CAMUS: İNSAN BİR KEZ GÜÇLÜ BİR BİÇİMDE SEVDİ Mİ TÜM YAŞAMI BU IŞIĞI ARAMAKLA GEÇER

TIPASA’YA DÖNÜŞ

“Baba ocağından uzakta, öfke dolu bir tinle dolaştın, denizin çifte kayalarını aştın ve yabancı bir toprakta oturuyorsun.” MEDEİA

Cezayir kentinin üstüne beş gündür artsız aralıksız yağmur yağıyordu, denizi bile ıslatmıştı sonunda. Tükenmez gibi görünen bir göğün tepesinden, yoğunlukları yüzünden yapışkan duruma gelmiş, sonu gelmez sağanaklar çöküyordu körfezin üstüne. Deniz, koca bir sünger gibi kül rengi ve yumuşak, çevre çizgileri belirsiz körfezde kabarıyordu. Ama suların yüzeyi değişmez yağmurun altında kımıltısız gibiydi. Yalnız, arada bir, ayrımsanmaz ve geniş bir devinim denizin üzerinden bulanık bir buhar kaldırıyor, bu buhar da gelip ıslak bulvarlardan oluşan bir kuşak altında limana dayanıyordu. Kentin kendisi, tüm ak duvarlar, sırılsıklam ıslak, bir başka duman yayıyor, o da gelip birincisiyle birleşiyordu. O zaman hangi yana dönülürse dönülsün, insan suyu soluyormuş, hava en sonunda içiliyormuş gibi geliyordu.
Boğulmuş denizin karşısında, benim için yazların kenti olan bu aralık Cezayiri’nde yürüyor, bekliyordum. Avrupa gecesinden, yüzlerin kışından kaçmıştım. Ama yazların kentinin kendisi de gülüşlerinden boşalmıştı, yalnızca kamburlaşmış ve ışıldayan sırtlar sunuyordu bana. Akşam, keskin bir ışıkla aydınlatılmış kahvelere sığınınca, tanıyıp da adlandıramadığım yüzlerde kendi yaşımı okuyordum. Bir zamanlar benimle birlikte genç olduklarını, artık gençliği geride bıraktıklarını biliyordum yalnızca.

Gene de, belki Tipasa’ya dönme zamanı dışında, neyi beklediğimi pek bilmeden, dayatıp duruyordum. Kuşkusuz, gençliğimizin geçtiği yerlere geri dönmek ve yirmisinde sevdiğimizi ya da yoğun biçimde tadını çıkardığımızı kırkında yeniden yaşamak istemek büyük bir çılgınlıktır, hemen her zaman da cezasını görür. Ama bu çılgınlığı biliyordum. Bundan önce de, benim için gençliğin sonunu belirleyen savaş yıllarından hemen sonra da geri dönmüştüm Tipasa’ya. Sanırım, unutamadığım bir özgürlüğü burada yeniden bulacağımı umuyordum. Gerçekten de, yirmi yılı aşkın bir süre önce, bu yerlerde yıkıntılar arasında dolaşarak, absentlerin kokusunu içime çekerek, taşlara dayanıp ısınarak, ilkbahardan sonra da yaşayan, çabucak dağılan, küçük gülleri bularak uzun sabahlar geçirmiştim. Yalnız öğleyin, ağustosböceklerinin bile bitkin düşüp sustukları saatte, her şeyi yutan bir ışığın obur tutuşması karşısında kaçardım. Gece, bazı bazı, yıldızlardan sırılsıklam bir gök altında, gözlerim açık uyurdum. Yaşardım, o zaman. On beş yıl sonra, ilk dalgaların birkaç adım ötesinde, yıkıntılarımı yeniden buluyor, ağaçlarla kaplı alanlar arasından unutulmuş kentin sokaklarını izliyor ve körfeze yukarıdan bakan yamaçlar üzerinde, ekmek rengi sütunları okşuyordum gene. Ama yıkıntılar şimdi tel örgülerle çevriliydi, içeriye kimi belirlenmiş yerlerden girilebiliyordu. Aktörenin onayladığı anlaşılan nedenlerle, burada geceleri dolaşmak da yasaktı; gündüz, yeminli bir bekçi vardı. Rastlantı bu ya, bu sabah, tüm yıkıntı alanına yağmur yağmaktaydı.

Şaşırıp kalmıştım, ıssız ve ıslak kırda yürüyor, hiç değilse, değiştiremeyeceğimi anladıktan sonra, olanı olduğu gibi benimsememe yardım eden, o güne değin de beni aldatmamış olan şu gücü yeniden bulmaya çalışıyordum. Gerçekten de zamanda geri gidemez, bundan çok önce, bir günde yok olmuş olan sevdiğim yüzü dünyaya geri veremezdim. Gerçekten de, 2 Eylül 1939’da, kararımın tersine, Yunanistan’a gitmemiştim. Buna karşılık, savaş bize dek gelmiş, sonra Yunanistan’ın kendisini de sarmıştı. Bu uzaklığı, sıcak yıkıntıları tel örgülerden ayıran bu yılları, o gün, kara su dolu lahitler önünde ya da ıslak ılgın ağaçları altında, kendimde de buluyordum. Önce tek zenginliğim olan güzellik görüntüsü içinde büyümüş, tümlükle başlamıştım. Sonra tel örgüler, yani zorbalıklar, savaş, polis, başkaldırı zamanı gelmişti. Gecenin kuralına uymak gerekmişti: Günün güzelliği yalnızca bir anıydı artık. Ve bu çamurlu Tipasa’da, anının kendisi bile silikleşiyordu. Gerçekten güzellik, tümlük ya da gençlik söz konusuydu! Yangınların ışığı altında, dünya birdenbire kırışıklarını ve yaralarını göstermişti, eskilerini ve yenilerini. Bir anda yaşlanmıştı, biz de onunla birlikte. Burada aramaya geldiğim şu atılım, iyi biliyordum ki, yalnızca ileri atılmak üzere olduğunu bilmeyeni havalandırırdı. Azıcık suçsuzluk olmadan aşk olmaz. Neredeydi suçsuzluk? İmparatorluklar yıkılıyordu, uluslar ve insanlar birbirlerinin gırtlağına sarılmaktaydı; ağzımız kirliydi. Önceleri bilmeden suçsuzduk, şimdi de istemeden suçlu: Gizem bilgimizle birlikte büyüyordu. İşte bu nedenle, şu alaya bakın, aktöreyle uğraşıyorduk! Kötürümdüm, bir de erdem düşü kuruyordum! Suçsuzluk zamanında, aktörenin var olduğunu bilmiyordum. Şimdi biliyordum ve onun düzeyinde yaşayabilecek durumda değildim. Bir zamanlar sevdiğim burnun üzerinde, yıkılmış tapınağın ıslak sütunları arasında, döşeme taşları ve mozaikler üzerinde hâlâ ayak seslerini işittiğim ama artık hiçbir zaman yetişemeyeceğim birinin arkasından yürüyormuşum gibime geliyordu. Paris’e dönmüş ve birkaç yıl evime gelmemiştim.

Gene de, tüm bu yıllar süresince, bulanık bir biçimde, bir şeyin eksikliğini duyuyordum. İnsan bir kez güçlü bir biçimde sevme şansına erdi mi tüm yaşamı bu ateşi ve bu ışığı aramakla geçer. Güzellikten ve ona bağlı olan hazsal mutluluktan vazgeçiş, mutsuzlukta karar kılma, bir büyüklük ister; o büyüklük de bende yok. Ama, ne de olsa, dışlamaya zorlayan hiçbir şey gerçek değildir. Yalıtlanan güzellik sonunda suratını buruşturur, yalnız adalet sonunda ezer. Birini dışlayarak bir başkasına yararlı olmak isteyen kişinin hiç kimseye, hatta kendine bile yararı dokunmaz, sonuçta, adaletsizliğe iki kez destek vermiş olur. Bir gün gelir, hep kasılmak yüzünden, hiçbir şey hayranlık uyandırmaz olur, her şey bellidir, yaşam hep yeniden başlamakla geçer. Sürgün zamanıdır artık, kurumuş yaşamın, ölü tinlerin zamanıdır. Yeniden yaşamak için, bir lütuf, kendini unutmak ya da bir yurt gerekir. Kimi sabahlar, bir sokağın dönemecinde, yüreğin üstüne çok hoş bir çiy düşer, sonra buharlaşıverir. Ama serinliği kalır ve yürek hep onu ister. Gene yola çıkmam gerekmişti.

Ve Cezayir’de, ikinci kez, bana kesin olduğunu sandığım bir gidişten beri hiç dinmemiş gibi gelen sağanağın altında, bu sisli göğe, sular altında kaçan bu sırtlara, kükürtsü ışıkları yüzleri bölen bu kahvelere karşın, yağmur ve deniz kokan bu uçsuz bucaksız hüzün ortasında yürürken, umut etmekte dayatıyordum. Ayrıca, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen Cezayir yağmurlarının, tıpkı memleketimin iki saat içinde kabarıp hektarlarca toprağı kırıp geçiren, sonra da birdenbire kuruyuveren dereleri gibi, birden diniverdiğini bilmiyor muydum? Bir akşam, gerçekten de, yağmur dindi. Bir gece daha bekledim. Duru denizin üstünde, ıslak, göz kamaştırıcı bir sabah yükseldi. Bir göz gibi körpe, sularla üst üste yıkanmış, bu birbirini izleyen yıkamalarla en ince ve en duru dokusuna ulaşmış gökten, titrek bir ışık iniyor, her eve, her ağaca, elle tutulur bir çizim, kendinden geçmiş bir yenilik veriyordu. Toprak, dünyanın sabahında, böyle bir ışık içinde belirmiş olmalıydı. Yeniden Tipasa’nın yolunu tuttum.

Bu altmış dokuz kilometrelik yolda benim için anılarla, duyularla kaplı olmayan tek kilometre yok. Çetin çocukluk, arabanın homurtusu içinde delikanlı düşlemleri, sabahlar, körpe kızlar, plajlar, hep çabalarının son noktasında genç kaslar, on altı yaşındaki bir yürekte akşamın hafif bunalımı, yaşama isteği, utku ve yıllar boyunca hep aynı gökyüzü, gücü ve ışığı tükenmeyen, kendisi de doymak bilmeyen, aylar boyunca, ölümcül öğle saatinde, plajda sunulan kurbanları birer birer yiyen. Yol, Sahel ve bağları tunç rengi tepelerinden ayrılıp kıyıya doğru eğilir eğilmez çevrenin sonunda yeniden bulduğum deniz de hep aynıydı, sabahta ele gelmez gibiydi neredeyse. Ama ona bakmak için durmadım. Chenoua’yı, kendisi de denize inmeden önce batıda Tipasa Koyu boyunca uzanan bu tek parça, ağır ve sert dağı bir daha görmek istiyordum. Daha gelmeden çok önce, uzaktan görünür, henüz gökyüzüyle karışan mavi ve hafif bir buğudur. Ama, kendisine doğru ilerlendikçe, yavaş yavaş yoğunlaşır, sonunda çevresindeki suların rengini alır, baş döndürücü atılımı birden yatışmış denizin üstünde donmuş, kocaman, kımıltısız bir dalgadır. Daha yakında, neredeyse Tipasa’nın kapılarında, işte kurumlu, boz ve yeşil kitlesi, işte hiçbir şeyin sarsamayacağı yosunlu eskil tanrı, benim de aralarında bulunduğum oğulları için sığınak ve liman olan.

Tel örgüleri ona bakarak geçip yıkıntılar arasına giriyorum en sonunda. Ve aralığın şanlı ışığı altında, tamı tamına bulmaya geldiğimi ve zamana ve dünyaya karşın, bu ıssız doğada bana, gerçekten yalnızca bana sunulmuş olanı buldum, yaşamda yalnız bir iki kez olabilirdi böylesi, bundan sonra da insan isteğine kavuştuğunu düşünebilirdi. Her yanına zeytinler saçılmış pazaryerinden, aşağıda köy görünüyordu. Hiçbir gürültü gelmiyordu buradan; duru havada hafif dumanlar yükselmekteydi. Deniz de susuyordu, kıvılcımlar saçan, soğuk bir ışığın kesintisiz akışı altında soluğu kesilmişti sanki. Günün kırılgan şanını Chenoua’dan gelen bir horoz sesi kutsuyordu yalnızca. Yıkıntıların bulunduğu yanda, gözün uzanabildiğince uzaklarda, billursu havanın saydamlığında yalnızca çiçek bozuğu taşlar ve pelinler, ağaçlar ve kusursuz sütunlar görünüyordu. Öyle görünüyordu ki, hesaplanması olanaksız bir an için sabah donmuş, güneş durmuştu. Bu ışık ve sessizlik içinde, azgınlık ve gece yılları ağır ağır eriyordu. Sanki uzun zamandır durmuş yüreğim usul usul yeniden çarpmaya başlıyormuş gibi, içimde neredeyse unutulmuş bir sesi dinliyordum. Şimdi uyanmış, sessizliği oluşturan ayrımsanmaz sesleri birer birer tanıyordum: kuşların kesintisiz sesi, kayalıkların dibinde denizin hafif ve kısa iç çekişleri, ağaçların titreşimi, sütunların kör şarkısı, pelinlerin, ürkek kertenkelelerin hışırtısı. Bunu işitiyordum, içimde yükselen mutlu dalgaları da dinliyordum. Bana öyle geliyordu ki, en sonunda, hiç değilse bir anlığına, limana gelmiştim ve bu an bundan böyle hiç bitmeyecekti. Ama az sonra gözle görülür biçimde güneş bir basamak yükseldi. Bir karatavuk kısa bir giriş yaptı, hemen arkasından da dört bir yandan, bir güç, bir sevinç, şen bir uyumsuzluk, sonsuz bir kendinden geçişle kuşların şarkısı patladı. Gün yeniden yürümeye başladı. Akşama dek taşıyacaktı beni.
Öğleyin, son günlerin azgın dalgalarının çekilirken bıraktığı bir köpükle örtülmüş gibi siğilotlarıyla örtülü, yarı kumluk yokuşlar üzerinden, bu saatte bitkin bir deviniyle ancak şöyle bir yükselen denize bakıyor, uzun süre dindirilmedi mi varlığı kurutan iki susuzluğu gideriyordum, sevme ve hayran olma susuzluğunu. Çünkü sevilmemek yalnızca şanssızlıktır: Hiç sevmemek mutsuzluktur. Bugün, hepimiz bu mutsuzluktan ölüyoruz. Kan, kin yüreğin kendisini de kurutuyor da ondan; uzun süren adalet isteği aşkı tüketiyor, oysa aşk doğurmuştu onu. İçinde yaşadığımız uğultuda, aşka olanak yok, adalet de yetersiz. Bu nedenle Avrupa günden nefret ediyor, karşısına da adaletsizliğin kendisinden başka bir şey çıkaramıyor. Ama, Tipasa’da bir kez daha anlıyordum ki adaletin, yalnızca acı ve kuru etenesi kalmış güzelim portakal rengi meyvenin kurumasını önlemek için, içimizde bir serinliği, bir sevinç kaynağını olduğu gibi korumak, adaletsizliğin elinden sıyrılan günü sevmek ve bu fethedilmiş ışıkla savaşa dönmek gerekiyordu. Burada eski güzelliği, genç bir göğü yeniden buluyor ve çılgınlığımızın en kötü yıllarında bu göğün anısının beni hiç bırakmadığını en sonunda anlayarak şansımızı tartıyordum. Sonunda umudumu kesmemi o önlemişti. Tipasa’nın yıkıntılarının bizim şantiyelerimizden ve molozlarımızdan daha genç olduğunu hep biliyordum. Dünya her gün hep yeni bir ışık içinde yeniden başlıyordu burada. Ey ışık! Eskil dramda, yazgıları karşısında tüm insanların çığlığı bu. Bu son başvuru bizim de son başvurumuzdu ve şimdi bunu biliyordum. Kışın ortasında, en sonunda içimde yenilmez bir yaz bulunduğunu öğreniyordum.

Tipasa’dan gene ayrıldım, Avrupa’yı ve kavgalarını yeniden buldum. Ama bu günün anısı beni hâlâ ayakta tutmakta; coşku vereni de, ezeni de aynı yürekle karşılamama yardım ediyor. Yaşadığımız zor dönemde, hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaktan ve kırılasıya gerilmiş ipi ak ve karayla örmeyi öğrenmekten başka ne dileyebilirim? Şimdiye dek yaptığım ve söylediğim her şeyde, bu iki gücü tanır gibi oluyorum, birbirlerine ters düştükleri zaman bile. İçinde doğduğum ışığı yadsıyamadım, bununla birlikte, bu çağın köleliklerini de yadsımak istemedim. Burada Tipasa’nın yumuşak adının karşısına daha çınıltılı ve daha acımasız başka adlar çıkarmak fazla kolay olur: Bugünün insanları için her iki yönünde de geçtiğim için iyi tanıdığım ve tinin tepelerinden kıyanın başkentlerine giden bir iç yol var. Hiç kuşkusuz, insan tepede dinlenebilir, uyuyabilir ya da kıyaya yerleşebilir. Ama var olanın bir yanından el çekilirse, var olmaktan da el çekmek gerekir; öyleyse ya yaşamaktan vazgeçmeli ya da “vekâleten” sevmekten başka türlü sevmeli. Böylece, yaşamın hiçbir şeyini yadsımadan bir yaşama istenci vardır, bu da şu dünyada benim en çok saydığım erdemdir. En azından, arada bir, bunu uygulamış olmak istediğim doğrudur. Pek az çağ bizimki gibi en kötü gibi en iyiye de eşitlenmemizi istediğine göre, ben de hiçbir şeyi elememek ve bir çifte belleği olduğu gibi saklamak isterdim. Evet, güzellik de vardır, aşağılanmışlar da vardır. Girişimin zorlukları ne olursa olsun, berikine de, ötekilere de sadakatsiz olmak istemezdim hiçbir zaman.

Ama bu da bir aktöreye benziyor, bizse aktöreden daha uzaklara giden bir şey için yaşıyoruz. Bunu adlandırabilseydik, ne büyük sessizlik olurdu! Tipasa’nın doğusunda, Sainte-Salsa Tepesi’nde, akşam boş değil. Henüz aydınlık doğrusu, ama, ışığın içinde, görünmez bir zayıflık günün sonunu haber veriyor. Bir yel çıkıyor, gece gibi hafif ve birden dalgasız deniz bir yön tutturuyor ve çevrenin bir ucundan bir ucuna koca bir verimsiz ırmak gibi akıyor. Gök koyulaşıyor. O zaman, gizlem başlıyor; hazzın ötesinde, gizlem, gecenin tanrıları başlıyor. Ama bunu nasıl dile getirmeli? Buradan götürdüğüm küçük paranın bir görünür yüzü var, bana bu gün içinde öğrendiğim her şeyi baştan anlatan güzel kadın yüzü, bir de dönüş sırasında parmaklarımın altında duyduğum çürümüş yüzü. Bu dudaksız ağız, içimde her gün bilgisizliğimi ve mutluluğumu öğreten bir başka gizlemli sesin söylediğini değil de neyi söyleyebilir ki bana:

“Benim aradığım giz zeytin ağaçlarıyla dolu bir vadiye, asma kokan bir eski evin çevresinde, otlar ve soğuk menekşeler altına gömülmüş. Yirmi yılı aşkın bir süre, bu vadiyi ve ona benzeyen başka vadileri dolaştım, dilsiz keçi çobanlarına sorular sordum, kimsenin oturmadığı yıkıntıların kapısını çaldım. Bazı bazı, henüz aydınlık gökyüzünde, bir ince ışık yağmuru altında, ilk yıldızın belirdiği saatte, bildiğimi sandım. Gerçekten biliyordum. Hep biliyorum, belki de. Ama hiç kimse istemiyor bu gizi; herhalde ben de istemiyorum, yakınlarımdan ayrılamam ki. Taşlardan ve sislerden oluşmuş, zengin ve çirkin kentler üzerinde hüküm sürdüğünü sanan ailemin içinde yaşıyorum. Gece gündüz, yüksek sesle konuşuyor ve önünde her şey eğiliyor; ama kendisi hiçbir şeyin önünde eğilmiyor: Tüm gizlere sağır. Beni taşıyan gücü gene de beni sıkıyor ve haykırışlarından bıktığım oluyor. Ama mutsuzluğu benim mutsuzluğum, aynı kandanız. Gene öyle sakat, öyle suç ortağı, öyle patırtıcı, ben de taşlar arasında bağırmadım mı? Bu nedenle unutmaya çalışıyorum, demir ve ateşten kentlerimizle yürüyorum, geceye gözüpeklikle gülümsüyorum, fırtınalara sesleniyorum, bağlılığımı sürdüreceğim. Unuttum, gerçekte: Etkin ve sağır, bundan böyle. Ama, belki bir gün, bitkinlikten ve bilgisizlikten ölmeye hazır olduğumuz zaman, gidip ovaya, aynı ışığın altına uzanmak üzere, yaygaracı mezarlarımızdan vazgeçebilecek, bildiğimi son bir kez daha öğrenebileceğim.”

(1952)
Albert Camus
Kaynak: Yaz
Fransızcadan Çeviren: Tahsin Yücel / Can Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial