Hepimiz, bize içteki kaosun acısından kaçmayı zorla kabul ettiren uygarlığımız tarafından şekillendirildik. Korkunun üstü örtülmelidir, korkunun yüzüne bakmamak gerekir. “Sağlıklı olmak” böylelikle, karmaşık bir içyaşamın hastalığını gizlemek üzere çok etkin bir şaşırtmaca oyunu haline gelir.
Sonunda kişi hasta mı yoksa çaresiz mi olduğunu kendisi bile bilemez olur.
Asıl hastalığımızı sürekli olarak maharetle gizleyişimiz, çağımız yaşamını da insanlık tarihinde daha önce görülmemiş ölçüde tanımlıyor. Bugün insanlık tarihinin devamını öncelikle tehdit eden süreç budur. Bu, Henry Miller’in bir zamanlar şu ifadeyle tanımlamış olduğu türden bir “sağlıklılık”: Öylesine “sağlıklı”yız ki, sokakta kendimize rastlasak tanıyamayacağız, çünkü karşımıza çıkacak olan, bize korku veren bir benlik olacak. Kendimize ve başkalarına karşı sevgi ilişkisi içinde olmadığımızdan sürekli olarak kendi içimizdeki çölden, kendi boşluğumuzdan ve dolayısıyla kendi geçmişimizden kaçıyoruz.
Eğer yarılma henüz etkisini göstermemişse yaptıklarımız ya da başımıza gelenler karşısında acı, çaresizlik veya sevinç ve merak duygularıyla tepki veriyoruz. Bu tepkiler, yaşam deneyimimizin bir parçası halinde sürekli olarak iç yaşamımıza işleyip orada etkisini göstermeye devam ediyor. Dışarıdan içimize işleyen her şey karşısındaki duyarlılığımızı şekillendirdiği için yaratıcı varlığımıza enerji sağlayan bu duygusal tepkilerdir. Ancak bu duyguların değerinin yadsındığı ölçüde de yaratıcılığımız azalmaktadır. İnsan kendi iç yaşamından kopmuşsa artık sadece önceden belirlenmiş ve dikte edilmiş düşünceler ve tasarımlarla tepki verir. Bundan sonra bir robota dönüşmesine az kalmış demektir.
Eğer acı, kaygı ve çaresizlik, bir zayıflık olarak görüldüğünden; hatta kadınsı kabul edilen duygusal gevşemenin erkeğe yakışmayan bir ifadesi olarak görüldüğünden ve güçlü erkek anlayışına göre (aynı şey, erkeği örnek alarak güçlülük iddiasında bulunan kadınlar için de geçerlidir) uygunsuz sayıldığından yadsınırsa o zaman iç dünya devre dışı kalır ve gündelik hayatın dişlileri tarafından yalıtılır. İç dünya böylece bilinçdışında giderek daha derinlere gömülür. Ama görülemez hale gelse de davranışlarımızın, düşüncelerimizin ve duygularımızın motoru olarak kalır.
Yani temelden farklı iki değişik ruhsal durum vardır: İç dünyanın ulaşılabilir olduğu durumda insan, dışarıdan içine işleyen çekimler karşısında yaratıcı tepkiler verme yetisine sahiptir. İç dünya tekrar geri çağrılabilir durumda olduğu sürece bilinçdışında olmasının önemi yoktur. İçyaşam, büyük bir tepki yetisine sahip son derece hareketli bir varlıktır.
Karşıt tip değişiktir: Hisseden iç, kilitlenmişse kişinin dış dünyayla etkileşim akışıyla temas edemez. Dolayısıyla, daha açık bir ifadeyle, gerçek bir etkileşim zaten oluşmaz. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan iç yalıtımın ölçüsü kendilik nefretiyle doğrudan bir ilişki içindedir. Bu kendilik nefreti, özerk duyguların yalanlanmasını talep eden bir “gerçeklik”in diktesine tabi oluşa etkin biçimde katılım sonucu oluşur.
Nefreti sürekli besleyen bu kaynak sadece iç yalıtımı değil, aynı zamanda iç dünyayla dış dünya arasında bağlantı olmayışının sonucunda ortaya çıkan karmaşayı da güçlendirir. Bütün bunlar insanın kendi içinden ve onunla bir kez daha karşılaşmaktan duyduğu korkuyu büyütür. Yarılma yarılmayı güçlendirir. Böylece yıkımdan duyulan korku, insana iktidar ve güce boyun eğen bir dünyada yerini sağlamlaştırmasını öğreten dış dünyaya dalışı hızlandırır.
İçerinin kapatılması, yani dış dünyanın onaylayıcı temasından yalıtılması, yapılanma ve bütünlenme kaybına yol açar. Baskın unsurları yıkım dürtüsü ve kendilik nefretine dönüştüğünden iç dünya korku verir.
Kendilik yapılanması olmadan içerisi sürekli bir isyan ve karmaşa konumunda kalır. Bu rüyalarla ilişkide kendisini gösterir: Rüya görmenin temel mekanizması, bunlar istekler veya giderilmemiş gereksinimler olsun, duygusal anlam taşıyan yitirilmiş şeylerin yeniden üretimi çevresinde döner. Ama böyle insanlarda bunlar bozulmuş, hatta yalanlanmıştır. Şizofrenlerden farklı olmakla birlikte kendi benlerinden kopmuş oldukları için rüyalarından söz edemeyen hastalar olduğunu klinik deneyimlerden biliyoruz.
Bütünlenme eksikliği, olası dağıtıcı gücü nedeniyle, ama daha çok insan doğumundan itibaren bütünlenmeye dönük olduğu için korku verir. Eric Alonson ve Shelley Rosenblo’un bebeklerin daha otuz günlükken, anneye dair bütünleyici algının kesintiye uğraması durumunda acı ve huzursuzluk belirtileri gösterdiğini kanıtlamıştır. Bütünleşmiş bir insani varoluş için önkoşul, çok yönlü olarak uyarılabilen ve dış dünyayla tamamlayıcı bir alışveriş içinde gelişebilen bir içya- şamdır. Bu, “insani” bir insan olmanın da önkoşuludur. Bu aynı zamanda, kötünün önkoşulunun, kendiliğin yadsınması ve tahribine dayanan çok daha karmaşık bir gelişme olmasının da nedenidir.
Yukarıda tanımlanan yarılma süreçleri şizofrenlerde gözlenenden çok farklıdır. Şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünyasında kalmaya çalışır. Kendi duygu dünyasıyla ve kendi iç dünyasının sunduğu özerklik olanaklarıyla bağlantıda kalabilmek için dış dünyayı kopartıp atar.
Tümüyle gerçeğin üstünde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi içyaşamlarından kopmuş olmalarıdır. Bu değerlendirmenin temelinde, “gerçeklik” anlayışımızın tamamen bu tipe göre şekillendirilmiş olması vardır ve böylelikle görünürde sürekli onaylanır. Bu nedenle de kaderimiz üzerinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edilir. Ama bunun nedeni aynı zamanda bu insanların, gerçekçiliğe ve güce dair kendi fantezilerimizi temsil etmeleridir.
Bu nedenle bu kitabın konusu, gerçek bir benin eksikliğini gizleyen ve aynı zamanda bu eksikliğin sonucu olan iç karmaşadan kaçış için bir araç işlevi gören bir “sağlıklılığın” sinsiliğidir. İnsanın kendi içinden kopuşu, gerçek bir benin gelişmesini olanaksız kılar.
Kendisini normallik olarak maskeleyen delilik, alışılmış olarak delilik olarak tanımlanan durumdan temel farklılıklar gösterir. Bu nedenle deliliğe dair tasarımımızı daha farklı biçimde ifade etmeliyiz. Şizofreni — “tanınabilir” delilik— tamamen başka bir bakış açısından görülmelidir: Şizofreni, sonuçları çok daha zengin bir delilikle, yani normallik olarak görünen delilikle boğuşmaktır. Bu noktada benim görüşümün içerdiği zorluk da belirginleşiyor: Kendimiz de aldığımız eğitimin baskısı altında bu görüntünün ardında gizlenenle temasımızı yitirdiğimiz için hepimiz normalliğin dış görünümüne kapılıyoruz.
Günümüz psikopatolojisindeki çelişkili yan, kendi duygu dünyalarıyla olan bağlarından kurtulmaya çalışan insanların değil de, aslında tüm çabaları bu bağı korumak olan insanların hasta olarak sınıflandırılmasındadır. Duygu dünyalarıyla bağlarını korumaya çalışanların hastalığı çoğunlukla, deneyimlerimizin dünyasındaki çelişkileri ve yarılmaları fark etmelerini olanaksız kılan baskı karşısında gösterdikleri tepkidir. Dikkatimizi sadece şizofrenlerin “delice” davranışlarına odakladığımızdan göremediğimiz daha derindeki hastalıksa, toplumdaki çelişkiler ve yalanlar yüzünden insanların iç bütünlüklerini koruma gücünü yitirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle de açıkça direniş gösteremezler ya da başkaldıramazlar.
Deneyimlerimizin gerçek anlamda bütünlenmesi çelişkileri de içermesini gerektirir. İkiyüzlülük, ikiyüzlülük olarak tanınmalıdır. Örneğin sadece başkalarını bağımlı kılmak ve onları hâkimiyeti altına almak için gösterilen bir ilgiyi “sevecen” ilgi olarak kabul etmekten vazgeçmeliyiz. Ama çoğumuz böyle bir ilgiyi sevecen ilgi kabul ederiz! Bir şizofrenin, ahlaki bakımdan inanç duymaya değer bulmadığı, ikiyüzlü bir dünyayla özdeşleşememesinin nedeni tam da budur. Başka türlü olmak, onun için insaniyetsiz bulduğu şeylere, yani sevgi olarak gösterilen nefret, baskı ve denetime boyun eğmek anlamına geleceği için duygusu ve düşüncesi yarılmıştır.
Şizofrendeki yarılma, duygu bütünlüğünü, yani iç dünyasıyla temasını koruma çabasıdır. Onun “deliliği”, aslında bütünlük olmayan dayatılmış ve ısmarlanmış bir “bütünlüğe” karşı çıkıştır. Örneğin bir başkasına acımak, kendini üstün hissetmek veya karşısındakini aşağılamak için duygudaşlık kullanıldığında şizofren bunun karşısında herhangi bir duygu uyumu göstermez. Biz uzlaşanların, kaygı veya sevecenlik belirten, bir tepki beklediğimiz yerde şizofren gülecektir. Bu nedenle şizofrene, gerçeklikle ilişkisi olmadığı ve yarılmış olduğu tanısı konur.
Şizofrenin bir iç alana geri çekildiği doğrudur. Ama bunu yapmasının nedeni, gerçekçiliğin yadsıdığı sahici duyguların gerçekliği içinde bulunabildiği tek yerin orası olmasıdır. Şizofrenin kendisini dış dünyadan kopartarak bütünlüğünü koruma çabası, ne yazık ki kendi yaşamının indirgenmesine ve ruhsal ölümüne yol açar. Böyle bir insan, bir özdeşleşmeme süreciyle boş ve yanlış bulduğu bir dünyadan uzaklaşmaya çalışır. Böylece şizofrenin vardığı nokta, bizim gerçekliğimizin içinde yaşamaması olur.
Ama buraya varana kadar şizofrenlerin, bütün zıtlıklarıyla birlikte bu gerçekliği bizim yaşadığımızdan daha da acıtıcı bir şekilde yaşamış olmaları gerekir. Bu insanlar gerçekliği başından beri yanlış algılamış değillerdir -başlangıçta gerçeğe ilişkin her şeyi bilmiş olmaları gerekir— daha çok tam da gerçeğe fazla yakın oldukları için sözde bir insani bütünlenme aldatmacasına katılmak ellerinden gelmemektedir. Ancak kendi iç yaşamlarıyla bağlantı içinde kalma çabaları sonucu hastalanırlar. Kendi içlerindekini algılamak zorunda kalmamak için gerçekliğe kaçan diğerleridir; “sağlıklı” olanlardır. Daha derin bir anlamda, şizofren bütünlüğünü koruma ihtiyacıyla hareket ederken, “normal” olanın ihtiyacı yarılmadır.
Bize dayatılan gerçeklikle kendi iç dünyaları arasındaki zıtlıkların gerilimini kaldıramadıkları için “normal” davranışın görüntüsü arkasına saklanan insanların bir süre sonra gerçek duyguları kalmaz. Bunun yerine duyguların ne olduğuna dair düşüncelerle donanırlar, duygularla deneyimleri gerçekleşmez. Kendi duygularının yerine yapıştırma duygular sergilerler ve kendi gerçek duygularını terk ederler. Varsaydıkları kimliklerinin görüntüsü ne kadar “sağlıklı”ysa bu manevrayı gerçekleştirmekte o kadar başarılı olurlar. Amaçları kendi benlerini ifade etmek değil de, başkalarını davranışlarında, düşüncelerinde ve hissettiklerinde tutarlı olduklarına inandırmak olduğu için bu bir manevradır. Benim aramızdaki gerçek deliler olarak göstereceğim insanlar böyleleridir.
Bu insanlar, kendi içlerindeki karmaşa, öfke ve boşlukla yüzleşemediklerinden hepimiz için tehlike yaratırlar. Şizofren, kendisi için çelişkili ve acı verici yaşantılarla dolu bir dünyada, gerçek sevginin geçerliliğine dayanan odaksal duygu çekirdeğini korurken deliliği gizleyenler için, ezici iç karmaşalarına ve iç yıkımlarına karşı tek direniş yolu iktidar peşinde koşmaktır. Boşluğun kendi iç boşlukları olduğunu kabul etmek zorunda kalmamak için çevrelerinde boşluk ve yıkımı yaratırlar. Şizofrenin ikilemi, kendi iç çekirdeğini saklayarak korumaya çalışmasındadır. Benlik, ancak canlı bir alışveriş içinde yaşayabileceğinden bu başarısızlığa uğramaya mahkûmdur ve bu yüzden şizofren, bu girişiminin bedelini çoğunlukla akıl, mantık ve iletişimini tümüyle yitirerek öder. Dünyanın ona yaptığını kendi kendine yapar. Çevresindeki insanları kendi durumundan dolayı suçluluk duymaktan korumak için artık sevilesi biri olmak istemez. Kendi iç durumlarına dair bilgiden kaçmak isteyenler ise, çevrelerindekileri de kendi “düzen”lerine ve dolayısıyla kendi kendileriyle ilişki kurma biçimlerine uymaya zorlarlar.
Şizofrenler, keşfedilmekten korunmak için kendilerini azaltırken diğerleri bunun tersi bir yöntem uygularlar: kendilerini değil, gerçekliğin yarattığı çelişkileri ve korkuları yalanlayarak gerçekliği azaltırlar. Yaşama biçimlerinin temelini bu azaltmayı savunmak ve iç korkularını inkâr etmek oluşturur. Bu azaltılmış gerçekliğe sarılırlar ve bunun yaşantının tümünü temsil ettiği düşüncesinde direnirler. Buna bağlı olarak kendilikleri, varlığımızı öncel olarak belirleyen düşünceleri gönüllü olarak izler ve gerçek varoluşla bizi sarmalayan dış dünya arasındaki etkileşimlere yaslanmaz. Böylece bilinci de bireyin dış gerçeklikle bütünleşmesini değil, bu gerçekliği ele geçirme ihtiyacını yansıtır.
Bu durumda sadece düşüncelere itaat eden, dolayısıyla sevinç ve acının yaşanmasıyla oluşan duyguların açık oyununu tanımayan bir bilincin köleleşmesi ve yıkıcılaşması gerçekleşir. Kendimizi düşüncelere teslim ederek, aslında sadece hissetmemiz gerektiğini düşündüklerimizi duygu sanırız. Aynı şekilde, düşündüğümüzü sanırken aslında düşüncelerimiz, intikamcı ve yıkıcı duyguların kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir. Sakatların “yaşanmaya değmez yaşamları” üzerine III. Reich döneminde geliştirilen “bilimsel” kuramlar bunun uç bir örneğidir.
Bu ikilem, hepimizin ortak yanı olan gelişimin içinde temellendiği, düşünceleri ve duyguları birbirinden ayırt etme olanağıyla sıkı bir bağ içindedir. Aslında yaptığımız, duygularımızın devinimiyle düşüncelerimizin devinimini birbirlerinin yerine geçirmek oluyor.
Eğer öncelikle duygu ve düşünceleri birbirinden ayırmaya, yani duygularımızın kökeninden uzaklaşmaya eğilim gösteriyorsak bu süreci artık görecek durumda olmamanın zorluğunu yaşayacağızdır. Gelişimimize bağlı olarak kendimizi olduğumuz gibi değil, görünmemiz gerektiğini düşündüğümüz gibi görme çabasına gireriz. Dış görünüm ve gerçek varoluş eşbiçimli olmayacağından birbirlerine denk düşmezler. Ve birbirlerine denk düşmediklerinde iç gerçekliğin bu çelişkisi, sürekli bir korku kaynağı oluşturur. Korku da bu kopmayı bir kez daha pekiştirir. Bir örnek: Güçlülük imajı, bir başkasının acısı karşısında gösterdiğimiz duygudaşlıkla çelişiktir, çünkü duygudaşlık zayıflıkla özdeşleştirilir. Bu çelişki bir çöküntü tehdidi oluşturur, bundan duyduğumuz korku da bizi duygularımızdan “vazgeçmeye” zorlar.
Bu süreci başka bir biçimde de tanımlayabiliriz: Hâkimiyetin güçlülük, çaresizliğin zayıflık olduğu inanışı dağılımda farklılıklar göstermekle birlikte hepimizin derinliklerine yerleşmiştir. Bunu doğamızın temel bir unsuru kabul ederiz. Ancak hâkimiyete ve çaresizliğe ilişkin bu duygularımız, erken çocukluk yıllarımızda annemizin koruyucu kolları arasındayken ve onun tarafından beslenirken duyduğumuz doğal duygularla örtüşmez. Daha sonraları hâkimiyeti ve çaresizliği güçlülük ve zayıflık olarak hissetmeye başladığımızda söz konusu olan, temelde düşünce süreçlerinin ürünü olan duygulardır, asıl doğamızın ve deneyimlerimizin ürünleri değil. Bu düşünce süreçleri, duygulara katlanamamanın belirlediği azaltılmış bir gerçekliğin içinde ortaya çıkar. Yani yine içinde yarılma barındıran bir süreç.
Duyguların taşınamaması ilk olarak düşünceyi duygudan kopartır. Bu, şizofrenik davranışın özelliklerinden biri olarak kabul edilse de, şizofrenlerin değil, biz “normallerin” gerçeğidir. Şizofren için yarılma, yapıştırma ve ikiyüzlü duygular göstermeyi reddetmesinin bir ifadesidir. Çünkü şizofren, acı, kaygı, çaresizlik ve sevinç gibi gerçek duyguları tanımıyor değildir. Ancak bunların şekilsizleşmesini kabullenerek yaşamayı reddeder. Ama “normal” insanlar çaresizliği kaldıramadıklarında, böyle bir yaşantıyı küçümseyen ve çaresizlik yaşamanın, içinde gerçek güce götüren bir kuvvet barındırdığını inkâr eden bir “gerçeklik” tarafından bu yükün üstlerinden alınmasına ihtiyaç duyarlar.
Bu gerçeklik kaçınılmaz biçimde, güçlülüğün belirtisi olarak, kişinin kendiliğinin sınırları dışındakinin ele geçirilmesine özel bir önem verir. Böylece insanın kendi ruhunu yanıltıcı bir şekilde zaptı söz konusu olur. Bir keresinde Eu- gene O’Neill, ABD’nin kendi ruhuna sahip olabilmek için sürekli kendi dışında bir şeyleri ele geçirmeye çabalaması yüzünden başarısızlığa uğradığını ve bu yüzden hem ruhunu, hem de ele geçirdiklerini yitireceğini söylemişti. Martti Siirala, uzlaşmacı insanın temel deneyimi olarak “gerçekliğin yanıltıcı mülkiyeti”nden söz ederken aynı süreci bireysel düzlemde tanımlamıştır.
Kişi, ele geçirme ve iktidar vasıtasıyla kendi duygularını yaşadığını kendine karşı onaylar. Ancak iktidar ve ona bağlı olarak oluşan her şey, canlı olma duygusunu verir görünmekle kalmaz, insan doğasına dair de yanlış bir kavram aktarır ve kendisi de yine değişir, insan, “düşünce”si yoluyla ve düşüncenin talimatlarına itaat edişiyle (gerçek duygu ve yaşantılarla bağ kopuksa düşüncenin iç mantığı hiçbir düzeltmeye izin vermez) kendi içinden kopuk kaldığı sürece sadece sürekli olarak özerkliğinin zedelenmesiyle kalmaz, aynı zamanda da öfke ve şiddet duyguları oluşturur. Böyle bir sahte hissediş durumunda sahici olan tek şey öfkedir. Ama sahiciliğin mümkün kılacağı şey —gerçek duygular- , tasarlanmış duyguların ideolojisini tehdit edeceği için bu inkâr edilir ve örtülür.
Bilincin yarılmasının pek çok ruhsal yapının merkezi örgütleyicisi olduğu açık, insanın ilk deneyimlerinin kopması, sadece iç bütünlüğü yaşamayı imkânsız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda çaresizlik ve zayıflık gibi duygularla başa çıkmayı sağlayan modelden de vazgeçmek anlamına geliyor. Eğer insan kendi acısının anlamını kavrayamaz duruma gelmişse o zaman çaresizlikle, zayıflıkla baş etmede deneyim eksikliği var demektir. Çaresizlik bu yüzden insanın, iktidar sahibi olarak karşısında kendini savunma ihtiyacı duyduğu bir durum haline gelir. Bu başarılamazsa çaresizlik deneyimi hızla bir yanılsamaya dönüştürülür ve bu neden olarak gösterilir. Görünürde her zaman gayet normal olan insanlar çok şaşırtıcı bir biçimde kör bir yıkıcılıkla tepki veriyorlarsa, bunun nedeni kendilik değeri duygularının zedelenmesinin böyle bir süreci harekete geçirmesidir; savaşta ve mesleki başarısızlık alanında bunun sayısız örneği vardır.
İnsan güven duymadan yaşayamaz. Güveni de sevecen bir ilgi yoluyla kazanır. Bebekler ve küçük çocuklar ilgisiz kalırlarsa duygu yitimine uğrayabilirler, hastalanabilirler, hatta ölebilirler. Sevilme yaşantısı —hangi biçimde olursa olsun— bir kez dahi gerçekleşmiş olsa, hayal gücümüzün doğasına uygun olarak, ardından gelecek bir boşluğu, hayati önem taşıyan anneyle bağ içinde olma duygusunu korumak amacıyla kendi kendimize doldurabilmemizi sağlıyor. Ama böyle hayaller eğer acıya ilişkin deneyimlerin dışlanması üzerine kuruluyorsa o zaman kendilik, iktidar ve indirgenmiş bir ruhsal zemin üzerinde temellenir.
ABD’li psikiyatr Harry Stack Sullivan, insanın sadece yapılacak “doğru şeyi bulması gerektiğine, o zaman istenilen deneyimin tekrarlanacağına ikna olması için tek bir olumlu deneyim yaşamasının yeterli olduğuna işaret etmişti. Elbette burada hayal gücü belirleyici bir rol oynuyor: Artık gerçeklik içinde yaratılamayan yaşamsal bir teselli sağlıyor. Bu, insanın çıkmazını “atlatabildiği” yollardan biridir. Sevgiden yoksun yaşamak zorunda kalmak bir insanın en derin çaresizliklerinden biridir. Çocuklar, ihtiyaçlarının veya algılarının reddedildiğinin ya da yalanlandığının bilinci içinde yaşayamazlar, eğer ki ruhsal yapıları sonunda gerçek ihtiyaçlarını inkâr edecek kadar değişmemişse.
Çocuğun içsel ihtiyaçlarını inkâr etmesi için bunları kısmen veya tamamen koparıp ayırmış olması gerekir. Bu esaslı bir altüst oluşu içerir. Anne ve babanın kendisine acı verdiğini ve çaresizliğe düşürdüğünü algılamak zorunda kalmamak için çocuk nedeni kendi içinde arar. Çocuğun tabi oluşuna yol açan trajedi, sadece kendi iç dünyasını kopartmasında değildir. Çocuk bunun da ötesinde, yaşamasını sağlayan anne ve babayla ilişkisini koruyabilmek için sevgi eksikliğini kendi içindeki bir bozukluktan gelen bir şey gibi algılamak zorunda kalacaktır. Anne babasının “fikrini değiştirmek” için çırpınacaktır ve bunu yaparken hatayı hep kendinde bulmaya çalışacaktır. Böylece çocuk hissettiği sevgi eksikliğinin farazi suçunu kendi üstlenecek ve bu “hata”dan kurtulabilmek için, iktidar ihtiyacını besleyen bir düşler ve fanteziler yaşantısı oluşturacaktır.
Eğer bir çocuk, anne baba iradesinin kendisi için belirlediği çerçeveye —çerçeveyi belirleyen anne babanın çocuğu nasıl gördüğüdür— uzlaşma sağlayabilirse bu uzlaşma, bir hayatta kalma stratejisi olma anlamı taşır. Çocuk, kendi iç süreçlerini bir yana itecektir; kendi ihtiyaçlarını, beklentilerini ve algılayışlarını yok sayacaktır ve yaşamını kendi benliğinin dışındaki bir şeyin üzerine kuracaktır. Bu süreçte gerçekliğin görüntüsü de, sahici olmayan bir duygular dünyasının sözde bütünlüğüne uzlaşmaya dönüşecektir. Bu nedenle çocuğun kendiliği acı ve ölümü algılamadan gelişir ve ama aynı zamanda kendini bunun bilincine varmadan acı ve ölüme adar.
Arno Gruen
Normalliğin Deliliği
[Gerçeklik Adına Gerçekliğin Reddi]