Ahlak ve İnsanlık
Vicdan ve suç, toplum içinde birlikte yaşamamızın ahlaki temelleri olarak kabul edilir. Bunlar olmadan toplum hayatının işlemeyeceğine inanırız. Sigmund Freud da uygar yaşamın temellerinin vicdan ve suç olduğuna inanıyordu. Bu bağlamda baba katli tabusu Freud (1955) için birincil rol oynuyordu. Freud’a göre babayı öldürme dürtüsü, oğlun anneyle ilişkisinin ödipal temelinden kaynaklanıyordu. Böyle bakıldığında her toplum, varsayılan baba katli dürtüsünü denetim altında tutmaya yarayan yasalara ve kurallara dayanmaktadır. Bu yasalar ve kurallarla çelişen haz ilkesinin yerini de bu yüzden baba tabusu almalıdır. Gerçeğe sadece bunun hizmet ettiğine inanılır.
Böylece anne-baba otoritesinin insan olma olgunluğunu yaşamak için vazgeçilmez olduğunu düşünürüz. Bu açıdan bakıldığında ahlak, toplumu koruması beklenen kurallar ve cezalardan ibarettir. Freud bu konuda şunları yazıyor: “İnsan sadece birinden hoşlanmadığı için onu öldüremeyeceğini öğrenmek zorundadır. Ahlak böyle başlar.”
Acı yoluyla cezalandırma burada ahlakı korumak için motor görevi görür. Ama empati yetisi gibi, başka canlıların acısını hissetme yetisi gibi inşam insan yapan şeyler burada tamamen göz ardı edilmektedir. Aksine, yetişmekte olan bir insanın kendine özgü algılayış yetileri öncelikli olarak yıkıcı kabul edilmektedir ve bu yüzden de her türlü saldırganlık dışavurumu dürtüsel ve kötü olarak kategorize edilir. Bu nedenle toplumsallaşmanın istek ve niyetlerin bastırılmasına dayanması gerektiğine inanılır. Ancak bu durumda insan her zaman kendisini uygarlaştırması beklenen zincirlere karşı mücadele etmeye mahkûm olur; temelde bu, otoritenin ve onun çıkarlarının korunmasına adanmış kötümser ve umutsuz bir süreçtir.
Bu düşünme biçimi empatiyle ilişkisi kesilmiş bir düşünme biçimidir. Bu savı desteklemek için, kendimize ve kendi toplumumuza uygun bir mesafeden bakabilmek amacıyla, ilkel insanların antropolojisinde bir gezinti yapmamız gerekecek. Bu mesafeden bakış bize suç olmadan da uygarlık olabileceğim gösterecektir. Yaptığımız “ilkellik” yakıştırması üzerine ayrıca, ilkel toplum tanımı yapmamızın nedeninin, böylece kendimizi sözüm ona “ileri medeniyetlerin” alçaltın tutumundan kurtararak sivrilmek isteğimiz olduğunu söylemeliyiz.
Stanley Diamond (1976), uygarlığımıza ilişkin eleştirel gözlemlerim şöyle dile getiriyor: “Dinamik denge konumunda bulunan ve doğayla insanın ritminin ifadesi olan bir toplum olarak ilkel toplum düşüncemiz, uygar toplumların mantığa uygun bir idealidir ve uygarlığın şu anki durumuyla çelişir. Ama aynı zamanda ilkel toplumların gerçek tarihsel koşullarıyla da örtüşür. İlkel bir varoluş biçimine duyulan özlem boş bir hayal ya da duygusal bir heves değildir, yerine getirilmesi varlığımızı sürdürebilmemizin koşulu olan temel insani ihtiyaçlara tamamen uygundur.”
Sınırsız tüketim baskısından ve para kazanma çabasından kurtulmak için atılan çığlıklar, “gaspla edinilmiş mülkiyete ve kâr amacıyla üretime yer olmayan ilkel toplumlara ilişkin yerinde bir onay içerir. (…) Bu nedenle ilkellik arayışı uygarlığın kendisi kadar eskidir, uygarlık tasavvurunun ayrılmaz bir parçasıdır. Hiçbir peygamber ve hiçbir büyük filozof daha yüksek bir uygarlığa dair önkoşullarını, ilkel bir yaşam biçiminin unsurlarına ve insan doğasının değişmez özelliklerine, kısacası antropolojiye başvurmadan formüle etmemiştir. Şu iki sütuna insan doğasının bilinci ve uygarlık öncesi geçmişin bilinci dayanmadan ayakta durmak isteyen bir ütopya ancak kâbusa dönüşür. Çünkü aksi takdirde, insanın sonsuz derecede uyum yetisi olduğundan ve bu nedenle tarihi anlayacak ve kendisini düzeltecek durumda olmadığından yola çıkmak gerekir.
“Çağdaş uygarlık her yerde, ister ‘kamusal’ ister ‘özel’ temelde olsun kolektifleşmeye doğru gelişiyor ve bu korkunç manzara tek bir sisteme özgü değil. Bu yüzden günümüz devletleri tarihi ya kurguluyorlar ya da tamamen göz ardı ediyorlar. İnsan doğasına ilişkin resmi bir versiyon ve bugünü bütünüyle ve tamamen haklı çıkartan önceden belirlenmiş bir geçmiş anlayışım yaygınlaştıran politik mitler üretiyorlar. İnsandaki ikililiği ve ortak bir insan kimliği için verilen bitimsiz mücadeleyi ortaya çıkaran ilkel mitler üretme yetisi, artık kullanılmayan bir kas gibi eriyor.”
Diamond daha sonra şunlara değiniyor: “İlkellik düşüncesi uygarlık kadar eskidir, çünkü uygarlık insan kimliği arayışı sırasında bunu kendisi yaratır.” Bunun anlamı, ilkellik düşüncesinin tarihsel anlama eyleminin temel unsuru olduğudur. “Tarihsel bir bilincin mutlak önkoşulunun, kendiliğin sıkı bir şekilde araştırılmasına bağlı oluşu belirleyicidir. (…) Bir başka kültürün kavramsal olarak anlaşılması, kendilik bilincinin başka zamanlarda ve başka yerlerde insan becerisiyle yapılmış nesnelerle etkileşiminin sonucudur. (…) İlkellik düşüncesi bu nedenle bir tasarımdır. Sonuçta böylece bütün tarihsel düşüncenin ‘kurgulayıcı’ olduğu kabul edilir, ancak bu da tarihsel bilginin katıksız bir öznellik taşımasını gerektirmez. Daha çok insanların aynı türün üyeleri olarak başka insanların davranışlarının doğasını anlayacakları varsayımından yola çıkılır. Bu nedenle tarihsel bilgi, yaşayan insanlar arasındaki dolaysız alışverişe benzer bir iletişim biçimidir.”
Yani ilkel olanla karşılaştırma, toplumsal ve bireysel bilinci anlama çabasında bunları hem üreten, hem de yansıtan kültür aygıtımızın çözümlenmesine yarar. “Aksi halde insanın çözümlenmesi, insanın çözümlenmesi değil, toplumsal, ideolojik, ekonomik veya teknik biçimlerin çözümlenmesi, yani bir tür kültürfiziği olur. Ancak amaç yöntemde değil, onların yerinde olsak bildiğimiz kadarıyla onların yapacağı şekilde tepki vererek, insanları yarattıkları yoluyla anlama çabasındadır.”
Ancak bu anlama çabamızın, uygarlığımız genişledikçe bir o kadar zorlaşacağını gözden kaçırmamalıyız. Ne kadar çok yaşam alanı uygarlık tarafından kapsanırsa, çabalarımızın o denli profesyonelleşmesi gerekir. Ancak bu sırada merkezi sorunlarımızın acilliği görüş alanımızın dışına çıkar, hatta giderek acilleşen sorunlara bir yanıt verme girişimi riskler de getireceği için inkâr edilir. Böylece antropoloji, sosyoloji ve diğer bilimler, mekanik yöntemlere ve sıradan hedeflere sahip sınırlı disiplinler haline gelirler. Bu nedenle Diamond şunlara dikkat çekiyor: “Asıl sorun, yani insan oluşumuzun hangi kısmını yitirdiğimiz, onu nasıl ve hangi şekilde tekrar kazanabileceğimiz, antropolojinin (örneğin) ilgi alanının tamamen dışına bile çıkabilir. Belki de insan hakkındaki önemli tespitler artık antropologlar tarafından yapılmaz olacak; nasıl ki bu çalışma alanları, kültürümüzde ve bu kültürün giderek analitikleşen (yani sistematize edici) zihniyeti içinde kapsayıcı iş bölümünün suretleri olarak birbirlerinden giderek uzaklaştıkları için çoğu sosyolog toplum hakkında, siyaset bilimci politika hakkında, ekonomist ekonomi hakkında heyecan verici bir şeyler söyleyemiyorsa. Ancak insan durmadan parçalanamaz; (…) organizmanın bütünüyle araştırılması gerekir.”
Bu yakınlıktan kaçınmak için ilkel insanları, bireyselliklerini körelten ve varlıklarını belirleyen bir toplumun damgasını yemiş, gerçek bir kimliği olmayan insanlar olarak görürüz. Ancak aşağıda göstereceğimiz gibi durum bunun tersidir. Aslında varoluşlarında sınırlanan ve özgür olmayan bizleriz, ama yine de bizi şekillendirenin bizi “uygar” laştırdığma inanıyoruz.
Franz Boas’m öğrencisi antropolog Gene Weltfish (1965), otuz yıldan uzun bir süre Amerikan Pavvnee Kızılderililerini inceledi. Çalışmalarını değerlendirdiği raporda şunları yazıyor: “Kişisel ilişkiler de, bir topluluğa dahil insanlar da, sabit aile yapılarıyla sınırlanmıyor. Bireysel kişilik, cemaat yapısına uydurulmak için budanmıyor, tam tersi söz konusu. Cemaat yapısından bireysel kişiliği geliştirmek için yararlanılıyor. Pavvnee’lerin toplumsal yapısını ne bir yasa kitabında bulmak mümkün, ne bir doktrin statüsüne dayanıyor, ne de bir kumanda ilişkisinin zorlamasıyla ayakta duruyor. Cemaat yapısı kemikleşmiş de değil, insanlara dayatılmıyor da. Toplumsal yapı insanlara doğru buldukları ölçüde hizmet etmek için kişiler tarafından içkin bir şekilde taşmıyor. Burada iktidar sahibi birini temsil edebilecek ve diğerlerinin yaşamım daraltabilecek kurgulanmış bir suç kavramı yok. Kişisel ilişkiler her zaman yaratıcılığa dayanıyor.
“Dünyaları ham, yaşamları zor, ama bizimkinden daha özgür. Toplumsal biçimler herhangi bir dini veya doğaüstü onayla zorlanmıyor. Cemaat yapısını ihlal etmenin yegâne olası cezası topluluk görüşünün buna karşı çıkması. Bu önemli bir caydırma aracı, ama dini, askeri veya politik yaptırımlardan çok farklı bir niteliğe sahip. Bu, topluluğun yaşayan örgüsü içinde olan bir şey, bu alanda uzmanlaşmış bir sektör içinde değil, bu nedenle de gündelik yaşamın seyri içinde bu durumla başa çıkmak her birey için mümkün. Pawnee’lerin yaşamı bir ütopya değildi. Bu yaşamın geçtiği yer ve zaman böyle bir umuda izin vermedi (Pawnee’ler beyaz adam tarafından ezildi ve katledildi). İktidar yapısından bağımsız oluşlarında işimize yarayacak, ama nasıl kullanmamız gerektiğini bilemediğimiz şeyler var,” (çeviri A. G.).
Bizde durum farklı. Bizler zor ve kabul edilmez bulduğumuz suçluluk duygularıyla doluyuz. Bizim deneyimimizde suç, kötü olmakla, aşağı olmakla, bir başka deyişle kendilik değerindeki eksiklikle ilişkilidir. Bu nedenle suç inkâr edilir. Bizde insanlar azap verici suçluluk duygularından kurtulmak için saldırgan, şiddet dolu davranır. Bir örnek: Bir kayak pistinde insanlar kuyruğa girmiş teleferiği bekliyorlar. Birkaç kişi öne geçmeye çalışıyor. Bekleyenlerden biri yüksek sesle ve anlaşılır biçimde sesleniyor: “Hey, biz yarım saattir burada bekliyoruz. Kuyruğun sonuna geçsen iyi edersin!” Öne geçmeye çalışanlardan biri karşılık veriyor: “Seni sığır, seni budala! Kapa çeneni!” Bu saldırganca davranışı adamın suçluluk duyduğuna, ama yüzleşemediğine işaret ediyor. Suçluluk duygusu belirdiği anda bastırılıyor ve dışa yansıtma yapılıyor.
Ancak buradaki çelişki, suçun reddedilmesi ile, kendini suçlu hissetmeme ile birlikte yine de gizli bir suçluluk duyma eğiliminin var olması. Yoksa adamın suçlanma karşısında gösterdiği saldırganca tepki nasıl açıklanır? Ama suçluluk, kendi eyleminin başkası üzerindeki etkilerini fark etmek anlamına gelseydi, niçin bu kadar zora giderdi? Gerçekten böyleyse, bu, suçluluk duygularının, kendi eyleminin sorumluluğunu üstlenmeyi olanaksız kıldığı anlamına geliyor. Eğer suçluluk, değersizlikle bir tutuluyorsa, o zaman sorumluluğunu üstlenerek davranmak sorun haline geliyor.
Kendini suçlu hissetmenin pek çok nedeni olabilir. Örneğin: Bir bebek uyumuyor. Annebabası, onun bu uyumsuz davranışını kendilerine karşı, iyi annebaba olmadıklarına dair bir eleştiri olarak kabul ettiklerinden öfkeleniyorlar. Bebeğin uyumayı reddetmesini kendilerine karşı bir cezalandırma ve eziyet olarak algılıyorlar. İşte böyle bir durumdan, annebaba ve çocuk ilişkisini onca zorlayan suç doğuyor. Annemiz, akrabalarımız, doktor, öğretmen, biliminsanları gibi otorite kişileri bir çocuğun uyuması gerektiğini söyledikleri için, çocuğumuz uyumak istemediği ve ağladığı zaman ona anlayış göstermemekte kendimizi haklı buluruz.
Buna karşılık, Mc-Kenna ve Kaliforniya Üniversitesindeki meslektaşları (1990a, b, c), bebekler ve küçük çocukların, “ilkel insanlar” diye tanımladığımız insanların çoktan bildiği gibi, ne derin ne de uzun bir uyku uyuduklarını ortaya koydular. Çocuklar yaşamlarının ilk yılında sürekli olarak bedensel temas ihtiyacı duyarlar. Ama biz de çocuğumuzun mümkün olduğunca erken ve yalnız, hem de olabildiğince derin ve uzun uyumasında ısrar ederiz. Böyle olunca da kendimizi iyi anne-babalar olarak onaylanmış hisseder ve gurur duyarız. Çocuklar gerçekten de zamanla daha uzun ve derin uyurlar, ancak bu yavaş yavaş gelişen ve henüz güçlenmemiş olan merkezi sinir sistemine, soluk alma ve uykudan çıkma halini uyumlu bir şekilde düzenleme imkânı vermez. Bu da diğer şeylerin yanı sıra ani çocuk ölümü riskini yükseltir.
Çocuğun uyku turumu anne-baba ve çocuk arasında bir mücadeleye dönüşebilir, suçluluk ve aşağılık duygularına neden olabilir.
Psikoterapik bilgiler, ikisi arasında mantıksal bir bağ olmasa da, anne-babanın cezalandırması ve çocuktaki suçluluk duyguları arasındaki ilişkiyi aydınlatıyor. Bu ilişkinin en net görüldüğü durumlar, cinsel istismar gibi aşırı çaresizliğe yol açan durumlar. Üç yaşındayken babası tarafından cinsel tacize uğrayan bir kadın hastam kendisini suçluyordu. Babasının değil, kendisinin kötü ve kirli olduğu duygusunu taşıyordu.
“Bazen sabahları erken uyandığımda bahçeden babamın bildik ıslığım işitir ve çok büyük bir sevinç duyardım. Yataktan fırlar ve günü onunla birlikte geçirmek için yanına koşardım. Elleri sıcaktı, bana avuntu verir ve hissettiğim diğer şeyin hemen sona ereceği umudunu yaratırdı. Bu diğer şey, örneğin babamın güzel, sıcak ellerinin hep biraz fazla sıkı kavraması, bazen cinsel bölgelerime uzanması, babamın neşesinin çok çabuk öfkeye veya zarar vermekten doğan sevince dönebilmesi, bana hep yanlış bir şey yaptığım duygusunu verirdi. Böylece bir gün bunların sona ereceğini ve onun içindeki iyiliğin öne çıkacağını umut ederdim. Buna gerçekten de saplantıyla inanıyordum. Bana sonuçta iyi olmayan her şeyin, bunlara katlanmasını öğrenmek için var olduğunu belletmişlerdi. Ama bu anlayış ve duygularla hata bendeydi; annemde veya babamda değil.”
Suçun burada iki işlevi var: Anne-babayla olan bağı koruyor çaresiz bir çocuk için elzem bir bağ ve kendi gücüne dayanarak bir iyileşme olabileceği umudunu veriyor. Suç bu durumda, mutlak bağımlılığın, çaresizliğin katlanılmaz konumu içinde değişik bir kurtuluş oluyor. Beraberinde bir yandan değersizlik duygusunu getiren suç, diğer yandan kurtuluş oluyor. Suç, yansıtma yoluyla saldırganlık üzerinden boşaltılsa da, varlığımızı ayakta tutan güç de olabiliyor.
Eğer çocuk, yukarıda aktardığımız örnekte olduğu gibi bir yetişkin tarafından taciz ediliyor, ama yetişkin kendi eylemi ve çocuk tarafından algılanışı yokmuş gibi davranıyorsa bu durumda çocuk müthiş bir çaresizliğe düşer. William James’in daha önce de fark ve ifade ettiği gibi, varlığının yetişkin tarafından kabul görmemesi, çocukta bir var olmama duygusu uyandırır. Çocuk bunun oluşturduğu boşluğu doldurmak zorundadır. Tacize uğrayan hastam, babasının inkâr ettiği ve bilinçdışına ittiği suçluluğunu hissedip kendisi üstlenmiş. Böylece suçlunun itiraf etmediği suç kurbanın suçu haline gelmiş. Küçük bir çocuk her şeyi tamamen dolaysız bir şekilde algılar. Eğer anne ve babası onun algılarım inkâr ederlerse, o zaman bu algılayışların nedenini kendi içinde aramaya başlar.
Saldırganın itiraf etmediği suçu kendi suçu haline getirmek, geniş anlamda bizim toplumumuzdaki toplumsallaşma sürecini karakterize etmektedir. Böyle bir suçu üstleniş, bu suçun, ahlaki tutumu tanımlama anlamında kullandığımız “suç” ile bir ilişkisi olmasa da, bilinçsiz bir kendini suçlu hissetme eğilimine yol açmaktadır. “Suç” sözcüğünün bilgiye dayalı kullanımıyla içkin açıları arasındaki uçurum, gerçek geri planları göremediğimiz için bizi suçluluk duygusunun daha da derinlerine çeker. Kendini suçlu hissetme eğilimi, suçluluk duygularına katlanma yetisiyle telafi edilmediği için öfke, saldırganlık ve şiddet ortaya çıkar. Suç bizim kendilik değerimizi düşürür, bir boyun eğdirme aracı olarak kullanılır. Ve kendi suçumuz bile olmayan bir suç yüzünden itaati kabulleniriz.
Arno Gruen
Empatinin Yitimi
Kayıtsızlık politikası üzerine
Türkçesi: İlknur İgan