“Hiç olmak!” Binlerce yıl boyunca, bu büyük haykırış milyonlarca insanı isteğe ve acıya karşı ayaklandırdı. Yankıları, yüzyıllar ve okyanuslar içinden, gelip burada, bu dünyanın en eski denizi üzerinde can verdi. Hâlâ Oran’ın sert yalıyarlarına karşı boğuk boğuk yükselirler. Bu ülkede, herkes, bilmeden, bu öğüdü izler. Söylemek bile fazla, neredeyse boşunadır bu. Saltığa ulaşılamadığı gibi hiçliğe de ulaşılmaz. Ama, birer lütuf gibi, bize güllerin ya da insan acısının getirdiği ölümsüz göstergeleri aldığımıza göre, dünyanın bizlere sunduğu ender uykuya çağrıları da geri çevirmeyelim. Berikiler de ötekiler kadar gerçek içerir.
Ariadne’nin taşı
Bana öyle geliyor ki Oranlılar da Flaubert’in ölmek üzereyken bu yeri doldurulmaz dünyaya son bir kez bakıp da, “Pencereyi kapatın, fazla güzel!” diye haykıran dostuna benziyor. Pencereyi kapatmış, duvarlar arasına kapanmış, görünümü kovmuşlar. Le Poittevin öldü, onun ölümünden sonra da günler günleri izlemeyi sürdürdü. Aynı biçimde, Oran’ın sarı duvarlarının ötesinde, deniz ile kara da ilgisiz söyleşimini sürdürüyor. Dünyada bu süreklilik her zaman insan için karşıt çekimler içermiştir. Onu hem umutsuzluğa gömer, hem coşturur. Dünya tek bir şey söyler yalnızca, ilgilendirir, sonra bıktırır. Ama, sonunda, inat zoruyla baskın çıkar. Her zaman haklıdır.
Şimdiden, Oran’ın kapılarında, doğa sesini yükseltiyor. Canastel taraftarlarında kokulu çalılıklarla kaplı uçsuz bucaksız malazlar var. Güneş ve yel yalnız yalnızlıktan söz eder burada. Oran’ın yukarısında, Santa-Cruz Dağı, yayla ve oraya götüren binlerce koyak. Bir zamanlar taşıtla geçmeye de elverişli olan yollar denize bakan tepelerin yamacına asılır. Ocak ayında, kimileri çiçeklerle kaplıdır. Koyungözleri ve sarı düğünçiçekleri bunları sarı ve akla işlenmiş, görkemli yollara dönüştürür. Santa-Cruz konusunda, her şey söylenmiştir. Ama benim söz etmem gerekseydi, büyük bayramlarda, başka hac yolculuklarını canlandırmak için sarp tepeye tırmanan dindar alaylarını unuturdum. Yalnızdırlar, kırmızı taşlar arasında yol alır, kımıltısız körfezin yukarısına çıkar, ve yoksunluğa ışıklı ve kusursuz bir saat adarlar.
Oran’ın kum çölleri de vardır: plajları. Kapıların hemen yakınında gördüklerimiz ancak kışın ve ilkbaharda ıssızdır. Bu dönemlerde, çirişotlarıyla kaplı, çiçekler arasında çıplak villacıklarla dolu yaylalardır bunlar. Deniz aşağıda biraz homurdanır. Ancak, güneş, hafiften esen yel, çirişotlarının aklığı, göğün çiy mavisi, şimdiden yazı, o zaman plajı dolduran yanmış gençleri, kumlar üzerinde uzun saatleri ve akşamların birdenbire gelen tatlılığını düşündürtür. Her yıl, bu kıyılarda, yeni bir çiçek genç kız harmanı savrulur. Görünüşe bakılırsa, yalnız bir mevsimliktirler. Ertesi yıl, başka ateşli taçlar alır onların yerini, bunlar, önceki yaz, henüz bedenleri tomurcuklar gibi sert kız çocuklarıdır. Sabah on birde, yayladan inerken, tüm bu genç tenler kısacık alacalı kumaşlar içinde kumlar üzerine çok renkli bir dalga gibi yayılır.
Hiç el değmemiş bir görünüm bulmak için daha uzak (gene de çevresinde iki yüz bin insan dönüp duran bu yere şaşılacak ölçüde yakın) yerlere gitmek gerekir: insanların geçişinin iyice kurtlanıp çürümüş bir kulübeden başka iz bırakmadığı uzun, ıssız kumullara. Uzun aralıklarla, bir Arap çoban kumulların tepesinde keçi sürüsünün kara ve açık kahverengi lekelerini götürür. Oran’ ın bu plajları üzerinde, tüm sabahlar dünyanın ilk sabahlarını andırır. Tüm alacakaranlıklar sonuncuymuş gibi, günbatımında tüm renkleri koyulaştıran son bir ışığın haber verdiği görkemli can çekişmelermiş gibi görünür. Deniz laciverttir, yol donmuş kan rengi, plaj sarı. Yeşil güneşle her şey ortadan silinir; bir saat sonra kumullardan ay akar. O zaman bir yıldız yağmuru altında taşkın geceler başlar. Bazı bazı kasırgalar geçer içinden, şimşekler kumullar boyunca akar, göğü soldurur, kumun üzerine ve gözlerin içine portakal rengi ışıltılar yerleştirir.
Ama bu dediğim paylaşılamaz. Bunu yaşamış olmak gerekir. Bunca yalnızlık ve bunca büyüklük bu yerlere unutulmaz bir yüz verir. Ilık şafakta, henüz kara ve acı olan ilk dalgalar geçtikten sonra, yeni bir varlık, gecenin taşınması öyle ağır suyunu yarar. Bu sevinçlerin anısı içimde özlem uyandırmıyor, böylece iyi olduklarını anlıyorum. Bunca yıldan sonra, bu yürekte bir yerlerde hâlâ sürüyorlar, oysa bu yürek oldukça güç bağlanan bir yürek. Şurasını da biliyorum ki, bugün, ıssız kumulun tepesine gitmek istersem, aynı gök soluk ve yıldız yükünü boşaltacaktır. Bunlar suçsuzluğun topraklarıdır.
Ama arılığın kuma ve taşa gereksinimi vardır. Ve insan buralarda yaşamayı unutmuş. Hiç değilse buna inanmak gerek; öyle ya, sıkıntının uyuduğu bu tuhaf kente çekilmiş. Bununla birlikte, Oran’ın değerini oluşturan da bu boy ölçüşme. Sıkıntının başkentidir Oran, arılık ve güzellikle kuşatılmıştır. Onu kuşatan orduda taş kadar da asker var. Gene de kentte ve kimi saatlerde, nasıl da bir düşmandan yana geçme sapıntısı duyulur! Nasıl da bir bu taşlarla özdeşleşme, tarihe ve çalkantılarına meydan okuyan bu yakıcı ve duyarsız evrenle kaynaşma sapıntısı doğar! Boşuna çaba, kuşkusuz. Ama her insanda derin bir içgüdü vardır ki, ne yıkma içgüdüsüdür ne yaratma içgüdüsü. Hiçbir şeye benzememek söz konusudur. Oran’ın sıcak duvarlarının gölgesinde, tozlu asfaltının üzerinde, bu çağrı bazı bazı duyulur. Öyle görünür ki, bir süre için, boyun eğen tinler hiçbir zaman yoksunluk duymazlar. Eurydike’nin karanlıkları ve İsis’in uykusudur bunlar. İşte düşüncenin yeniden toparlanacağı çöller, fırtınalı bir yürek üzerinde akşamın serin eli. Bu Zeytinlik Dağı’nda, uykusuz beklemekte yarar yoktur; tin uyumuş Havarilere kavuşur ve onlara hak verir. Gerçekten haksız mıydılar? Ne de olsa tanrısal esine ermişlerdi.
Çölde Cakia-Mouni’yi düşünelim. Uzun yıllar kalmıştır burada, çömelip oturmuş, kımıltısız, gözleri gökte. Tanrılar da onun bu bilgeliğine ve bu taş yazgısına imreniyorlardı. Uzanmış ve katılaşmış ellerine, kırlangıçlar yuva yapmıştı. Ama, bir gün, uzak toprakların çağrısıyla havalandılar. Ve içinde isteği ve istenci, şanı ve acıyı öldürmüş olan kişi, birden ağlamaya başladı. Böylece kaya üzerinde çiçekler bittiği olur. Evet, gerektiği zaman taşa razı olalım. Yüzlerden istediğimiz bu giz ve bu coşku, o bize bunları da verebilir. Kuşkusuz, bu böyle sürüp gidemez. Ama ne sürebilir ki? Yüzlerin gizi silinip gider ve işte yeniden isteklerin zincirine dönmüşüzdür. Ve taş bizim için insan yüreğinin yaptığından fazlasını yapamazsa da hiç değilse tam bu kadarını yapabilir.
“Hiç olmak!” Binlerce yıl boyunca, bu büyük haykırış milyonlarca insanı isteğe ve acıya karşı ayaklandırdı. Yankıları, yüzyıllar ve okyanuslar içinden, gelip burada, bu dünyanın en eski denizi üzerinde can verdi. Hâlâ Oran’ın sert yalıyarlarına karşı boğuk boğuk yükselirler. Bu ülkede, herkes, bilmeden, bu öğüdü izler. Söylemek bile fazla, neredeyse boşunadır bu. Saltığa ulaşılamadığı gibi hiçliğe de ulaşılmaz. Ama, birer lütuf gibi, bize güllerin ya da insan acısının getirdiği ölümsüz göstergeleri aldığımıza göre, dünyanın bizlere sunduğu ender uykuya çağrıları da geri çevirmeyelim. Berikiler de ötekiler kadar gerçek içerir.
İşte, belki de, bu uyurgezer ve sayıklayan kentin Ariadne ipi. Burada insan belirli bir sıkıntının tümüyle geçici erdemlerini öğrenir. Canını kurtarmak için, Minotauros’a “evet” demek gerekir. Eski ve verimli bir erdem bu. Kırmızı yalıyarların dibindeki sessiz denizin yukarısında, sağda ve solda duru suda yunan iki kitlesel buruna eşit uzaklıkta, tam bir denge içinde durmak yeter. Gözler kamaştıran ışığa batmış durumda, açık sular üzerinde sürüklenen bir kıyı koruma gemisinin solumasında, insandışı ve kıvılcımlar saçan güçlerin boğuk çağrısı açıklıkla duyulur o zaman: Minotauros’un “Allahaısmarladık”ıdır bu.
Şimdi öğle, gün de dengede. Yolcu, töremini tamamladıktan sonra, kurtuluşunun ödülünü alır: yalıyarın üzerinden aldığı, bir çirişotu gibi kuru ve hoş taş. Dünyayı öğrenmiş kişi için, dünya bu taştan daha ağır çekmez. Atlas’ın işi kolaydır, saatini seçmek gerekir. O zaman, bir saat, bir ay, bir yıl için, bu kıyıların özgürlüğe elverebilmesi anlaşılır. Karışık biçimde, hiç bakmadan, keşişe, memura ya da fatihe kucak açarlar. Kimi günler, Oran sokaklarında, Descartes’la ya da Cesare Borgia’yla karşılaşmayı beklerdim. Olmadı. Ama bir başkası daha şanslı çıkar belki. Büyük bir eylem, büyük bir yapıt, erkekçe düşünüm eskiden kumların ya da manastırın yalnızlığını isterdi. Tin son hazırlıklarını buralarda yapardı. Şimdi uzun süre için tinsiz güzelliğe yerleşmiş bir büyük kentin boşluğundan daha iyi nerede kutlanır bunlar?
İşte küçük taş, bir çirişotu gibi yumuşak. Her şeyin başlangıcında. Çiçekler, gözyaşları (ille de istiyorsanız), yola çıkışlar ve çarpışmalar yarına. Günün ortasında, uçsuz bucaksız ve sesli uzamda gökyüzü ışık çeşmelerini açtığı zaman, kıyıdaki tüm burunlar kalkmaya hazır bir flotillayı andırır. Bu ağır kaya ve ışık kalyonları güneş adalarına doğru yola çıkmaya hazırlanıyormuş gibi omurgaları üzerinde titrer. Ey, Oranya sabahları! Kırlangıçlar, yaylaların tepesinden, havanın kaynadığı uçsuz bucaksız teknelere dalar. Tüm kıyı yola çıkmaya hazırdır, bir serüven titremesiyle titrer. Yarın, belki de, birlikte yola çıkacağız.
(1939)
Albert Camus
Kaynak: Yaz
Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel