şaşkın, ipi gösterdi ona.

“Gerek yok.”

Yaşlı jandarma duraladı.

“Nasıl istersen. Hiç kuşkusuz, silahın vardır.”

“Av tüfeğim var.”

“Nerede?”

“Sandıkta.”

“Yatağının yanında olmalı.”

“Neden? Korkacak hiçbir şeyim yok.”

“Sen oynatmışsın, evlat. Ayaklanırlarsa, hiç kimse güvende değil demektir, hepimiz aynı durumdayız.”

“Kendimi savunurum. Gelişlerini görecek zamanım var.”

Balducci gülmeye başladı, sonra bıyık hâlâ ak dişlerini birden örtüverdi.

“Zamanın var mı? Güzel. Ben de öyle diyordum. Her zaman biraz çatlaktın. Bu nedenle çok severim seni, oğlum da böyleydi.”

Aynı zamanda tabancasını çıkarıp masanın üstüne koyuyordu.

“Sende kalsın, buradan El Ameur’e iki silaha gereksinimim yok.”

Tabanca karaya boyanmış masanın üstünde parlıyordu. Jandarma kendinden yana döndüğü zaman, öğretmen meşin ve at kokusunu duydu.

Daru birden, “Bak, Balducci, tüm bunlar midemi bulandırıyor, hepsinden önce de senin bu herif. Ama onu teslim etmeyeceğim. Dövüşmek dersen, evet, gerekirse dövüşürüm. Ama bunu yapmam,” dedi.

Yaşlı adam önünde duruyor, sertçe ona bakıyordu.

“Saçmalıyorsun,” dedi ağır ağır. “Ben de sevmem bu işi. Bir adamı bağlamak, yıllardan sonra bile alışamıyor insan, hatta, evet, utanıyor. Ama istediklerini yapmalarına izin veremeyiz.”

“Teslim etmeyeceğim,” diye yineledi Daru.

“Bu bir emir, evlat. Bir daha söylüyorum.”

“Tamam. Sana söylediğimi söyle onlara: onu teslim etmeyeceğim.”

Balducci gözle görülür biçimde bir düşünce çabası harcamaktaydı. Arap’a ve Daru’ye bakıyordu. En sonunda kararını verdi.

“Hayır. Hiçbir şey söylemeyeceğim onlara. Bizi bırakmak istiyorsan, gönlün bilir, seni ihbar edecek değilim. Tutukluyu teslim etme emri elimde: ben de teslim ediyorum. Şimdi bana kâğıdı imzalayacaksın.”

“Yararı yok. Onu bana bıraktığını inkâr etmeyeceğim.”

“Benimle didişme. Gerçeği söyleyeceğini biliyorum. Buralısın, bir erkeksin. Ama imzalamak zorundasın, kural böyle.”

Daru çekmecesini açtı, dört köşeli bir mor mürekkep şişesi, yazı örnekçeleri çizmekte kullandığı kırmızı tahtadan kalemi çıkarıp imzaladı. Jandarma kâğıdı özenle katlayıp cüzdanına koydu. Sonra kapıya yöneldi.

“Seni geçireyim,” dedi Daru.

“Hayır,” dedi Balducci. “Kibarlığa gerek yok. Bana hakarette bulundun.”

Aynı yerde kımıldamadan duran Arap’a baktı, kederli bir havayla soludu, sonra kapıya döndü, “Allahaısmarladık, evlat,” dedi. Kapı arkasında şakladı. Balducci pencerenin önünde belirdi, sonra görünmez oldu. Kar ayak seslerini boğuyordu. At duvarın ardında devindi, tavuklar ürktü. Bir an sonra, Balducci atını geminden çekerek yeniden pencerenin önünden geçti. Hiç geriye dönmeden dik keçiyoluna doğru ilerlemekteydi, ilk o silindi gözden, atı da onu izledi. Koca bir taşın ağır ağır yuvarlandığı duyuldu. Daru tutukluya doğru geldi, hiç yerinden ayrılmamıştı, ama gözlerini üzerinden ayırmıyordu. “Dur,” dedi öğretmen arapça, odaya yöneldi. Eşikten geçeceği sırada düşünce değiştirdi, masaya gitti, tabancayı alıp cebine soktu. Sonra, hiç geriye dönmeden, yatak odasına girdi.

Uzun süre sedirinin üzerinde uzanıp kaldı, göğün yavaş yavaş kapanışına baktı, sessizliği dinledi. Savaştan sonra, gelişinin ilk günlerinde, işte bu sessizlik zor gelmişti ona. Yüksek yaylaları çölden ayıran dağ kollarının eteğindeki kasabada bir görev istemişti. Burada, kuzeyde yeşil ve kara, güneyde pembe ya da mor, kayalık surlar, tükenmez yazın sınırını belirlerdi. Onu daha kuzeyde, yaylanın üzerinde bir göreve atamışlardı. Başlangıçta, yalnızca taşların oturduğu bu kısır topraklarda yalnızlık ve sessizlik çetin gelmişti ona. Bazı bazı, izler bir şeyler ekildiği izlenimini uyandırır, ama yapıcılıkta kullanılmaya elverişli bir taşı ortaya çıkarmak için kazılmış olurlardı. Yalnızca taş elde etmek için sürerlerdi toprağı. Başka zamanlarda, birtakım toprak yongaları kazınıp çukurlarda toplanır, köylerin cılız bahçeleri bunlarla beslenirdi. Böyleydi, bu ülkenin dörtte üçü yalnızca taşlarla kaplıydı. Burada kentler doğar, parlar, sonra silinip giderdi; insanlar geçerdi buradan, birbirlerini sever ya da birbirlerinin gırtlağına sarılırlar, sonra da ölürlerdi. Ne kendisi ne konuğu, hiç kimse bir şey değildi burada. Gene de, Daru biliyordu ki, ne o ne öteki, bu çölün dışında hiç kimse gerçekten yaşayamazdı.

Kalktığında, sınıftan hiç mi hiç ses gelmiyordu. Yalnızca Arap’ın kaçmış olabileceği ve kararlaştıracak hiçbir şeyi bulunmadan yalnız olacağı düşüncesinden gelen şu içten sevince şaştı. Ama tutuklu duruyordu. Yalnız, sobayla masa arasına boylu boyuna uzanmıştı. Gözleri açıktı, tavana bakıyordu. Bu durumda, kendisine somurtkan bir hava veren kalın dudakları görünüyordu özellikle. “Gel,” dedi Daru. Arap kalktı ve onu izledi. Odada, öğretmen kendisine pencerenin altında, masanın yanında bir iskemle gösterdi. Arap, Daru’ye bakmaya ara vermeden oturdu.

“Aç mısın?”

“Evet,” dedi tutuklu.

Daru iki kişilik sofra hazırladı. Un ve yağ aldı, bir kapta poğaça yoğurdu ve küçük bütangaz fırınını yaktı. Poğaça pişerken küçük yapıdan peynir, yumurta, hurma, yoğunlaştırılmış süt getirmek üzere çıktı. Poğaça pişince, soğusun diye pencerenin yanına koydu, sulandırılmış yoğun sütü ısıttı, en sonunda da yumurtaları omlet biçiminde çırptı. Devinimlerinden birinde, sağ cebine sokuşturduğu tabancaya çarptı. Kâseyi bıraktı, sınıfa geçti ve tabancayı masasının çekmecesine koydu. Odaya döndüğünde, karanlık çöküyordu. Işığı yaktı ve Arap’a yemek koydu, “Ye,” dedi. Öteki bir parça poğaça aldı, çabucak ağzına götürdü, sonra durdu.

“Ya sen?” dedi.

“Senden sonra. Ben de yiyeceğim.”

Kalın dudaklar biraz açıldı, Arap duraladı, sonra kararlı bir biçimde poğaçayı ısırdı.

Yemek bittiğinde, Arap öğretmene bakıyordu.

“Yargıç sen misin?”

“Hayır, ben seni yarına kadar burada tutuyorum.”

“Neden benimle yiyorsun?”

“Karnım aç.”

Öteki sustu. Daru kalkıp çıktı. Bitişik yapıdan bir kamp yatağı getirdi, kendi yatağına dikey olarak masayla soba arasına yaydı. Bir köşede dik olarak duran ve dosya rafı işi gören büyük bir bavuldan iki çarşaf çıkarıp kamp yatağının üstüne yerleştirdi. Sonra durdu, ne yapacağını bilemedi, kendi yatağının üstüne oturdu. Yapılacak, hazırlanacak hiçbir şey yoktu artık. Bu adama bakmak gerekiyordu. O da bakıyor, bu yüzü öfkeye kapılmış olarak tasarlamaya çalışıyordu. Bunu başaramıyordu. Aynı zamanda hem karanlık hem parlak gözleri ve hayvansı ağzı görüyordu.

Düşmanlığı kendisini de şaşırtan bir sesle, “Onu neden öldürdün?” dedi.

Arap gözlerini başka yana çevirdi.

“Kaçtı. Arkasından koştum.”

Gözlerini Daru’ye dikti, bir tür mutsuz soruyla doluydular.

“Şimdi, bana ne yapacaklar?”

“Korkuyor musun?”

Öteki gözlerini başka yana çevirerek dikleşti.

“Üzgün müsün?”

Arap, ağzı açık, ona baktı. Belliydi, anlamıyordu. Daru sinirlenmeye başlıyordu. Aynı zamanda, iki yatak arasında sıkışmış koca bedeninde beceriksiz ve utangaç buluyordu kendini.

“Oraya yat,” dedi sinirli sinirli. “O senin yatağın.”

Arap kımıldamıyordu. Daru’ye seslendi:

“Söylesene!”

Öğretmen ona baktı.

“Jandarma yarın gelecek mi?”

“Bilmiyorum.”

“Sen de bizimle mi geleceksin?”

“Bilmiyorum. Neden sordun?”

Tutuklu kalktı, ayakları pencere yönünde, çarşafların üzerine uzandı. Elektrik ampulünün ışığı dosdoğru gözlerine geliyordu, hemen yumdu gözlerini.

Daru yatağın önüne dikilmişti.

“Neden?” diye yineledi.

Arap kör edici ışığın altında gözlerini açtı, gözkapaklarını kırpmamaya çalışarak ona baktı.

“Bizimle gel,” dedi.

Gecenin ortasında, Daru hâlâ uyumuş değildi. Tümüyle soyunduktan sonra yatağa girmişti: hep çıplak yatardı. Ama odada giysisiz kalınca duraladı. Zayıf buluyordu kendini, yeniden giyinme düşüncesine kapıldı. Sonra omuz silkti; çok şeyler görmüştü o, gerekirse karşıtını ikiye bölebilirdi. Yatağından gözetleyebilirdi onu: sırtüstü uzanmış, hep kımıltısız, keskin ışığın altında gözleri kapalı. Daru ışığı söndürdüğü zaman, karanlık birden pıhtılaşır gibi oldu. Yavaş yavaş, gece pencerede yeniden canlandı: yıldızsız gökyüzü burada usul usul kımıldıyordu. Öğretmen çok geçmeden önünde uzanmış bedeni seçebildi. Arap hâlâ kımıldamıyordu, ama gözleri açık gibiydi. Hafif bir yel dolaşıyordu okulun çevresinde. Belki de bulutları kovacak ve güneş geri dönecekti.

Gece, yel sertleşti. Tavuklar biraz gürültü çıkardılar, sonra sustular. Arap yana döndü, Daru’ye sırtını döndü. Daru adamın inlediğini işitir gibi oldu. Sonra daha güçlü ve daha düzenli olmuş soluğunu dinledi. Bu öylesine yakın soluğu dinliyor ve bir türlü uyuyamadan düş kuruyordu. Bir yıldır yalnız yattığı odada, bu varlık rahatını kaçırmaktaydı. Ama bir de onu bir tür kardeşliğe zorladığı için rahatsız ediyordu, şimdiki koşullarda bu kardeşliği istemiyor ve iyi biliyordu: aynı odaları paylaşan insanlar, ister asker olsunlar, ister tutuklu, giysileriyle birlikte zırhlarını bırakınca, her akşam, düşün ve yorgunluğun eski birliğinde birbirlerini buluyorlardı sanki. Ama Daru çırpınıyor, bu saçmalıklardan hoşlanmıyordu, uyumak gerekiyordu.

Gene de, biraz sonra Arap ayrımsanmaz bir biçimde kıpırdadığı zaman, öğretmen hâlâ uyumamıştı. Tutuklunun ikinci devinisinde, hazır durumda doğruldu. Arap, nerdeyse bir uyurgezer devinisiyle, kollarının üstünde ağır ağır doğruluyordu. Yatağın üstüne oturup sanki dikkatle dinliyormuş gibi, kımıldamadan, başını Daru’ye çevirmeden bekledi. Daru kımıldamadı: tabancanın masasının gözünde kaldığını düşünmüştü. Hemen davranmak daha iyiydi. Bununla birlikte, tutukluyu gözetlemeyi sürdürdü, o da, aynı işlek devinimle, ayaklarını yere basıyor, gene bekliyor, sonra ağır ağır doğrulmaya başlıyordu. Daru tam seslenecekti ki, Arap bu kez doğal, ama olağanüstü sessiz bir biçimde yürümeye başladı. Sundurmaya açılan dipteki kapıya doğru gidiyordu. Kolu önlemle oynattı, çıktı, kapıyı kapatmadan itti. Daru kımıldamamıştı: “Kaçıyor,” diye düşünüyordu yalnızca. “Güzel çözüm doğrusu!” Gene de kulak verdi. Tavuklar kıpırdamıyordu: demek adam düzlüğün üzerindeydi. O zaman hafif bir su sesi geldi kulağına, bunun ne olduğunu ancak adam yeniden kapıda belirdiği, özenle kapatıp sessizce yatağına yattığında anladı. O zaman Daru ona sırtını dönüp uyudu. Daha sonra uykusunun derinliklerinde, okulun çevresinde kaçamak ayak sesleri işitir gibi oldu. “Düş görüyorum, düş görüyorum!” diye yineliyordu kendi kendine. Ve uyuyordu.

Uyandığı zaman, gökyüzü açılmıştı; iyi kapanmayan pencereden soğuk ve arı bir hava giriyordu. Arap, şimdi battaniyeler altında büzülmüş, ağzı açık, tümden kendini bırakmış, uyuyordu. Ama Daru kendisini sarstığı zaman, korkunç bir biçimde irkildi, yüzüne hiç tanımadan, çılgın gözlerle ve öyle bir korku anlatımıyla baktı ki, öğretmen bir adım geriledi. “Korkma. Benim. Yemek yiyeceğiz.” Arap başını salladı, “Evet,” dedi. Sakinlik yüzüne geri dönmüştü, ama anlatımı hep uzak ve dalgındı.

Kahve hazırdı. Her ikisi de kamp yatağının üstüne oturup poğaça parçalarını ısıra ısıra içtiler. Sonra Daru Arap’ı sundurmanın altına götürdü ve elini yüzünü yıkadığı musluğu gösterdi. Odaya döndü, battaniyeleri ve kamp yatağını katladı, kendi yatağını da yapıp odayı topladı. Sonra okuldan geçerek dolma alana çıktı. Güneş şimdiden mavi gökte yükselmekteydi; ıssız yayla yumuşak ve canlı bir ışığa batmıştı. Dik keçiyolunda kar yer yer erimekteydi. Taşlar yeniden belirecekti. Öğretmen yaylanın kıyısına çömelmiş, ıssız uzama bakıyordu. Balducci’yi düşünmekteydi. Onu üzmüştü, bir bakıma, onunla aynı torbada olmak istemiyormuş gibi kovmuştu onu. Jandarmanın allahaısmarladık deyişini hâlâ işitiyor ve nedenini bilmeden, şaşılacak ölçüde boş ve zayıf buluyordu kendini. Bu sırada, okulun öbür yanında, Arap öksürdü. Daru nerdeyse istemeye istemeye dinledi onu, sonra öfke içinde bir taş fırlattı, taş kara gömülmeden önce havada ıslık çaldı. Bu adamın budalaca cinayeti onu ayaklandırıyordu, ama onu teslim etmek onuruna aykırı bir şeydi: bunu düşünmek bile alçalıştan çılgına döndürüyordu onu. Hem kendisine bu Arap’ı yollayan kendi yurttaşlarına hem de öldürmeyi göze almış ve kaçmayı becerememiş olan bu adama lanet ediyordu. Daru kalktı, doldurma alanda dört döndü, kımıldamadan bekledi, sonra okula girdi.

Arap sundurmanın beton tabanına doğru eğilmiş, iki parmağıyla dişlerini yıkıyordu. Daru ona baktı, sonra, “Gel,” dedi. Tutuklunun önünden, odaya girdi. Kazağının üstüne av ceketini geçirdi, yürüyüş ayakkaplarını giydi. Arab’ın kefyesini ve sandallarını giymesini ayakta bekledi. Okulun içinden geçtiler, öğretmen yoldaşına çıkışı gösterdi. “Hadi,” dedi. Öteki kımıldamadı. “Geliyorum,” dedi Daru. Arap çıktı. Daru odaya döndü, peksimet, hurma ve şeker alıp bir paket yaptı. Sınıfta, çıkmadan önce, bir saniye masanın önünde duraladı, sonra okulun eşiğini geçip kapıyı kapattı. “Buradan,” dedi. Arkasında tutuklu, doğu yönüne saptı. Ama, okuldan azıcık ileride, arkasında hafif bir gürültü duyar gibi oldu. Geri döndü, yapının çevresini denetledi: hiç kimse yoktu. Arap, anlar gibi görünmeden, ona bakıyordu. “Gidelim,” dedi Daru.

Bir saat yürüdüler ve kireç taşından bir tür sivri kayanın yanında dinlendiler. Kar gittikçe daha hızlı eriyordu, güneş hemen su birikintilerini emiyor, yaylayı hızla temizliyor, yayla da yavaş yavaş kuruyor ve havanın kendisi gibi titriyordu. Yeniden yola koyuldukları zaman toprak ayaklarının altında çınlıyordu. Arada bir, önlerinde bir kuş sevinçli bir çığlıkla uzamı yarıveriyordu. Daru, derin derin soluyarak, serin ışığı içiyordu. Gök rengi şapkasının altında nerdeyse tümüyle sarı olan bu geniş, bildik uzamın karşısında bir coşku doğmaktaydı içinde. Güneye doğru inerek bir saat daha yürüdüler. Ufalanabilir kayalardan oluşan bir tür düz tepeye geldiler. Buradan başlayarak, yayla, doğuda basık bir ovaya doğru iniyor, burada birkaç cılız ağaç seçiliyor ve güneyde, kaya yığınlarına doğru, görünüme engebeli bir hava veriyordu.

Daru iki yönü de gözden geçirdi. Yalnızca gök vardı çevrende, tek insan görünmüyordu. Arap’tan yana döndü, o da anlamadan kendisine bakıyordu. Daru bir paket uzattı ona. “Al,” dedi. “Hurma, ekmek, şeker var içinde. İki gün dayanabilirsin. Şu da bin frank.” Arap paketi ve parayı aldı ama, kendisine verileni ne yapacağını bilemiyormuş gibi, dolu ellerini göğsünün düzeyinde tutuyordu. “Bak şimdi,” dedi öğretmen, ona doğu yönünü gösterdi. “İşte Tinguit yolu. İki saatlik bir yolun var. Tinguit’de, yönetim ve polis var. Seni bekliyorlar.” Arap paketi ve parayı hep göğsünde tutarak doğuya doğru bakıyordu. Daru kolunu tuttu ve hiç de yumuşak olmayan bir biçimde, güneye doğru dörtte bir bir dönüş yaptırttı ona. Bulundukları yüksekliğin eteğinde, belli belirsiz bir yolun varlığı sezilmekteydi. “Yaylanın içinden geçen yol bu. Buradan bir günlük yürüyüş sonunda, otlakları ve ilk göçebeleri bulursun. Seni aralarına alır, korurlar, yasalarına göre.” Arap şimdi Daru’den yana dönmüştü ve yüzünde bir tür ürküntü yükseliyordu: “Dinle,” dedi. Daru başını salladı: “Hayır, sus. Şimdi, senden ayrılıyorum.” Ona sırtını döndü, okul yönünde iki geniş adım attı, kararsız bir havayla, kımıldamadan duran Arap’a baktı, sonra gene yürüdü. Birkaç dakika süresince, soğuk toprakta çınlayan kendi ayak seslerini işitti yalnızca, hiç başını çevirmedi. Gene de, bir an sonra geriye döndü. Arap hep orada, tepenin ucundaydı, şimdi kolları sarkıktı, öğretmene bakıyordu. Daru gırtlağının düğümlendiğini duydu. Ama öfkeyle küfretti, kolunu salladı, gene yürümeye girişti. Yeniden durup baktığında bayağı uzaktaydı. Artık tepede hiç kimse yoktu.

Daru duraladı. Güneş şimdi gökyüzünde bayağı yukarıdaydı ve alnını yakmaya başlıyordu. Öğretmen, önce biraz kararsız, sonra kararlılıkla, geldiği yoldan geri döndü. Küçük tepeye geldiğinde, her yanı ter içindeydi. Tepeyi hızla tırmandı ve soluk soluğa dorukta durdu. Güneyde, kayalık alanlar mavi göğün üzerinde açıklıkla belli oluyor ama doğuda, ovanın üstünde, şimdiden sıcaktan bir buğu yükselmekteydi. Daru, bu hafif sisin içinde, hapishane yolunda ağır ağır ilerlemekte olan Arap’ı gördü.

Bir süre sonra, sınıfın penceresi önüne dikilmiş, hiç görmeden, ışığın göğün yükseklerinden yaylanın tüm yüzeyine atlayışına bakmaktaydı. Arkasında, karatahtanın üstünde, Fransız ırmaklarının kıvrımları arasında, beceriksiz bir elin tebeşirle yazdığı ve az önce okuduğu yazı: “Kardeşimizi ele verdin. Ödeyeceksin.” Daru gökyüzüne, yaylaya ve daha ötelerde, denize dek uzanan, görünmez topraklara bakıyordu. Öylesine çok sevdiği bu geniş ülkede, yalnızdı.


Albert Camus
Sürgün ve Krallık

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz