Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle Erkeklerin Hikâyeleri* | Kendini Öldürenler – Cesare Pavese

Bazı günler oluyor, yaşadığım şehir, gelip geçen insanlar, arabalar, ağaçlar, sabah tuhaf bir görünümle uyanıyor her şey, her zamanki gibi ama tanınamaz bir biçimde, insanın aynaya bakıp da “Bu da kim?” diye kendi kendine sorduğu anlarda olduğu gibi. Benim için, yılın tek sevilecek günleri bunlar.
Böyle günler biraz erken kaçıyorum işten, becerebilirsem, sokaklara inip kalabalığa karışıyorum, yoldan geçen herkesi gözlemekten alamıyorum kendimi, sanırım, bazılarının da bana baktığı gibi, bu anlarda gerçekten pervasız oluyorum başka bir insan oluyorum çünkü.
Yaşamdan daha değerli bir şey alamayacağıma inanıyorum, bu anların bana verdiği tattan daha değerli bir şey. Bazen uzatma yolunu buluyorum bu anları, birkaç kez başardım bunu, camlı aydınlık bir kahveye oturarak, sokağın, geliş gidişlerin gürültüsünü, parıldayan renklerle sesleri ve içerinin bütün bu uğultuyu dengeleyen dinginliğini algılayarak.
Çok hayal kırıklığına uğradım, çok vicdan azabı çektim birkaç yıl içinde, yine de en içten istediğim şeyin bu susku, bu dinginlik olduğunu söyleyebilirim.
Fırtınalara, kavgalara göre değilim ben: Bazı sabalılar tir tir titreyerek insem de sokakları dolaşmaya, meydan okur gibi atsam da adımlarımı, yine söylüyorum, tek istediğim şu yaşamdan, bıraksın gözleyeyim onu.
Ama bu alçakgönüllü zevk bile bazen bir kusur acılığı bırakıyor bana. Farkına ilk dün varmadım insanın yaşamak için başkalarından önce kendisine karşı kurnaz olması gerektiğinin. Önceden, yaptıklarını kendi bilinçlerine karşı doğru gösterecek bir nedenler zinciri hazırlayıp kötü bir davranışta bulunmayı, bir haksızlık yapmayı ya da yalnızca bir kaprislerini yerine getirmeyi başaran insanları -özellikle kadınlar bunlar- kıskanıyorum. Büyük kusurlarım yok -bu, güvensizlik yüzünden savaştan çekilip sessiz bir yalnızlık aramak kusurların en büyüğü değilse- ama bana verilen o pek az şeyin tadını çıkarırken kendimi kurnazca kullanmayı, kendime sahip olmayı bile beceremiyorum.
Sonunda ne oluyor, bazen caddede duruyor, çevreme bakmıyor, bu pervasızlıktan tat almaya hakkım olup olmadığını soruyorum kendi kendime. Özellikle, çıkışlarım daha süreklileştiği zamanlar oluyor bu. İşimden zaman çalıyorum anlamına gelir kesin: Rahat geçiniyor, annem denilen o yaşlı kadının evde istemediği tek yeğenimi yatılı okulda okutuyorum. Kendi kendime sorduğum o coşkulu gezintilerde gülünç olup olmadığım: gülünç ve iğrenç. Çünkü gerçekte buna değmediğimi düşünüyorum arada bir.
Ya da, geçen sabah olduğu gibi, bir kahvede, başlangıçta kişilerinin olağanlığala beni aldatan bir sahneyi ihtiyatsızca izlemem, suçlu bir yalnızlık duygusunun içine, ne kadar uzaklaşırlarsa, korkunç anlamları, kımıltısız yaşamları içinde kıvrım kıvrım o kadar ortaya çıkan nice sıkıcı anıya düşmem için yetiyor.
Yanında arkadaşı olan açık renk pardösü iki genç bir müşteriyle kasadaki genç kız arasında beş dakika süren bir şakalaşmaydı bu. Delikanlı bağırarak kasadaki kızın kendisine yüz liretin üstünü vermesi gerektiğini söylüyor, eliyle kasaya vuruyor, çantasını, ceplerini arayacağını öne sürüyordu.
“Müşteriye böyle davranılmaz küçük hanım,” diyordu, sıkılgan arkadaşına göz kırparak. Kasadaki kız gülüyordu. Delikanlı o yüz liretle birlikte bir otelin asansöründe yapacakları bir yolculuk hikâyesi uydurdu. Güçlükle durdurulan neşe patlamaları arasında o parayı, ellerine geçtiği zaman, bir bankaya yatırmaya karar verdiler.
“Allahaısmarladık, küçük hanım,” diye bağırdı sonunda, çıkarken. “Beni düşün bu gece.”
Kasadaki kızsa, kıkır kıkır gülerek, garsona, “Amma tip,” diyordu.
Başka sahalılar da gözlemiştim bu kızı, bazen bakmadan gülümsüyordum ona, bir unutuş anında. Ama dinginliğim çok oynaktır benim, bir hiçten yapılmıştır. Sonunda, her zamanki gibi pişman oldum.
“Hepimiz iğrenciz bu dünyada, ama bir gülümseyen, gülümseten, içten bir iğrençlik var, bir de çevresinde boşluk yaratan, başka, yalnız bir iğrençlik. îlki, sonuç olarak, en aptalcası da değil.”
Beni her seferinde yenilenmiş yakalayan, böyle sabahlar, yaşamımda suç olarak gerçekten aptallıktan başka bir şey olmadığı düşüncesi. Başkaları, hesapla, kendine güvenle, kurban ve oyunla ilgilenerek, esaslı bir kötülüğe neden olacaklar belki -böylesine harcanmış bir yaşamın çok sayıda hoşnutluk verebileceğinden de kuşkuluyum-; bana gelince, büyük, beceriksizce bir kararsızlığın acısını çekmekten, başkalarıyla ilişkiye girdiğim anda, kendimi budalaca bir acımasızlığın içine atmaktan başka bir şey yapmadım. Birkaç saniye yalnızlığımın vicdan azabına eğilmem -başka çare yok- yetiyor çünkü, çünkü Carlotta’yı düşünüyorum yine.
Öleli bir yılı geçti, anısının beni ansızın bastırmak için geçebileceği bütün yollan da biliyorum artık. İstersem, belirivermelerini hazırlayan, başlatan ruh durumunu da tanıyabilir, sarsıp kurtarabilirim kendimi. Ama, her zaman istemiyorum; hâlâ bir yıl öncenin titreyen kuşkusuyla incelediğim karanlık köşeler, yeni noktalar getiriyor bana o vicdan azabı. Öyle çelişkili bir biçimde gerçek oldum ki karşısında, o eski günlerin her biri, belleğime, belirli bir şey değil, benim için bugünkü gerçeği, aynı gerçeği taşıyan aldırmaz yüzünü sunuyor.
Carlotta’nın bir gizem olduğu anlamına gelmez bu. Tersine, o bir an kendilerine bağlı kalmayı bırakıp bir kurnazlığa sapmaya, nazlanmaya kalktıklarında insanı kızdıran aşın basit kadınlardan -zavallıcıklar- biriydi. Ama basit olduklarından kimse bakmaz bile. Kasa- darlık yaparak yaşamaya nasıl dayandığını hiçbir zaman anlatmadım. Tam bir kız kardeş olabilirdi.
Bugün hâlâ köküne inemediğim şey, o zamanki duygularım, davranışım. Carlotta’nın beni iki odalı küçük dairesinde kabul etmek için kadife bir elbise giymiş olduğu -eski bir elbiseydi bu- benim kendisini mayoyla görmeyi istediğimi söylediğim o akşam için ne demeli sözgelimi? Onu görmeye ilk gidişlerimden biriydi, daha bir kez bile öpmemiştim
Neyse, Carlotta bana ürkek bir gülümseyişten sonra öbür odaya geçmiş ve inanılmaz bir şey bu, mayo giyip geri dönmüştü. O akşam oldu, kucaklayıp divanın üstüne atmamda, ama, bittikten sonra, sevişmeden sonra yalnız olmaktan hoşlandığımı söyleyip çıktım, üç gün görünmedim, döndüğüm zamansa sizli bizli konuşuyordum
Sonra, onun titrek iç açmalarıyla benim tek tük sözcüklerimden oluşan saçma bir kırıştırma başladı yeniden; sonra ansızın sen diye konuşmaya başladım ama Carlotta yanaşmadı bu kez. O zaman kocasıyla barışıp barışmadığını sordum. Ağlamaklı oldu Carlotta. “Asla sizin davrandığınız gibi davranmadı bana karşı,” dedi.
Başmı göğsüme yaslatmak, okşamak, kendisini sevdiğimi söylemek kolay oldu – yalnız olduğuma göre, bu bir tür dul olan kadını sevemez miydim sanki? Kendisini bıraktı CarlottaA içini döktü hafif bir sesle, beni ilk andan beri sevdiğini, onun için olağanüstü bir adam olduğumu, ama şimdiden, tanıştığımız bu kısa süre içinde, ona çok acı çektirdiğimi, ona bütün erkeklerin böyle davrandığını -neden bilmiyordu- anlattı anlattı.
“Bir sıcak, bir soğuk”, saçlarının üzerinden gülümsedim, “aşkın sürmesini sağlar.”
Solgundu Carlotta, yorgunluktan donuklaşmış iri gözleriyle, gövdesi bile solgundu. O gece, geçen sefer vücudunu beğenmediğim için mi bırakıp gittiğimi sordu, odasının karanlığında.
Ama bu defa da acımadım, geceyarısı, giyindim, bahane filan ileri sürmeden, hareket etmek zorunda olduğunu söyleyip çıktım. Carlotta da benimle çıkmak istiyordu. “Olmaz, yalnız kalmayı seviyorum,” diye bir öpücükle bıraktım onu.

CarlottaVı tanıdığımda, neredeyse yaşamıma mal olacak bir fırtınayı atlatmak üzereydim; beni sevenden kaçmış, şehrin ıssız sokaklarından dönerken buruk bir sevinç duyuyordum. Uzun süre, gecelerimi gündüzlerimi bir kadının kaprisiyle aşağılanmış ve çılgına dönmüş olarak geçirmek düşmüştü payıma.
Şimdi, hiçbir tutkunun, o tutkuyu içinde taşıyan kişinin yapısını değiştirecek kadar güçlü olmadığına inanıyorum Ölünebilir, yine de değişmez hiçbir şey. Coşkunun doruğu aşıldıktan sonra, yine onurlu kişi ya da dolandırıcı, aile babası ya da çocuk olur insan, daha önce neyse; hayatını yaşamayı sürdürür. Ya da daha iyisi: Kendi gerçek kişiliğimizi görürüz bunalım sırasında, bizi dehşete düşürür bu, olağanlık bıktırır, uğradığımız aşağılamanın ağırlığı ölçüsünde ölmek isteriz belki, ama kendimizden başka suçlayacak kimse de yoktur. Bu yalnız yaşamı sürüyorsam, günlerimi amaçsız, dünyayla bağ kurmakta yeteneksiz yakınlarıma sevgi duymadan -dayandığım anneme, sevmediğim yeğenime karşı kayıtsız- geçiriyorsam, ona borçluyum bütün bunları: Her şeyi ona borçluyum, ama başka biriyle daha iyi olmaz mıydım acaba? Beni, doğanım istediği gibi aşağılama yeteneğinde olan başka biriyle demek istiyorum.
Bununla birlikte, bana kötülük yapıldığı, kadınımın beni aldatmış olabileceği düşüncesi biraz rahatlatıyordu beni, o sırada. Acının bir derecesinde, haksız olarak acı çekildiğinin düşünülmesi, kaçınılmaz bir şey, doğal bir uyuşturucudur: En kıskanç isteklerimize göre, yaşamın büyüsüne güç kazandırır yeniden bu; nesnelerin karşısına değerimizi duyurur yeniden; yükseltir. Denedim bunu ve haksızlık, nankörlük daha da vahşice olsun isterdim, ayrıca. Bir hava ya da ışın yayılması gibi gizli, yaygın bir duygu -o uzun günlerde, o acı dolu gecelerde- anımsıyorum: Bir şaşkınlık bu, bütün bunların böyle olmasının, kadının gerçekten kadın olmasının, sayıklamaların, kasılmaların böyle olmasının, iç çekişlerin, sözlerin, olayların, benim kendimin gerçekten böyle olmamın verdiği şaşkınlık.
îşte böyle, bir haksızlığa uğrayınca, ben de bir başkasına, bu dünyada hep olduğu gibi, suçluya değil bir başkasına haksızlık ederek karşılık veriyordum.
Doymuş, dinlenmiş olarak çıkıyordum gece Carlotta’nın dairesinden, özgür, uzayıp giden bulvarın tadına vararak, her türlü sevgi gösterisinden uzak, ilk gençliğimin duygulanmaları, düşünceleri peşinde, tek başına dolaşmak hoşuma gidiyordu. Gecenin basitliği -karanlık, lambalar- her zaman şefkatle almıştır beni içine, en sevgili, saçma düşleri kurdurtmuştur bana, karşıtlığıyla renklendirmiştir onları, büyütmüş büyütmüştür. Arzulu alçakgönüllülüğü yüzünden CarlottaVa duyduğum hınç bile, karşısında duyduğum acımanın beni içine düşürdüğü tutukluktan kurtuluyor, yalnızca bir oyun oluyordu burada.
Ama genç değildim artık. Carlotta’dan daha iyi kopmak için uzun uzun düşünüyor, gövdesini, okşayışlarını inceliyordum Carlotta gibi kocasından ayrılmış, henüz genç, çocuksuz bir kadının benimle avunabilmesi olacak iş mi diye düşünüyordum, acımasızca. Ama çok basit bir sevgiliydi zavallıcık, belki bunun için aldatmıştı ya kocası da.
Yarı karanlık sokaklardan kol kola geçerek sinemadan döndüğümüz akşamı anımsıyorum:
“Memnunum Seninle sinemaya gitmek çok güzel bir şey,” demişti Carlotta.
“Kocanla da gider miydin?” Gülümsüyordu Carlotta. “Kıskanıyor musun?” Omuzsilktim. “Kıskanmam neyi değiştirir?” “Yorgunum,” diyordu Carlotta, sıkı sıkı koluma girerek, “bizi bağlayan bu yararsız zincir hem benim hem onun yaşamını yıkıyor, bana yalnız kötülüğü dokunan bir ada saygı göstermek zorunda bırakıyor beni. İnsan hiç olmazsa çocuğu olmayınca boşanabilmeliydi.”
Uzun ılık dokunuşun, isteğin verdiği bir yumuşaklık vardı üzerimde o akşam
“Ne çok derdin varmış!”
“Ah sevgilim,” dedi Carlotta, “niçin her zaman bu akşamki gibi iyi değilsin? Düşün, bir boşanabilseydim.”
Hiçbir şey söylemedim. Yine boşanmaktan söz ettiği bir defasında patlamıştım. “Biraz insaflı ol ama, senden rahatı var mı? Canının istediğini yapıyorsun, ayrıca, seni aldattığı doğruysa bile, sen de karşılığını veriyorsun sanırım”
“Hiçbir şey yapmak istemedim,” diye karşılık vermişti Carlotta. “O günden beri çalışıyorum.” Bana bakarak: “Üstelik şimdi sen varsın, öyle bir şey olsa, seni aldatmış duyumsardım kendimi.”
Ağzını öperek kapatmıştım o sinema akşamı. Sonra istasyon kahvesine götürüp iki bardak içki içirmiştim
Camların buğulu ışığında bir köşede iki sevgili gibi oturuyorduk. Ben de epey içtikten sonra, yüksek sesle:
“Bu gece bir çocuk yapalım mı, Carlotta?” dedim Birkaç kişi dönüp baktı, eliyle ağzımı kapatmıştı çünkü Carlotta, yüzü kıpkırmızı, ama gülerek.
Konuşuyor konuşuyordum ben. Carlotta filmden söz ediyor, aptalca şeyler söylüyordu, tutkulu ve aptalca. Ben içiyordum, Carlotta’ yi ancak öyle sevebileceğimi bildiğim için.
Dışarıya çıkınca soğuk canlandırdı bizi, eve koştuk. Bütün gece onunla kaldım, sabah uyandığımda, saçları dağılmış, uykulu, bana sarılmaya çalışır duyumsadım onu yanımda. İtmedim; kalktığımda başım ağrıyordu bununla birlikte, Carlotta’nın şarkılar mırıldanarak bana kahve hazırlamasındaki sevinç öfke veriyordu. Sonra da birlikte çıkmak zorunda kalacaktık, neyse kapıcı kadmı anımsadı da beni önden gönderdi, kapının arkasında sarılıp öpmeyi unutmadan elbet.
O uyanıştan kalan en canlı anım caddedeki ağaçların dalları: Odanın perdelerinin ardından, siste belli belirsizdiler. İçerdeki o ılıklık, o üstüme düşme, bekleyen sabahın çıplak havası diriltti beni; istediğim tek şey, tek başıma, çok başka bir uyanış, çok îxışka bir eş düşleyerek çevreyi seyretmek ve sigara içmekti, yalnızca.
Carlotta’nın bu durumlarda benden kopardığı yumuşaklığa, ondan ayrılır ayrılmaz kızmaya başlıyordum. Onun en zavallı anısından kurtulmak için ruhumu didik didik ederek, zaten yeterince katı olan yüreğimi daha da katılaştırarak, öfkeli anlar geçiriyordum. Boşluktan ya da kötülüğe eğilimli olduğumuz için, ama onun kendini aldatmak istediğinden başka herhangi bir nedenle seviştiğimiz açıktı. Sevişmeden sonraki ağır, mutlu bakışını anımsamak öfkelendiriyordu beni, yüzüne bakmak istemiyordum; bu bakışı istediğim tek insansa onu hep esirgemişti benden.
“Beni böyle olduğum gibi kabul edersen et,” dedim bir defasında, “ama yaşamıma girmeyi kafandan çıkar.”
“Beni sevmiyor musun?” diye kekeliyordu Carlotta.
“Bir parça sevme yeteneğim vardı, gençliğimde yok ettim onu
da.”
Bazen de, utanç ya da şehvet yüzünden onu biraz sevdiğim için öfkeleniyordum kendime.
Carlotta gülümsemeye çalışıyordu.
“Hiç olmazsa iyi birer dostuz, değil mi?”
“Bak,” diyordum, ciddi, “iğreniyorum bu hikâyelerden: Sıkılan bir erkekle bir kadınız biz, yatakta iyi anlaşıyoruz…”
“Ah, bu doğru,” diyordu tırnaklarını koluma geçirip yüzünü saklayarak, “hoşuma gidiyorsun.”
“Okadır işte.”
Ondan haftalar boyu kaçmam, kahvesinden daireye tebton ederse çok işim var diye yanıtlamam için, böyle bir konuşmadan sonra zayıf davrandığımı düşünmem yetiyordu. İlle defasında darılmayı denedi Carlotta. Üzüntülü bir akşam geçirttim o 2aman, soğuk soğuk divanda oturuyordum, abajurdan dizlerine beyaz bir çık düşüyor, bakışlarındaki acılı titremeyi duyumsuyordum yan gölgede. Bu dayanılmaz gerilim içinde, “Teşekkür edin bana, signora: Bu oturumu belki de diğerlerinden daha çok anımsarsınız,” dedim sonunda.
Carlotta kımıldamadı.
Neden beni öldürmüyorsun, signora? Bana kadın tavrı takındığını sanıyorsan vakit kaybediyorsun Ben kendim yaparım kaprisleri”
Soluğu duyuluyordu
“Mayo bile,” dedim, “işine yaramaz bu akşam…”
Birden önüme atıldı Carlotta, siyah başının atılmış bir eşya gibi beyaz ışıktan geçtiğini gördüm. Ellerimi ileri uzattım. Ama Carlotta, dizlerime kapanmış ağlıyordu. Elimi iki-üç kez başından geçirdim, sonra kalktım.
“Ben de ağlamalıydım Carlotta. Ama bir şeye yaramayacağını biliyorum. Senin denediğin her şeyi denedim. Kendimi öldürme derecesine geldim, cesaretim yetmedi ama. Oyun burda işte: Kendini öldürmeyi düşünecek kadar zayıf olan, öldüremeyecek kadar da zayıf oluyor… Hadi, kendine gel, Carlotta.”
“Böyle davranma bana,” diye kekeliyordu
“Sana böyle davranmıyorum Ama yalnız olmaktan hoşlandığımı biliyorsun Yalnız gitmeye bırakırsan beni, dönerim; yoksa, bir daha görüşmeyiz. Bak, seni sevmemi ister miydin?”
Elimin altında, bozulmuş yüzünü kaldırdı.
“Öyleyse beni sevmeyi bırak. Başka yolu yok. Asıl avcı tavşandır.”
Bu tür sahneler, Carlotta’yı, beni bırakmayı düşündürecek kadar sarsıyordu Bir mizaç benzerliğinin belirtileri değil miydi bunlar sonra? Aslında basit, çok basitti Carlotta, açıkça göremiyordu bunu, ama seziyordu mutlaka. Beni, işi alaya vurarak bağlamayı deniyor, “Yaşam böyle işte,” diyordu arada bir -talihsiz-, arada bir de “Ne kadar zavallıyım.”
O zamanlar cesur davransa, teni itmeyi bilseydi, biraz dayanabilirdim ona. Ama beni itmeyi bilmiyordu. İki akşam üst üste uğramasam, gözleri şiş karşılıyordu beni Bazen acuna ya da yumuşaklık gibi bir necfenle kahvesine uğrayıp birlikte çıkmamızı istediğimde hemen alevlenip kalkıyor, allak bullak oluyor, hatta güzelleşiyordu.
Hıncım ona karşı değil, ilişkimizin beni içine sokar gibi göründüğü sınırlamalara, köleleştirmelere karşıydı. Onu sevmediğimden, üzerimde en küçük bir hakkı olması canavarca bir şey gibi görünüyordu bana. Öyfe günler oluyordu ki ona sen demek içime bir iğrenme, bir aşağılanma duygusu veriyordu Kofuma girmek için neyim oluyordu benim bu kadın?
Karşılık olarak, işimi bitirdikten sonra, güneşli, serin havada, ondan, her şeyden uzak, gövdem doymuş, bir zamanların o eski acısı yatışmış, ışıklı yollarda dolaşabildiğim bazı öğleden sonraları, bazı saatler yeniden doğuyormuşum gibi geliyordu bana: genç okluğum zamanlardaki gibi görmeye, koku almaya, duymaya hazır. Carlotta’nın benim aşkım yüzünden acı çekmesi, geçmiş acılar uru hafifletip zavallılaştırıyor, gülünecek bir dünyayla ilgiliymişler gibi bana yabanileştirmiyordu onları; kendimi, ondan uzakta, el değmemiş, daha az görmüş geçirmiş buluyordum. Beni temizleyen bir süngerdi, sık sık böyle düşünüyordum onu.
Bazı akşamlar konuşuyor konuşuyor, oyunun içinde erimiş, yeniden çocuklaşıyor, hıncımı unutuyordum.
“Carlotta,” diyordum, “nasıl âşık olunur? Uzun süredir âşık değilim. Güzel bir şey olmalı, diye düşünüyorum. İyi giderse tadı çıkarılır, kötü giderse umulur. Günü gününe yaşandığını söylediler bana. Nasıl oluyor, Carlotta?”
Carlotta gülümseyerek başını sallıyordu.
“Sonra ııc güzel düşüncelerimiz oluyor Carlotta. Sevdiğimiz, aşkımızın lafını bile duymak istemeyen kişi, hiçbir zaman bizim kadar mutlu olamaz. Yalnız,” gülümsüyordum, “başkalarıyla yatıp işi alaya almasın.”
Carlotta kaşlarını çatıyordu.
“Güzel şey aşk,” diye bitiriyordum sözlerimi, “Kimse kaçamaz aşktan.”
Herkes gibi bana da içecek bir şey veriyordu Carlotta. Kendi adıma konuşuyordum böyle akşamlar. En güzel konuşmaktır bu.
“Aşk da vardır, aldatma da. Gerçekten aşkın tadını çıkarabilmek için, aldatmanın da olması gerekir. Gençlerin anlamadığı şey de bu işte. Siz kadınlar daha çabuk öğreniyorsunuz bunu. Sen hiç koeanı aldattın mı?”
Carlotta kızararak gülümsemeye çalışıyordu. “Biz erkekler daha aptaldık. Bir oyuncuya ya da bir kadın arkadaşımıza âşık oluyor, en iyi düşüncelerimizi sunuyorduk ona. Yalnızca, söylemeyi unutuyorduk bunu. Aşkın bir kurnazlık sorunu olduğunu bilmeyen bizim yaşımızda tek kız tanımıyorum. Erkeklerin genelevlere gidip sonra dışardaki kadınların farklı olduğu sanısına varmaları olacak iş değil. On altı yaşında sen nc yapıyordun Carlotta?”
Ama Carlotta’nm başka bir düşüncesi vardı. Yanıtlamadan önce gözleriyle kendisinin olduğumu söylüyordu bana; bense bakışlarında parlayan o üstüme düşmenin katılığından nefret ediyordum.
“()n altı yaşında ne yapıyordun?” diye yineliyordum yere bakarak.
“Hiç,” diye yanıtlıyordu, ağır.
Ne düşündüğünü biliyordum.
Sonra bağışlamamı diliyor, zavallının biri olduğunu söylüyor, bir hakkı olmadığını kabul ediyordu. Ama, gözlerindeki o parıltı yetmiş oluyordu. “Aptalın biri olduğunu biliyor musun? Benim için önemli olan şey yüzünden kocan yeniden alabilirdi de seni.” Soma, rahatlamış, çekip gidiyordum.
Ertesi gün ürkek bir telefon geliyor, kum bir yanıt veriyordum. Akşama görüşüyorduk.
Carlotta, kolejdeki yeğenimden söz etliğim zaman eğleniyor, asıl annemi koleje kapatıp çocukla birlikte yaşamak isterdim, dediğim zaman, inanmaz bir tavırla basını sallıyordu. Bizi, dayıyla yeğen mis gibi davranan, ama gerçekle, kendilerini hoşnut eden, içinde eridikleri bir gizler ve alaylar dünyası olan ayrı iki varlık olarak düşlüyordu. Benim kızım olup olmadığını soruyordu, ters bir tavırla.
“Tabii, doğduğunda on altı yaşındaydım. Bana inat sarışın oldu. Nasıl olur da sansın doğulur? Sarışınlar hayvandır benim için, maymun ya da aslan gibi bir şeydir. Hep güneşteymişim gibi gelirdi bana.11
“Ben küçükken sarışındım,” diyordu Carlotta.
“Bense keldim.”
Bu son sıralarda, Carlotta’nın geçmişine karşı, zaman zaman bana daha önce anlattıklarını unutturan, sıkıcı bir merak duyuyordum. Bir tarih inceler gibi inceliyordum onu. Onunla oynuyor, garip çıkışlarla deşiyor, acımasız sorular sorup yanıtlarım kendim veriyordum. Gerçekte, kendimden başkasını dinlemiyordum.
Ama Carlotta beni anlamıştı. “Kendinden söz et bana,” diyordu bazı akşamlar, kolumu sıkarak. Beni kendimden konuşturmanın, dostu kalmam için tek yol olduğunu biliyordu.
“Sana hiç anlattım mı, Carlotta?” dedim bir akşam, “birinin benim için kendini öldürdüğünü?’ Gülerek, ama şaşırmış, baktı bana.
“(Kilecek ne var,” diye sürdürdüm. “İkimiz birlikte denedik kendimizi öldürmeyi, o başardı. Gençlikte olur böyle şeyler.” Garip, diye düşünüyordum o zaman, bunu hiç kimseye anlatmamıştım: Anlatacak tam da Carlottayı buldum “Bir arkadaşım, sarışın bir çocuk. Gerçek bir aslana benziyordu. Siz kızların böyle arkadaşlıklarınız olmaz. O yaşta aşın kıskanç olursunuz. Okula birlikte gkler, ama hep akşamları görüşürdük. Çocukların hep yaptığı gibi, pis şeyler konuşurduk, ama bir hanıma âşık olmuştuk. Bizim ilk aş kımızdı bu, Carlotta. Akşamları aşktan, ölümden söz ederek geçirirdik. Hiçbir âşık, arkadaşının kendisini anladığına bizden daha çok güvenmemiştir. Beni utandıran, atak bir hüznü vardı Jcan’m – adı Jcan’dı. Siste gezdiğimiz o akşamların bütün hüznünü o yaratırdı. Bu kadar acı çekilebileceğine hiç inanmazdık…”
“Sen de âşık miydin?”
“J can’dan daha az hüzünlü olduğum için acı çekiyordum Sonunda kendimizi öldürebileceğimizi buldum, ona da söyledim bunu. Her zaman bir hayalci olan Jean bu düşünceyi yavaş yavaş benimsedi. Bir tek tabancamız vardı. Patlayacak mı diye denemek için tepeye çıktık. Ateş eden Jean oldu. Gözüpek bir çocuktu, kadını sevmekten vazgeçse ben de vazgeçerdim, inanıyorum Denemeden sonra çıplak bir keçiyokındaydık, kıştı, kıyıya yakın- hâlâ patlamanın şiddetini düşünüyordum ki Jean namluyu ağzına koyup: ‘…yapanlar da var…’ derken ateş aldı tabanca, öldürdü onu.
Carlotta, dehşet içinde, bana bakıyordu.
“Ne yapacağını bilemedim ben, kaçtım.”
O akşam, “Gerçekten seviyor muydun o kadını?” diye sordu Carlotta.
“O kadını mı? Jean’ı seviyordum ben, söyledim ya.”
“Sen de kendini öldürmek istiyor muydun?”
“Elbet. Bir aptallık olacaktı tabii. Yapmamaksa büyük bir alçaklık oldu ama. Bazen vicdan azabı çekiyorum.”
Carlotta bu hikâyeyi sık sık anımsıyor, Jcan’dan söz ediyordu bana tanımış gibi. Bana onu tanımlattırıyor, o zamanlar benim nasıl olduğumu soruyordu. Tabancayı saklayıp saklamadığımı sordu.
“Kendini öldürme sakın. Hiç kendini öldürmeyi düşündün mü?” derken bir yandan inceliyordu beni.
“Her âşık olan düşünür bunu.”
Carlotta gülümsemiyordu bile.
“Hâlâ düşünüyor musun bu olayı?”
“Jean’ı düşünüyorum, ara sıra.”
IV.
Öğlen daireden çıkıp kahvesinin camla imin önünden geçerken, girip onunla konuşmak zorunda kalmamak için saklandığımda çok acıyordum Carlotta’ya. Öğlenleri eve dönmüyordum, o bir saatçik, bir lokantada, gözlerim yarı kapalı sigara içerek oturmak çok hoşuma gidiyordu. Carlotta, iskemlesinde, oturduğu yerde, makineleşmiş biçimde fiş kesiyor, başıyla işaretler yapıyor, gülümsüyor, kaşlarını çatıyordu, birkaç müşteri dc ona takılıyordu bu arada.
Sabahın yedisinden öğleden sonra dörde kadar orda oluyordu. Mavi bir giysi oluyordu üstünde. Ayda dört yüz seksen liret alıyordu.
Çalışma saatlerini ara vermeden doldurduğu için memnundu. Öğlen yemeğini, yerinden ayrılmadan, büyük bir fincan sütle yiyordu. Gelip gidenlerin sürekli kapı çarpmaları olmasa kolay bir iş olduğunu söylüyordu bana. Sanki beynine tokmakla vurulur gibi oluyormuş bazen.
O zamandan beri, kahveye girince yavaşça kapatırım kapıyı. Müşterilerin yaptıklarını bana anlatmaya çalışırdı Carlotta, ama benim gibi konuşmayı başaramazdı, bazı yaşlı müşterilerin yaptığı önerilerden üstü kapalı söz ederek sarsmayı da başaramadığı gibi.
“Sen de kabul et,” dedim ona, “yalnız bana gösterme. Tek sayılı günlerde kabul edersin onu. Hastalık almamaya dikkat et.”
Carlotta ağzmı büzüyordu.
Birkaç günden beri bir düşünce kemiriyordu içini. “Yeniden âşık mı olduk, Carlotta?” dedim bir akşam
Dayak yemiş bir köpek gibi bakıyordu bana. Bense yine sabırsızlanmaya başlıyordum. Akşam, yarı karanlık odada, o ışıklı göz atışlar, o el sıkışlar öfkelendiriyordu beni. Hep Carlotta’yla bağlanmaktan korkuyordum Yalnızca düşünmekten bile nefret ediyordum bunu.
Sessizleştim yeniden, kabalaştım Ama Carlotta bir zamanlarki alçakgönüllü coşkuyla karşılamıyordu artık sarılışlarımı. Kımıltısız kalıyor, donuk bir bakışla bakıyordu bana; arada bir, şefkatli bir davranışla, onu dinginleştirmek için uzattığım okşayışlarıma katılıyordu.
Bu, daha da az hoşuma gitti. Ona sahip olmak için kur yapmak zoruma gidiyordu. Ama olanlar birdenbire olmadı. Carlotta:
“Başım çok ağrıyor… o kapı! Bu akşam oturalım Bir şeyler anlat bana diyordu.
Carlotta’ın ciddi olduğunu, kendine yıkıma uğramış havası verdiğini, pişmanlıklar yarattığını fark ettiğim zaman, ben de, eskisi gibi sarılmadım artık: Basit bir şekilde aldattım onu. Bir zamanların, bir randevu evinden dönerken, sevinçsiz ve hüzünsüz, bunalmış bir kahvede oturup dinlendiğim donuk akşamlarını yeniden yaşadım Bunun doğa olduğunu düşünüyordum: Ya bütün tehlikeleriyle kabul edilir aşk ya da fahişelere gitmekten başka yol kalmaz.
Bunun Carlotta’nın kıskançlık yapma gösterisi olduğunu düşünüyor, gülüyordum Ama çektiği acıdan yararlanabilmek için çok basitti. Tersine, gerçekten acı çekenler gibi, çirkinleşiyordu. Üzülüyor, ama onu bırakmak zorunda olduğumu duyumsuyordum
Carlotta darbeyi önceden sezdi. Yatakta olduğumuz, içgüdüme uyarak konuşmaktan sakındığım bir akşam, beni birden itip duvarın dibine büzüldü.
“Ne var?” diye sordum, öfkeyle.
“Ben yarın kendimi vursam,” dedi birden bana dönerek, “senin için hiç önemi olur mu bunun?”
“Bilmem,” diye kekeledim.
“Ya seni aldatsaydım?”
“Yaşam baştan sona bir aldatmadır.”
“Ya kocama dönseydim?”
Ciddi konuşuyordu. Omuzsilktim.
“Zavallı bir kadınım ben,” diye yeniden başladı Carlotta. “Seni aldatmaya yeteneğim de yok. Koçunu gördüm,”
“Nasıl?”
“Kahveye geldi.”
“Peki Amer ika V a kaçmamış mıydı?”
“Bilmiyorum,” dedi Carlotta. “Kahvede gördüm onu.”
Belki söylemek istemiyordu ama ağzından kaçtı: Kocasının yanında kürklü bir bayan varmış.
“Öyleyse konuşmadınız mı?”
Carlotta duraksadı. “Ertesi gün yine geldi. Benimle konuştu ve eve kadar getirdi sonra.”
Kendimi sıkılmış duyumsuyordum, kabul etmeliyim. Hafif bir sesle, “Buraya mı?” dedim
Carlotta bütün gövdesiyle sarıldı bana. “Ama ben seni seviyorum,” diye fısıldadı. “Sanma ki…”
“Buraya mı?”
“Önemli değil sevgilim. İşlerinden söz etti bana. Yalnız, onu yeniden görmekle seni ne kadar çok sevdiğimi anladım, bana yalvarsa bile dönmezdim artık ona.”
“Demek sana yalvardı?”
“Hayır, bir daha evlenmek zorunda kalsa, yine benimle evleneceğini söyledi bana.”
“Sonra yine gördün mü onu?”
“Kahveye geldi yine o kadınla…”
Carlotta’yla geçirdiğim son gece oldu. Gövdesine veda etmeksizin, yakın maşız, onu aramayı, evine gitmeyi kestim. Bana telefon etmesine, kahvede beklemesine izin veriyordum, her akşam değil ama, ara sıra. Her defasında geliyordu Carlotta, gözleriyle parçalıyordu sanki beni. Ayrılacağımıza yakın, sesi titriyordu.
“Onu bir daha görmedim,” diye fısıldadı bir akşam.
“îyi yapmıyorsun,” diye karşılık verdim, “onu yeniden elde etmeye çalışmalıydın.”
Carlotta’nın kocasını kaybettiğine üzülmesi -yüzde yüz üzülüyordu buna- öfkelendiriyordu beni, bu konuşmalarla beni kendine bağlayacağını umması da öfkelendiriyordu. Ne Carlotta’nın vicdan azabı çekmesine, ne benim kendimi tehlikeye atmama değerdi bu beyaz aşk.
Bir akşam evine uğrayacağımı söyledim ona telefonda. İnanmaz, kuşkulu bir tavırla açtı kapıyı. Salonda, biraz kuşkuyla, çevreme batandım. Üzerinde kadife bir giysi vardı. Nezle olduğunu, elinde mendilini buruşturup durduğunu, arada bir de kızarmış burnuna götürdüğünü anımsıyorum.
Anlamış olduğunu gördüm hemen. Uysal, sessiz, zavallı bakışlarla karşılık veriyordu sözlerime. Mendilin üzerinden kaçamak bakarak her şeyi söylemeye bıraktı beni. Sonra ayağa kalktı, karşıma gelip gövdesin i yüzüme dayadı, sarılmak zorunda kaldım.
Hafifçe, “Yatağa gelmiyor musun?” dedi her zamanki sesiyle.
Gittim yatağa, yattığımız sürece nezleden alev alev yanan, nemli yüzü sinirime dokundu. Geceyarısı yataktan atlayıp giyinmeye başladım. Işığı yakıp bir an baktı Carlotta. Sonra söndürdü ve “Git, git,” dedi. Ne diyeceğimi bilemeyerek, yolumu el yordamıyla bulup çıktını
Sonraki günlerde telefon etmesinden korkuyordum, ama hiç rahatsız etmedi beni. Haftalarca dinginlik içinde çalıştıktan sonra, bir akşam CarlottaVı arzuladım yine, ama utancım gitmeme engel oldu. O kapıyı çalsam mutluluk götüreceğimi de biliyordum oysa. Hep kesinlikle bildiğim bir şeydi bu.
Gitmedim, ama ertesi gün kahvesinin önünden geçtim. Kasada bir sarışın vardı. Saatlerini değiştirmiş olmalıydı. Akşamda görmeyince, hasta ya da kocasına dönmüş olabileceğini düşündüm Bu düşünce canımı sıktı.
Ama, kapıcı kadın sert, kötü kötü bakan gözleriyle beni süzerek, onu bir ay önce yatağında ölü ve gazı açık bulduklarını söylediğinde, o zaman bacaklarım titredi.

Çeviren: Egemen Berköz


*Erkeklerin bağımsızlık merakları, serüven tutkuları, sevgi gereksinimleri, sahiplenme istekleri, bağlanma korkuları, toplumsal rolleri ve birlikteliğin tuzaklarından kalkarak çoğaltılabilecek nice durumun yarattığı iki cins arasındaki ezeli sorunlar içinde sıkışıp kalmış hikâyeler…
“Bu da erkeklerin hikâyeleri,” diye okunabilir bu kitap. Ya da erkeklerin nasıl gördüğü, nasıl hissettiği, nasıl yaşadığı ve nasıl anlattığı üzerine olan bu hikâyeler için “bir de erkeklerden dinleyelim bakalım,” denebilir. Yazarların yalnızca erkeklerden seçildiğine bakılırsa, “erkek yazarların hikâyeleri” diye de yorumlanabilir. – Murathan Mungan

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz