Bir tutku cinayetleri vardır, bir de mantık cinayetleri. Aralarındaki sınır belirsizdir. Ama ceza yasası, oldukça elverişli bir biçimde, kasıt kavramıyla ayırır bunları birbirinden. Kasıt ve kusursuz cinayet çağında yaşıyoruz.
“Konuşmak düzeltmektir”
Canilerimiz aşk özürüne sığınan o umarsız çocuklar değil artık. Tam tersine, olgunluk çağlarındalar, suçsuzluk kanıtları da yadsınmaz türden: her şeye, hatta katili yargıç yapmaya bile yarayabilen bir felsefe.
Rüzgârlı Tepe’de Heathcliff, Cathie’yi alabilmek için bütün dünyayı öldürebilirdi, ama bu cinayetin mantıklı olduğunu ya da bir öğretiyle doğrulandığını söylemek usuna bile gelmezdi. Yapardı bu işi, o kadar; onun bütün inancı burada durur. Aşk gücü, bir de kişilik ister bu iş. Aşk gücüne ender rastlandığından, cinayet olağanüstü bir şey olarak kalır, yasadışı görünüşünü sürdürür. Ama, kişilik yokluğunda, bir öğretiye bağlanıldığı, cinayetin mantığa vurulduğu andan sonra, mantığın kendisi gibi çoğalır cinayet, mantıksal karşılaştırmanın bütün kılıklarına girer. Çığlık gibi tekti, işte bilim gibi evrensel oluvermiş. Dün yargılanıyordu, bugün yasa koymakta.
Buna kızacak değiliz burada. Bu denemenin ereği, bir kez daha, günün gerçeğini, yani mantıksal cinayetin varlığını benimsemek, sonra da bunu doğrulayan nedenleri incelemek: çağımızı anlama yolunda bir çaba bu. Elli yıl içinde yetmiş milyon insanı yerinden eden, tutsak düşüren ya da öldüren bir çağın yalnızca ve her şeyden önce yargılanması gerektiği düşünülebilir. Gene de suçluluğunu anlamak gerekir. Zorbanın daha büyük bir ün uğruna kentleri yerle bir ettiği, galibin arabasına zincirle bağlanmış tutsağın şenlik yapan kent içinde dolaştırıldığı, düşmanın halk önünde hayvanlara atıldığı yapmacıksız çağlarda, böylesine açık yürekli cinayetler karşısında, bilinç sağlam, yargı açık olabilirdi. Ama özgürlük bayrağı altında tutsak kampları, insanlık aşkı ya da üstün insanlık eğilimiyle haklı çıkarılan toplu öldürmeler, bir anlamda, yargıyı işlemez duruma sokar. Çağımıza özgü, tuhaf bir tersine dönüşle, cinayet suçsuzluk postuna büründü mü kendini haklı çıkaracak nedenler sağlaması için suçsuzluğu sıkıştırır. Bu denemenin ereği bu görülmedik meydan okumanın varlığını benimseyip incelemek olacak.
Suçsuzluk, bir kez eyleme geçtikten sonra, öldürmekten geri durabilir mi, duramaz mı, sorun işte bunu bilmekte. Bir şey yapabilirsek, ancak yaşadığımız çağda, bizi çevreleyen insanlar arasında yapabiliriz. Önümüzde duran şu ötekini öldürmeye ya da öldürülmesine boyun eğmeye hakkımız olup olmadığını bilmediğimiz sürece hiçbir şey bilemeyiz. Bugün her eylem dönüp dolaşıp dolaylı ya da dolaysız öldürmeye vardığına göre, öldürmemiz gerekip gerekmediğini, gerekiyorsa neden gerektiğini, gerekmiyorsa neden gerekmediğini bilmedikçe eyleme geçemeyiz.
Öyleyse her şeyin köküne inmek değil önemli olan, dünya ne ise o olduğuna göre, bu dünyada nasıl davranacağımızı bilmek. Yadsıma zamanında, intihar sorunu üzerinde düşünmek yararlı olabilirdi. Düşüngü çağında, cinayetin gereklerine uymak gerek. Cinayetin mantıklı nedenleri varsa, çağımız da, biz de tutarlılık içindeyiz demektir. Yoksa, çılgınlık içindeyiz demektir, bu durumda yeniden bir tutarlılık bulmak ya da başka yana dönmek dışında çıkar yol kalmıyor. Ne olursa olsun, çağın uğultuları, kanları içinde, bize sorulmuş soruyu açıkça yanıtlamak zorundayız. Çünkü gelip bu soruya dayandık. Otuz yıl önce, öldürmeye karar vermeden, çok yadsımıştı insanlar, intiharla kendi kendilerini de yadsıyacak ölçüde. Tanrı hile yapıyor, onunla birlikte herkes, ben de yapıyorum, öyleyse ölüyorum: intihardı sorun. Bugün, düşüngü yalnız başkalarını yadsıyor, hile yapan yalnız başkaları. O zaman başlıyor öldürme. Her şafakta, şeritli, sırmalı katiller bir hücreye dalıyorlar: artık sorun cinayet.
İki uslamlama birbirini tutuyor. Bizi tutuyor daha doğrusu, hem de öyle sıkı tutuyorlar ki, sorunlarımızı seçemez olduk. Bizi seçiyorlar, art arda. Seçilmeyi kabul edelim. Bu deneme, intihar ve saçma kavramı çevresinde başlamış bir düşünceyi cinayet ve başkaldırı karşısında sürdürmek istiyor.
Ama bu düşünce şimdilik tek bir kavram sağlıyor bize, uyumsuzluk kavramını. Bu da bize cinayet konusunda bir çelişkiden başka bir şey getirmiyor. Uyumsuzluk duygusu, kendisinden bir eylem kuralı çıkarmaya kalktık mı, cinayeti en azından önemsiz kılar, bunun sonucu olarak da olanak sağlar ona. Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı yoksa, hiçbir değere “evet” diyemiyorsak, her şey olanaklıdır, her şey önemsizdir. Ne evet kalır ne hayır, katil ne haklıdır, ne haksız. Kişi kendini cüzamlıların bakımına adayabileceği gibi, içinde insanlar yakılacak ateşleri de tutuşturabilir. Kötülük ve erdem de birer rastlantı ya da gelip geçici birer istektir.
Hiçbir şey yapmamaya karar verilebilir o zaman, bu da, insanların kusurluluğuna üzülmek bir yana, en azından başkalarının öldürülmesini kabul etmektir. Bir de eylemin yerini acıklı bir özenciliğe vermeyi düşünebiliriz, bu durumda, insan yaşamı kumara sürülen bir paradan öte bir şey değildir. Nedensiz olmayan bir eyleme girişmek de isteyebiliriz. Bu son durumda, eyleme yön verecek bir üst değer bulunmadığından, en çabuk, en dolaysız etkenliğe yöneliriz. Hiçbir şey doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü olmadığından, kuralımız en etkin, yani en güçlü biçimde davranmak olur. İnsanlar doğrular ve haksızlar diye değil, efendiler ve köleler diye ayrılır o zaman. Böylece, ne yana dönersek dönelim, yadsımanın ve yoksayıcılığın (nihilisme) göbeğinde, öldürme ayrıcalıklı yerini korur.
Öyleyse, uyumsuz tutumu benimsemeye kalktık mı kuşkuları birer düş sayıp mantığı bunların üstüne çıkararak öldürmeye hazırlanmamız gerekir. Hiç kuşkusuz, birtakım eğilimler ister bu iş. Ama, deneyimlere bakılırsa, sanıldığı kadar da değil. Öte yandan, sık sık gördüğümüz gibi, öldürtme olanağı da vardır her zaman. Öyleyse, mantık bunda yarar görüyorsa her şey mantık adına kurala bağlanabilir.
Ama öldürmenin hem olanaklı, hem olanaksız olduğunu gösteren bir tutumda mantık bir yarar bulamaz. Çünkü uyumsuz çözümleme, öldürme eylemini en azından önemsiz kıldıktan sonra, vardığı sonuçların en önemlisinde onu kötüler. Gerçekten de, uyumsuz uslamlamanın son sonucu intiharın yadsınması ve insanın sorusu ile dünyanın sessizliği arasındaki şu karşılaştırmanın sürdürülmesidir.1İntihar bu karşılaştırmanın sonu demek olur, uyumsuz uslamlama ise buna ancak kendi ön-verilerini yadsıyarak uyabileceğini bilir. Ona göre, böyle bir sonuç ya kaçış olur ya kurtuluş. Ama, aynı zamanda, bu karşılaştırmayı sağlayan yaşam olduğuna, yaşam olmayınca, uyumsuz “bahis”in dayanağı kalmayacağına göre, bu uslamlamanın yaşamayı biricik zorunlu değer olarak benimsediği açıktır. Yaşamanın saçma olduğunu söylemek için, bilinç canlı kalmak zorundadır. Rahatlık duygusuna kesinlikle ödün vermiş değilse, böyle bir uslamlamanın kazancını nasıl yalnız kendine saklar insan? Bir kez böyle benimsendikten sonra, bu değer bütün insanlarındır. İntihara bir tutarlılık tanımazsak, öldürmeye de tanıyamayız. Uyumsuzluk kavramına ermiş bir düşünce yazgı öldürmesini kabul eder kuşkusuz; uslamlama sonucu öldürmeyi kabul edemez. Karşılaştırma açısından, öldürme ile intihar aynı şeydir, biri benimseniyorsa, ötekinin de benimsenmesi, biri yadsınıyorsa, ötekinin de yadsınması gerekir.
Bunun için, intiharı onaylamaya yanaşan salt yoksayıcılık, mantıksal öldürmeye daha da kolay atılır. Çağımız öldürmenin haklı nedenleri bulunabileceğini kabul ediyorsa, yoksayıcılığın belirtisi olan şu yaşama ilgisizlik yüzünden kabul ediyor. Yaşam tutkusunun bir cinayet taşkınlığı biçiminde patlayacak oranda güçlü olduğu zamanlar da oldu kuşkusuz. Ama bu taşkınlıklar korkunç bir ergide duyulan yanma gibiydi. Her şeyi eşitleştiren, yoksul bir mantığın kurduğu şu tekdüze düzen değildi. Bu mantık çağımızın beslendiği intihar değerlerini en son sınırlarına, yani yasaya uydurulmuş öldürmeye dek götürdü. Ortaklaşa intiharda en yüksek noktasına ulaştı. Bunun en göz kamaştırıcı kanıtını da 1945 Hitler yıkımı sağladı. İzbelerde kendilerine bir kutsama ölümü hazırlayan çılgınlar için, kendi kendini yok etmek hiçbir şey değildi. Yalnızca kendini yok etmek değildi önemli olan, herkesi kendisiyle birlikte sürüklemekti. Yalnızlık içinde kendi canına kıyan kişi, görünüşte başkalarının canı üzerinde kendine bir hak tanımadığına göre, bir bakıma bir değeri sürdürmektedir. Ölme kararından aldığı korkunç gücü ve özgürlüğü hiçbir zaman başkalarına hükmetmek için kullanmaması da bunu gösterir; her tekil intihar, bir kin ürünü olmadığı zaman, bir yerde cömert ya da horgörücüdür. Ama insan bir şey adına horgörür. Dünya intihar edene ilgisizse, intihar edenin kendisi için önemsiz olmayan, olmayabilecek olan şey konusunda bir görüşü bulunduğundandır. Her şeyi yıktığını, her şeyi kendisiyle birlikte götürdüğünü sanır insan, ama bu ölümden bile, belki de yaşamaya değecek bir değer doğar. Salt yadsıma intiharla tükenmez öyleyse. Ancak kendisinin ve başkalarının salt yok oluşuyla tükenebilir. Bu da hiç değilse bu güzel sınıra yönelerek yaşanabilir ancak. İntihar ve öldürme burada aynı düzenin, yeri ve göğü yok edecek, kara bir taşkınlığı sınırlı bir koşulun acısına yeğ tutan mutsuz bir us düzeninin iki yüzüdür.
Aynı biçimde, intihar nedenlerini yadsırsak, öldürmeye de neden gösteremeyiz. Yarım yoksayıcılık olmaz. Uyumsuz uslamlama, bir yandan konuşanın canını koruyup öte yandan başkalarının harcanmasını kabul edemez. Salt yadsımanın olanaksızlığı kabul edildikten sonra –herhangi bir biçimde yaşamak da bunu kabul etmektir– yadsıyamayacağımız ilk şey, başkasının yaşamasıdır. Böylece, öldürmenin tümden önemsiz olduğunu sanmamıza yol açan kavram onu doğrulamalarından yoksun bırakır; kendisinden kurtulmaya çalıştığımız şu yasaya aykırı koşula döneriz yeniden. Böyle bir uslamlama hem öldürebileceğimizi kanıtlar, hem de öldüremeyeceğimizi. Çelişki içinde bırakır bizi, öldürmeyi önleyecek ya da yasaya uygun kılacak hiçbir şey yoktur elimizde, hem tehdit ediyor, hem tehdit ediliyoruz, tümüyle yoksayıcılık sıtmasına tutulmuş olan çağ, sürükleyip götürüyor bizi ardından, gene de yalnızız, silahlarımız elimizde, gırtlaklarımız kupkuru.
Ama uyumsuzun gerçek niteliğini, yani yaşanmış bir geçit, bir çıkış noktası, Descartes’ın yöntemli kuşkusunun yaşamdaki karşılığı olduğunu unutup da onu hep sürdürmeye kalktık mı, çok geçmeden, başka birçok çelişkiyle birlikte, bu temel çelişki de çıkar ortaya. Uyumsuz, kendi başına ele alındığı zaman, bir çelişkidir.
Yaşamı sürdürmek isterken değer yargılarını bir yana attığına göre, özünde de bir çelişkidir uyumsuzluk, çünkü yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. Soluk almak yargılamaktır. Yaşamın sürekli bir seçme olduğunu söylemek yanlış olur kuşkusuz. Ama her türlü seçmeden yoksun bir yaşam tasarlanamayacağı da ortada. Yalnızca bu açıdan bile, uyumsuz durum eylem alanında tasarlanması olanaksız bir şey. Anlatımında da tasarlanamaz. Her anlamsızlık felsefesi, sırf kendini dile getirdiği için, bir çelişki üzerinde yaşar. Böylece, az da olsa bir tutarlılık verir tutarsızlığa; düzensiz, bağıntısız olduğunu belirttiği şeye geçerlilik kazandırır. Konuşmak düzeltmektir. Sessizlik de bir anlam belirtmeseydi, anlamsızlık üzerine kurulmuş tek tutarlı tutum sessizlik olurdu. Tam uyumsuzluk dilsiz olmaya çalışır. Konuşursa, bundan hoşlandığı ya da, göreceğimiz gibi, kendini geçici saydığı için konuşur. Bu gevşeklik, bu kendi kendine değer verme uyumsuz tutumun çift anlamlılığını iyice belli eder. Bir anlamda, insanı yalnızlığı içinde anlatmaya kalkan uyumsuz onu bir ayna önünde yaşatır. İlk sızının rahatlığa dönüşme tehlikesi belirir o zaman. Bunca özenle kaşınan yara sonunda haz vermeye başlar.
Uyumsuz tutumun büyük serüvencileri olmadı değil. Ama, büyüklükleri uyumsuzun yalnız zorunluklarını alıkoyup hoşluklarını, rahatlıklarını yadsımış olmalarıyla ölçülür sonunda. En fazlasını elde etmek için yıkarlar, en azı için değil. “Benim düşmanlarım yıkmak isteyenlerdir, kendi kendilerini yaratmak isteyenler değil,” der Nietzsche. Kendisi de devirir ama yaratmayı denemek için. “Domuz suratlı” haz düşkünlerini batırırken, dürüstlüğü göklere çıkarır. O zaman uyumsuz uslamlama rahatlıktan kaçarken vazgeçişi bulur. Dağınıklığı yadsır, saymaca bir yoksunluğa, önceden benimsenmiş bir sessizliğe, başkaldırmanın garip keşişliğine varır. “Sokağın çamurunda cıvıldayan güzel cinayetin türküsünü söyleyen Rimbaud Harrar”a koşar, sonra da burada ailesiz yaşamaktan dert yanar yalnızca. Yaşamı “herkesçe oynanacak bir ortaoyunu” olarak görüyordu. Ama, ölüm saatinde, kız kardeşine, “Ben toprağın altına gideceğim, sense güneşte yürüyeceksin!” diye bağırır.
Öyleyse uyumsuz, bir yaşam kuralı olarak ele alındığı zaman çelişkindir. Öldürmenin yasallığına karar vermemize yarayacak değerleri sağlamamasında şaşılacak ne var? Öte yandan, tutumumuzu ayrıcalıklı bir coşkunluğa dayandırmak da olanaksız. Uyumsuzluk duygusu başka duygular arasında bir duygudur. İki savaş arasında, nice düşüncelere, nice eylemlere rengini vermiş olması gücünü ve uygunluğunu gösterir yalnız. Ama bir duygunun güçlülüğü onun evrensel olmasını gerektirmez. Özdevinimi kendi kendini aşmak olan, umutsuz bir coşkunluktan yola çıkarak genel eylem kuralları koymak ya da bu kuralları konulmuş saymak, bütün bir çağın yanlışlığı olmuştur. Büyük mutluluklar gibi büyük acılar da bir uslamlamayı başlatabilir. Birer aracıdır bunlar. Ama insan uslamlamaları boyunca hep yeniden bulamaz bunları, hep sürdüremez. Uyumsuz duyarlığı göz önüne almak, bir derdi kendinde ve başkalarında bulunduğu biçimiyle ortaya koymak uygun bir şey olsa bile, bu duyarlıkta da, varsaydığı yoksayıcılıkta da bir çıkış noktasından, yaşanmış bir eleştiriden, yöntemli kuşkunun yaşam düzeyindeki karşılığından başka bir şey görmek olanaksızdır. Bundan sonra, aynanın değişmez oyunlarını bozmak ve uyumsuzluğun kendi kendini aşmasını sağlayan, karşı konulmaz devinimini başlatmak gerekir.
Ayna kırılınca, yüzyılın sorularını yanıtlama konusunda işimize yarayabilecek hiçbir şey kalmaz. Uyumsuzluk, yöntemli kuşku gibi, bütün eski düşünceleri süpürüp atmıştır. Çıkmazda bırakır bizi. Ama, kuşku gibi, kendine yönelerek yeni bir araştırmaya yön verebilir. O zaman aynı biçimde sürer uslamlama. Hiçbir şeye inanmadığımı, her şeyin saçma, her şeyin uyumsuz olduğunu haykırıyorum, ama haykırışımdan kuşku duyamam, hiç değilse karşı çıkışıma inanmam gerekir. Böylece, uyumsuzluk deneyinde elimdeki ilk ve tek gerçek, başkaldırıdır. Her türlü bilgiden yoksunum, öldürmeye ya da başkalarının öldürmesine boyun eğmek için sıkıştırılmış durumdayım, içinde bulunduğum acının daha da güçlendirdiği bu gerçek var yalnız elimin altında. Ussuzluk görünümünden doğar başkaldırı, haksız ve anlaşılmaz bir koşul karşısında doğar. Ama kör atılışı kargaşa ortasında düzeni, kaçıp gidenin, silinenin göbeğinde birliği ister. Haykırır, dayatır, karışıklık bitsin, şimdiye dek yazılıp yazılıp silinen şey en sonunda kesinlikle durup belirginleşsin ister. Değiştirmektir kaygısı; ama değiştirmek eyleme geçmektir, eyleme geçmekse, yarın öldürmek olacaktır, oysa öldürmenin uygun olup olmadığını bilmemektedir. Tam da kendisinden yasaya uygun kılması istenen eylemleri doğurur. Öyleyse, başka hiçbir şeyden çıkaramayacağına göre, başkaldırı kendi kendinden çıkarmalıdır nedenlerini. Davranmasını öğrenmek için, kendi kendini incelemeye boyun eğmesi gerekir.
Doğaötesi ya da tarihsel, iki yüzyıllık başkaldırı üzerinde düşünebiliriz. Öğretileri ve bu öğretiler içinde birbirini izleyen akımları ayrıntılarıyla gözler önüne sermeye yalnız bir tarihçi kalkışabilir. En azından, şaşırmadan sonuca varmamızı sağlayacak bir anayol aramak olanakdışı olmasa gerek. Önümüzdeki sayfalar yalnızca birkaç tarihsel belirtme noktası sunmak amacında. Bu varsayım ileri sürülebilecek tek varsayım değil; öte yandan, her şeyi açıklamaktan da uzak. Ama bir ölçüde çağımızın yönünü açıklıyor, neredeyse tümüyle de ölçüsüzlüğünü. Çağımızın burada sözü edilen baş döndürücü tarihi Avrupa’nın gururunun tarihidir.
Ne olursa olsun, başkaldırının nedenlerini tutumları, savları, fetihleri üzerinde bir araştırma sonunda kavrayabiliriz ancak. Uyumsuzun bize veremediği eylem kuralı, en azından öldürme hakkı ya da görevi konusunda bir belirti, bir yaratma umudu belki de onun yaptıklarında yer almakta. İnsan, ne ise o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır. Bu yadsıma onu başkalarını ve kendi kendini yok etmeye mi götürür yalnız, her başkaldırı evrensel öldürmenin doğrulanmasıyla mı sona ermelidir, yoksa, tam tersine, olanaksız bir suçsuzluğu benimsemeye kalkmadan, usa uygun bir suçluluk ilkesi bulabilir mi, sorun budur.
Albert Camus
Başkaldıran İnsan (Giriş)