Şiddete eğilim gösterenler sadece suçlular değildir. Temeli itaate yatkınlık olan bir dünyada yaşayan bütün insanlarda şiddet eğilimi mevcuttur. Eğer ancak itaatkar olduğumuzda kendimizi sevme hakkı bulabiliyorsak, bir zamanlar bizim de gösterdiğimiz itaatsizliği başka insanlarda öldürdüğümüzde kendimizi adil bir insan olarak hissedebiliyoruz. Sadece kendimizi içimizdeki eski düşmandan korumak için değil, aynı zamanda giderek büyüyen birikmiş öfkeyi boşaltmak için de düşmanlara ihtiyacımız var.
Böylece, yaşamdan nefret eder ve küçümserken kendimizi iyicil, yüce gönüllü ve insancıl hissediyoruz. Burada doğru olan sadece “aklı başında” görünmeye çalıştığımız, yani beklentilere cevap verdiğimizdir, çünkü kendi kendimizi ancak böyle sevebiliriz.
Resmi olarak onaylanmış cinayet konusuna değinmeden önce sözde yüceltme üzerinde kısaca durmak istiyorum. Psikanalitik yüceltme anlayışı insanlara, enerjileri sosyal bakımdan “daha kabul edilebilir” kanallara yöneltilmesi gereken ilkel güdülerin hakim olduğu anlayışına dayanır. Freud, “dürtüler hedeflerini değiştirebilirler (erteleme yoluyla)”, demişti.67 “Temel dürtüler” olan cinsellik ve yıkıcılık, Freud’a göre ya bastırılabilir ya da yüceltilebilir. Bu anlayış, yıkıcılığın ve saldırganlığın gerçek gelişime uygun biçimde araştırılmasını bugüne kadar engelledi. Freud, yüceltmeyi insandaki yıkıcılığın karşısına çıkartılabilecek tek yol olarak onaylarken insanın doğuştan yıkıcı olduğunu kabul eden ve bunu “doğal” bir durum olarak kutlayan ideolojileri desteklemiş oldu.
Yüceltmenin, yıkıcılığın ve saldırganlığın gerçek kökenleriyle hiçbir ilgisi olmadığı görülebilirse dürtü kuramının çıkmazından kurtulmak mümkündür. Dürtü kuramı sadece, yıkıcılığı ve saldırganlığı an içinde kabul edilebilir görünen yönlere kanalize eder, örneğin acımasız bir rekabet mücadelesinin hüküm sürdüğü iş yaşamında. Yıkıcılıkla başa çıkmanın tek yolu, buna yol açan çaresizlikle yüzleşmektir.
Ancak insan kendi çaresizliğini görür ve bunun getirdiği sınırları kabul ederse kendisini küçük ve önemsiz hissetmesine neden olan mitleştirilmiş suçluluk duygusundan kurtulabilir. Eğer insan çaresizliğin başarısızlığın bir ifadesi olduğu görüşünden kendini kurtarabilirse ilkel ve yıkıcı öfkeden bağımsızlaşabilir. Buna karşın öfkenin bastırılması veya yüceltilmesi kaynaklarını yaşatmaya devam eder.
Yüceltme kuramı ayrıca, şiddet gerçeğini bir tür hoşgörü ve hatalı bir anlayışla karşılayarak zararsızlaştıran uzlaşmacılığı kolaylaştırır. Mesele sadece şiddet eğilimini daha zararsız hedeflere yönlendirmekse kötülük sorunu yine konu dışı kalır: Kötülük mü bize hakim, biz mi kötülüğe hakimiz?
ABD’deki Attica hapishanesinde 9 Eylül 1971’de çıkan isyan sırasında yaşanan olaylar içimizdeki kötülüğün bize hükmettiği inancının ne kadar yaygın olduğuna bir örnektir. O gün bin üç yüz kişi hapishanedeki tutukluların yansını, otuz kadar gardiyanı ve hapishane görevlisini rehin alıp pazarlık sürdürdükleri dört dramatik gün boyunca ellerinde tuttular. New York eyaletinin o zamanki valisi Nelson A. Rockefeller’in emri üzerine eyalet polisi 13 Eylül’de hapishaneyi ele geçirdi.
Olayın geri planı ve seyri ayrıntılı biçimde belgelendi: Attica hapishanesi aşırı doluydu. Tutukluların çoğunluğu siyahlar ve Porto Rikolulardı. Haklarının dikkate alınması için duydukları mücadele isteği giderek arttı. 8 Eylül günü öğleden sonra yaşanan bir olay isyanı başlattı. Gardiyanlardan biri iki Mahkûmun kavga ettiklerini sandı, arkadan yaklaşıp içlerinden birine dokundu. Mahkûm sıçrayarak arkasına döndü ve vurdu, büyük bir ihtimalle arkasında ne olduğunu görmediği için bunu içgüdüsel olarak yapmıştı. Biri siyah, biri beyaz olan iki mahkûm, gardiyan durumu yanlış anlayıp aralarına girdiği sırada hapishanenin futbol takımı için antrenman yapmaktaydı ve beyaz olan antrenördü.
Akşam bütün mahkûmlar tekrar hücrelerine kapatıldığında bu ikisi yerlerinden alındı ve tecrit hücrelerine götürüldü. Kısa sürede dövülerek öldürüldükleri söylentisi yayıldı. Ertesi sabah isyan başlamıştı. Tutuklular asgari reformlar ve isyancıların cezalandırılmamasını istiyorlardı.
Vali, hapishanelerden sorumlu hükümet komiserinin yönetimi altında bir halk komitesi tarafından yürütüldüğü halde barışçıl bir uzlaşma için yapılan görüşmelere katılmayı inatla reddettikten sonra hapishaneye saldırılması için emir verdi. İsyanın bastırılmasının hemen ardından vali, polisin ve hapishane personelinin “mükemmel bir iş” başardıklarını açıkladı; yirmi dokuz mahkûm, on rehine öldürülmüştü, seksen dokuz kişi de yaralanmıştı. Olaylar hakkında yapılan resmi araştırmada bu kıyımın nedeninin, hapishanedeki sorumsuzca ve amaçsızca girişilen vuruşma olduğu sonucuna varılmıştı.
Burada valinin politik sorumluluğunu bir yana bırakmak ve sadece hapishaneye saldıran kuvvetlerin eylem biçimi üzerinde durmak istiyorum. Belli ki görevleri rehineleri kurtarmaktı ve kendilerini veya başkalarını saldırılardan korumanın dışında ateş etmemeleri emredilmişti.
Mahkûmların elinde iki gözyaşartıcı tabanca, coplar ve bıçak vardı. Saldırıya geçen bin kişilik polis gücü ise tüfek ve tabancalarla silahlanmıştı. Fişekli tüfeklerin etki gücü, kırk beş metre mesafeden çapı bir metreden fazla bir çemberdi. Tek kişilik bir saldırıya göre olmadıkları ortadaydı. Aşın dolu bir hapishane avlusunda bunlarla ateş edildi mi boşa gitmeyeceği kesindi. Örneğin rehinelerden biri bu şekilde ölmüştü.
Rehineler, isyan boyunca kazınmış kafalarıyla hemen ayırt edilen Siyah Müslümanların denetimi altındaydı. Mahkûmlara bir ültimatom verildikten sonra sekiz rehineyi yere yatırarak bıçaklarını boğazlarına dayadılar. Böylece ültimatomun kabul edilmediği ilan edilmiş oldu ve polis hapishaneye saldırdı. Rehinelere bir şey yapılmadığı sürece ateş edilmemesi emredilmişti. Saldırı öncesinde rehinelerin iğdiş edildiği söylentisi yayıldı. Bu öylesine şeytani bir iddiaydı ki, saldırıya geçen polisin daha sonra rehinelerin ölümünü bu sakatlanmaya bağlamasını sağlayacaktı. Ama ertesi gün rehinelerin polisin ateş etmesi sonucu öldüğü açıkça ortaya çıktı.
Kurtarmak istedikleri rehinelerin mahkûmlar tarafından sarılmış olduğunu bilen ve bir hapishaneye fişekli tüfeklerle saldıran insanlardan ne beklenir? Silahların seçimi ile eylemin amacı birbirine ne kadar uymaktadır?
New York Times’ın muhabiri Tom Wicker üç gün sonra yazdığı yazıda, “mahkûmların bir saldın karşısında rehinelerin tümünü öldürebileceğine inanmanın silahları elinde tutanları durdurmaya yetmeyeceğini, onların amacının sadece içeri girmek olduğunu” belirtiyordu. Durum tam da buydu: İçeriye girmek ve öldürmek istiyorlardı! Çoğu silahsız olan insanların çıkardığı bir isyanı bastırmak ve rehineleri kurtarmaktan ibaret görevlerinden tamamen bağımsız olarak bir deliliğe kapıldılar. Söylenti onları esir almış ve tahrik etmişti ve bu daha değersiz ve aşağı gördükleri insanlara yansıttıkları kendi yıkıcılıklarının ifadesinden başka bir şey değildi.
Şunu göz önünde bulundurmak gerekir: Suçlular hapishanelerde çok düşük maaşla çalışan, neredeyse hiç eğitim almamış ve sosyal merdivenin en alt basamaklarında bulunan insanlarla karşı karşıya. Ama bu insanlar, kendilerini sosyal statülerinin düşüklüğünden dolayı küçük görenler için bir ayrıcalık olabilecek otoriteye sahip. Böylelikle toplum kendi kendini çelişkili bir konuma sokuyor. Yasaları çiğneyenleri cezalandırmak istiyor, ama bu insanları düzeltebilmek için gerekli hapishane koşullarını sağlayacak bedeli ödemek istemiyor. Bu nedenle Attica’daki trajedinin sorumlusu sonuçta toplumun kendisidir.
Attica’daki olay ayrıca, kendileri de sosyal adaletsizliğin kurbanı olmakla birlikte, otoriter yapılarla bir o kadar güçlü özdeşleşme sağlayan insanları da daha yakından görmemizi sağlıyor. Attica’da hem polis, hem gardiyanlar —aynı mahkûmlar gibi— demir bir disiplin ve hizmet rutinine boyun eğerek yaşamını sürdürüyordu. Gerçi diğerlerine emir verebilecek konumdaydılar, ama kendileri de bu hapishanedeki mahkûmlardan daha az mahkûm değildiler. Mesleki hayal kırıklıklarını hafifletecek bir supap vardı elbette: suçlular, yani yasalar yoluyla kendilerinden daha değersiz olanlar. İtaat yaşamın anlamı haline geldiği için insan itaat etmeye hazırsa resmi olarak zayıf ilan edilenler, insanın kendi öfkesini üzerine boşaltabileceği bir günah keçisi haline gelir. Burada “zayıf’ olan, bir de insanca davranılmayı talep eden suçlulardır, başkaldıranlardır, toplumdışı olanlardır.
Attica olayı özerk olamamanın neye yol açtığını gözle görülür hale getiriyor. Eylemle neden ve amaç arasında artık hiçbir bağlantının kalmadığı ölçüde bir öfke ve yıkıcılık. Olağan durumda örtük kalanı burada ham halinde görüyoruz: itaat yoluyla oluşan bağımlılığın ölçülü sosyal davranış maskesi altında öç aldığını. Değersiz insanlar olarak kabul edilen mahkûmları öldürürken katiller kendilerini haklı hissedebiliyorlar. Buna uygun biçimde de övgü bekliyorlar ve vah de bunu vermekten kaçınmıyor. Bu tür politikacılar dolaysız cinayeti, uygulamalarıyla meşrulaştırıyorlar.
Böylece şiddetin giderek artmasının temeli atılıyor. Çünkü bu tür şiddet eylemleri sonucunda yaşanan suçluluk duygusuna karşı sürekli şiddetlenen eylemlerle savunma oluşturma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Attica olayının korkunç hikayesi, itaat ve uzlaşmacılığın insanları ne hale getirdiğini gösteriyor.
Şiddete eğilim gösterenler sadece suçlular değildir. Temeli itaate yatkınlık olan bir dünyada yaşayan bütün insanlarda şiddet eğilimi mevcuttur. Eğer ancak itaatkar olduğumuzda kendimizi sevme hakkı bulabiliyorsak, bir zamanlar bizim de gösterdiğimiz itaatsizliği başka insanlarda öldürdüğümüzde kendimizi adil bir insan olarak hissedebiliyoruz. Sadece kendimizi içimizdeki eski düşmandan korumak için değil, aynı zamanda giderek büyüyen birikmiş öfkeyi boşaltmak için de düşmanlara ihtiyacımız var.
Böylece, yaşamdan nefret eder ve küçümserken kendimizi iyicil, yüce gönüllü ve insancıl hissediyoruz. Burada doğru olan sadece “aklı başında” görünmeye çalıştığımız, yani beklentilere cevap verdiğimizdir, çünkü kendi kendimizi ancak böyle sevebiliriz. Ama bu narsisizmdir ve kültürümüz bu narsisizmi çok etkin bir biçimde beslemektedir. Sevdiğimiz, “aklı başında” dış görüntüdür, olabileceğimiz kendimiz değil.