İnsani varoluşun en temel özelliklerini inkâr ya da ihmal etme yönündeki her çaba, insanın yakalanabileceği hastalığın vahametini ve kendini lanetlemesi için elinin altındaki kaynakları gösterir.
Kendimizi gerçek olarak yaşamak gerçek içinde konumlanmış bir varlık olarak duyumsamaktır, dolayısıyla, sonluluğumuzu, sınırlarla yüz yüze gelişimizi duyumsamaktır. Biz şeyler düzeninin bir bakiyesi değil, şeylerin ta kendisiyiz. Bu anlamda, biz dünyayla “biriz” ve dünya insan özdeşliğinin getirdiği aydınlanma gerçek aydınlanmadır. Ancak, daha önce tartıştığım gibi, biz her zaman tikel bir durum içinde varız; insan belli bir gerçek dünya durumudur. Gerçekliğin bize sunduğu özgün deneyim kendimizi gerçek olarak, gerçekliğin düzenine ait biri olarak yaşamak ve aynı zamanda, buna bağlı olarak, kendimizi tikel, o düzen içinde konumlanmış biri olarak yaşama fırsatıdır.
Ruh ve akıl dünyasına ait şeyler, metinler, hayaletler açık ve net sınırlardan yoksun, her kılığa girebilirken, fiziksel şeyler mekân ve zaman içinde sonludur. Bu yüzden, kendimizi sonlu olarak deneyimlemek gerçek bir dünya içinde gerçek şeyler olarak duyumsamakta. Sonluluğumuz iki doğrultuda, mekân ve zaman içinde, kendini gösterir. Kendimizi zaman içinde sonlu olarak duyumsamak ölümlü şeyler olarak duyumsamaktır. Mekân içinde yaşamak ise kendimizi bedenler olarak duyumsamaktır.
Dolayısıyla, inanılmaz boyutta insan enerjisi ölüm gerçekliğini reddetmeye, ölümden sonra hayat vaadine, çıplak bedenler olarak statülerimizi inkâra, ve kendimizi manevi dünyalardan, ruhlardan ve metinlerden ibaret kılmaya harcanmaktadır. Yani, gerçekliği reddetmek için harcanan enerji önce benliğimizin gerçekliği üzerinde denenir. Ve hiç kuşkusuz, bu iki tür inkâr (zaman ve mekânla sınırlılığımızın inkârı) birbiriyle bağlantılıdır: Ölümden sonra yaşayan ruhumuzdur çünkü bedenin erişebileceği sınır bellidir. Felsefe ve dinler tarihini irdelediğimizde görürüz ki, sınırlı olmak utanılacak bir durumdur. Ve elbette, ölüm genelde utanç kaynağı, acı ve çaresizlik içinde yok olup gitmektir. Bu nedenle, savaşlardaki ölüme ve sevişme esnasındaki ani kalp krizlerine övgüler düzeriz (“iş üstünde gitti” deriz). Ve Batı entelektüel tarihine baktığımızda görülür ki, sıçan ve çiftleşen kıllı bir hayvan olmak da utanç kaynağıdır.
‘Görünüş ne olursa olsun, biz insanlar asla ölmeyiz, hep pürüpak kalırız’: Bir an için buna benzer iddialardaki o inanılmaz kendine güvensizliği ve kendinden nefreti düşünün. Etiyle buduyla hayvan olmadığımız, ölmediğimiz falan; böylesi iddialar kuşkusuz yanlıştır, olan bitenle, gördüklerimizle çelişir. Demek ki, gördüğüme güvenmiyorum, hatta bu öğretilere bakılırsa, yaşadığımdan bile emin değilim. Bir insan ölümlü bir hayvan olduğu için kendinden bu kadar çok nefret etmeli ki ancak, tümüyle kurgusal, akla hafsalaya sığmaz bir evren yaratabilsin ve fiilen burada değil de orada yaşadığına inanabilsin. Mark Twain’in Yeryüzünden Mektuplarda işaret ettiği gibi, cennette aradığımız şey, tam da, bize sunulmuş olsaydı şayet hiç tereddütsüz reddedecek olduğumuz şeydir. Örneğin, eğer bazı melekler ortaya çıkıp bizi (belki genital organlarımızı keserek) sevişmenin yükünden kurtaracak olsa, kesinlikle reddederiz. Biz sevişmeyi belki de en büyük insani haz olarak görürüz. Ama ne yapıyoruz, sevişmeyi titizlikle ayıklayıp cennetin dışına koyuyoruz; orada, Mark Twain’in söylediği gibi, müzikten nefret eden insanlar gözleri sağda solda eğlenceli bir şeyler ararken koro halinde sıkıcı ilahiler okuyacak ve harp çalacaktır.
‘Biz hayvanlarız’ ya da ‘biz ölümlüyüz’ gibi bir argüman ileri sürmek komik olacaktır, değil mi? Bütün gün, her gün, biz bu olgulara tanıklık ederek yaşarız; onlar yakamızı bırakmayan ve bizi kuşatıp içine alan olgulardır, daima gelip çattığımız sınırlarımızdır. Ölümsüz bir ruh olmadığımı kanıtlamaya hazır değilim. İrademizin naçiz faaliyetleri, geçtiğimiz bölümde tartıştığım gibi, bu sınırlardan özgür olduğumuzun göstergesi olarak kutlanmıştır: Bu kutlama ta yürekten bildiğimiz şeyleri unutmadır. Ölümsüz bir ruh olduğuma ilişkin iddianın yanlışlığını canlı kalmam sayesinde daima hissederim. Ve, zaman geçtikçe, canlılığıma bir hayvan olmanın utanılacak bir şey olmadığını düşünecek kadar alışırım. Aslında, onu çoğu zaman eğlenceli bulurum. İnsani varoluşun en temel özelliklerini inkâr ya da ihmal etme yönündeki her çaba, insanın yakalanabileceği hastalığın vahametini ve kendini lanetlemesi için elinin altındaki kaynakları gösterir.
Bir beden olmak mekân içinde sınırlı olmaktır ve bu demektir ki, biz dünyanın doğasındanız ve dünyaya gömülüyüz. Ölümlü bir şey olmak zaman içinde sınırlı olmaktır; topraktan geldik ve toprağa döneceğiz. Ve bunlar bizim sınırlılığımızı tesis ettiği gibi, sınırlarımız ötesinde uzanan neyse onunla bağlarımızı da tesis ederler, insanın sınırlarını duyumsaması, hem kendisine sahiden öteki olan hem de kendisiyle sahiden bağlantılı bir şey olarak sınırları ötesinde uzanan şeyi duyumsamaktır. Ve insanın sınırlarını kabul etmesi kendini olumlamasıdır. Kuşkusuz, ‘ben ölümsüz bir ruhum’ demek kulakta bir olumlama gibi çınlar. Ancak bu benim hakkımda, benim gibi şeyler hakkında doğru olamayacak ve deneyimlerimin geçerliliğini çürütecek bir şeyler anlatır. Beni o hale sokar ki, sanki kendimi hesabı verilemez, keyfi ve anlaşılmaz bir biçimde duyumsarım. Bu ifade sınırlarımdan kaçar ve kaçtıkça da sınırlarım ötesinde uzanan şeyden kaçar; kendimden ancak dünyadan kaçarak kaçabilirim, ya da tersi. Bu arayışta Don Kişotvari bir asalet vardır ancak nafile bir arayış olduğunun sözü pek edilmez. Burada, duyumsadığımız her sahici olgu manevi dünyanın bir tecellisi ya da bir mesajı olarak tek tek yanlışlanmalı, çarpıtılmak, tahrip edilmeli, seçilip ayıklanmalı ve yeniden yorumlanmalıdır. “Ruh”, yaşadığımız her şeyi işleyip, tıpkı bir oyunu sahneye koyar gibi, sahte, mucize benzeri, ele gelmez ve kararsız bir şey haline getirmek için tasarlanmış kocaman bir makinedir bilirim.
Crispin Sartwell
Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik