Yaz ortasında, Sidi Kacem gelince, hava birden çok ısındı. İnsanlar evlerinin çatılarına çarşaflardan çadırlar kurarak yemeklerini orada pişirip orada yatmaya başladılar. Geceleyin Hıdır bütün çatıları görebiliyordu; her çatıda rüzgârda şişerek sallanan çarşaflardan oluşmuş bir kubbe vardı; çarşafın arasından tenekenin içinde yanan ateşin kırmızı ışığı görünüyordu. Gündüzleri, beyaz çarşafların oluşturduğu bu denizin üzerinde parlayan ışık Hıdır’ın gözlerini kamaştırıyordu; odasında dolaşırken, pencerenin önünden geçtiğinde artık dışarıya bakmamayı öğrenmişti. Daha pahalı bir odada, ışığı kesecek güneşlik perdeleri olan bir odada oturmayı isterdi. Dışarıda, gökyüzünü dolduran parlak ışıktan korunmanın hiçbir yolu yoktu; Hıdır alacakaranlığı özlemle bekliyordu. Gün batmadan keyif içmek âdeti değildi. Keyif içmeyi gündüzleri hiç sevmiyordu; her şeyden çok da havanın sıcak, ışığın parlak olduğu yaz günlerinde içmeyi hiç sevmiyordu. Yeni gelen her gün bir öncekinden daha sıcak olmaya başlayınca, kendisine birkaç gün yetecek keyif ve yiyecek almaya, hava serinleyinceye kadar odasına kapanmaya karar verdi. O hafta iki gün limanda çalışmıştı, biraz parası vardı. Yiyecekleri masanın üstüne koyup kapıyı kilitledi.
Sonra anahtarı kilitten çıkardı, masanın çekmecesine attı. Pazar sepetinin içindeki paketlerin, konserve kutularının arasında gazeteye sarılmış kocaman bir keyif destesi duruyordu. Gazeteyi açtı, bir dal çekip kokladı. Ondan sonraki iki saat boyunca yere oturdu; yaprakları dallardan kopardı, ekmek tahtasının üstünde kıydı, karıştırdı, harmanladı, sonra gene kıydı; bunu tekrar tekrar yaptı. Bir keresinde, güneş tam üstüne vurunca, sıcaktan kurtulmak için yerini değiştirmek zorunda kaldı. Güneş indiğinde kendisine üç-dört gün yetecek kadar keyif hazırlamıştı. Yerden kalktı, kucağında kesesi ve çubuğuyla iskemlesine oturdu, içmeye koyuldu; bu arada radyoda, o saatte hep olduğu gibi Soussi bakkallar için Çlöh müziği çalınıyordu. Kahvelerde insanlar çoğu zaman yerlerinden kalkıp radyoyu kapatırlardı bu müzik çaldığı zaman. Oysa hep aynı aksak tempoyu sürdüren naqous (Vurmalı müzik yapmakta kullanılan yuvarlak madeni nesne) nedeniyle keyif tiryakileri severlerdi bu müziği.
Müzik uzun süre çaldı; Hıdır, Tiznit’teki pazarı ve kerpiç duvarından dışarıya ağaç gövdeleri taşan camiyi düşündü. Gözlerini yere indirdi. Odanın içinde hâlâ gün ışığı vardı. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Döşemenin üzerinde küçücük bir kuş sessizce yürüyordu. Hıdır yerinden fırladı. Keyif çubuğu yere düştü ama lülesi kırılmadı. Kuş daha kıpırdamaya vakit bulamadan Hıdır avucunu üstüne kapadı. İki avucuyla birlikte kavradığı zaman bile kuş hiç hareket etmedi. Hıdır kuşa baktı, onun şimdiye dek gördüğü en küçük kuş olduğunu düşündü.
Başı griydi, kanatları siyahbeyazdı. Kuş kendisine bakıyordu, hiç de korkmuş gibi görünmüyordu. Hıdır kuşu kucağına koyarak iskemleye oturdu. Ellerini üstünden kaldırdıktan sonra bile kuş öylece, hareketsiz durdu. “Bir yavru kuş bu, uçmayı bilmiyor,” diye düşündü
Hıdır. Art arda birkaç çubuk dolusu keyif içti. Kuş yerinden hiç kıpırdamadı. Güneş batmıştı, akşam ışığında evler yavaş yavaş mavileşiyordu.
Başparmağıyla kuşun başını okşadı. Sonra küçük parmağına takılı olan yüzüğü çıkarıp kuşun başındaki yumuşacık tüylerin üzerinden geçirdi. Kuş buna hiç tepki göstermedi. “Kuşların sultanına altından bir yaka,” dedi Hıdır. Biraz daha keyif içip gökyüzünü seyretti. Sonra karnı acıkmaya başladı; kuşun da biraz ekmek kırıntısı yemek isteyebileceği geçti aklından. Çubuğunu masanın üstüne bıraktı, yüzüğü kuşun başından çıkarmaya çalıştı. Yüzüğü dışarıya doğru çekti; kuş kanatlarını çırptı, direndi. Hıdır bir an için yüzüğü bıraktı, o anda kuş kucağından dosdoğru gökyüzüne uçuverdi. Hıdır sıçrayıp ayağa kalktı, kuşu seyre koyuldu. Uçup bütünüyle gözden kaybolunca gülümsedi. “Piç kurusu!” dedi fısıldayarak.
Yemeğini hazırlayıp yedi. Bundan sonra iskemlesine oturup çubuğunu içti, kuşu düşündü. Laçen geldiğinde olanları ona anlattı. “O süre boyunca hep bir şey çalma fırsatını yakalamak için bekliyormuş!” dedi. Laçen biraz içkiliydi, bunlara kızdı. “Demek yüzüğümü çaldı!” diye bağırdı. “Ah,” dedi Hıdır. “Senin yüzüğün mü? Onu bana verdiğini sanıyordum.”
Laçen ona, “Ben daha delirmedim,” dedi. Hâlâ kızgın bir durumda çıkıp gitti; bir haftadan uzun bir süre hiç uğramadı. Laçen’in odaya girdiği sabah Hıdır onun gene yüzükten söz açacağından emindi; bir gün önce bir arkadaşından satın almış olduğu bir çift ayakkabıyı hemen ona doğru uzattı. “Bunlar ayağına oluyor mu bak bakalım?” diye sordu. Laçen iskemleye oturdu, ayakkabıları ayağına geçirdi, baktı ki tam oluyor. Hıdır ona, “Altlarını değiştirmek gerek ama üstleri yeni gibi,” dedi. Laçen de “Üstleri iyi,” dedi. Deriyi yokladı; başparmağıyla öbür parmaklan arasında sıkıştırıp ezerek baktı. Hıdır, “Al senin olsun,” dedi. Laçen buna sevinmişti; o gün yüzükle ilgili hiçbir şey söylemedi. Ayakkabıları odasına getirdiğinde dikkatle inceledi; pençe yaptırmak için gerekecek parayı gözden çıkarmaya karar verdi.
Ertesi gün bir İspanyol ayakkabıcıya gitti; adam ayakkabıları on beş dirheme onarmayı kabul etti. “On,” dedi Laçen. Uzun bir pazarlıktan sonra ayakkabıcı fiyatı on üçe indirdi; Laçen de ayakkabıları orada bırakarak bir hafta sonra gelip alacağını söyledi. Aynı gün öğleden sonra Sidi Bouknadel’den geçerken bir kız gördü. İki saat ya da daha uzun bir süre konuştular; duvarın yanında birbirlerine çok yakın durmamaya dikkat ediyor, konuştuklarını kimse anlamasın diye bakışlarını yere indirmiş, öyle duruyorlardı. Kız Meknes’liydi; Laçen bu yüzden onu daha önce görmemişti. Kız o mahallede oturan teyzesini ziyarete gelmişti; kısa bir süre sonra kız kardeşi de Meknes’ten oraya gelecekti. Bu kız Laçen’e, o yıl gördüğü en iyi şey gibi göründü; gene de kızın burnundan ve ağzından emin olamazdı çünkü peçesi her şeyi örtüyordu. Kızı ertesi gün aynı yerde kendisiyle buluşmaya ikna etti. Bu kez uzun uzun yürüdüler; Laçen kızım bu işe gönlü olduğunu anladı. Ama kız teyzesinin evinin nerede olduğunu Laçen’e bir türlü söylemiyordu.
Laçen kızı odasına ancak iki gün sonra getirebildi. Beklediği gibi çok güzel çıktı. O gece çok mutlu oldu Laçen, ama sabahleyin kız gidince, onun yanından hiç ayrılmak istemediğini anladı. Teyzesinin evinin nasıl bir yer olduğunu, bütün bir gününü nasıl geçireceğini bilmek istiyordu. Böylece Laçen için kötü bir süreç başlamış oldu.
Yalnızca onunla birlikteyken, onu yatağa soktuğu zaman, bir yanında kız, bir yanında, yastığının yanı başında, kolayca ulaşabileceği bir yerde de konyak şişesi varken mutlu oluyordu. Her gün, kız gittikten sonra, yeniden ona dönmeden önce kızın buluşabileceği bütün erkekleri aklından geçirerek öylece yatıyordu. Bundan söz ettiği zaman kız güldü, bütün vaktini teyzesi ve artık Meknes’ten gelmiş olan kız kardeşiyle geçirdiğini söyledi. Gene de Laçen bu konuda endişelenmekten kurtaramıyordu kendini.
Ancak iki hafta geçtikten sonra anımsayabildi gidip ayakkabılarını almayı. Ayakkabıcıya giderken yolda bu sorununu nasıl çözebileceğini düşünüyordu. Hıdır’ın kendisine yardım edebileceği geçti aklından. Kızla Hıdır’ı bir araya getirip baş başa bırakabilirse, Hıdır olanları daha sonra ona anlatırdı. Kız, Hıdır’ın kendisini yatağa atmasına izin verirse, o zaman kesinlikle bir yosmaydı; o zaman ona bir yosma gibi davranmak gerekirdi. Laçen de onu önce iyice bir döver, sonra da banşırdı; çünkü kız bütünüyle bir yana atılamayacak kadar iyiydi. Ama gerçekten kendisine mi ait, yoksa başkalarıyla da yatıp kalkıyor mu, Laçen’in bunu bilmesi gerekti.
Ayakkabıcı ayakkabılarını eline verdiği zaman yepyeni olduklarını görüp sevindi. On üç dirhemi ödeyip ayakkabıları evine götürdü.
O gece, kahveye gitmek üzere dışarıya çıkarken giymeye çalıştığında, ayağına olmadıklarını gördü. Çok dar geliyordu ayakkabılar, yeni tabanları dikerken ayakkabıcı kalıbı daraltmıştı. Eski ayakkabılarını giydi, dışarıya çıkıp kapıyı ardından çarparak kapattı. O gece kızla kavga etti. Kızm ağlamasını durdurabilmek için şafak sökünceye dek uğraştı. Güneş doğduğunda kız hâlâ uyuyordu; Laçen kollarını başının altında kavuşturmuş tavanı seyrediyor, ayakkabıların kendisine on üç dirheme patladığını, şimdi bütün gününü onları satmaya çalışarak geçireceğini düşünüyordu. Kızı erkenden başından savdı; elinde ayakkabılarla Bou Araqia’ya girdi. Ayakkabılara kimse sekiz dirhemden fazla vermiyordu. Öğleden sonra Joteya’ya gidip bir asmanın gölgesine oturdu, satıcılarla alıcıların gelmesini bekledi. Dağlı bir adam sonunda on dirhem teklif etti, Laçen de ayakkabıları ona sattı. Parayı cebine yerleştirirken, “Boşu boşuna üç dirhem kaybettim,” dedi. Kızmıştı, ama ayakkabıcıyı suçlamak yerine, kabahatin Hıdır’da olduğunu düşünüyordu.
O gün öğleden sonra Hıdır’la görüştü; ona, akşam yemeğinden sonra yanında bir arkadaşıyla odasına geleceğini söyledi. Sonra eve dönüp konyak içti. Kız geldiğinde şişeyi bitirmişti; sarhoş olmuştu, kendini hiç olmadığı kadar mutlu hissediyordu. Kız peçesini çıkarmaya başlayınca, “Çıkarma,” dedi. “Dışarı çıkıyoruz.” Kız hiçbir şey söylemedi. Arka sokaklardan dolaşarak Hıdır’ın odasına vardılar.
Hıdır iskemlesine oturmuş radyo dinliyordu. Bir kızm geleceğini hiç ummamıştı; kızın peçesini çıkardığını görünce kalbi başım ağrıtacak kadar hızlı çarpmaya başladı. Kıza iskemlesini verdi ama dönüp bir daha hiç bakmadı; yatağın üstüne oturup yalnızca Laçen’le konuşmaya başladı; Laçen de kıza hiç ilgi göstermiyordu. Biraz sonra yerinden kalktı. “Sigara almak için dışarıya gidiyorum,” dedi. “Hemen dönerim.” Kapıyı arkasından kapadı; Hıdır hemen koşup kapıyı kilitledi. Kıza gülümsedi, sonra kızın yanma, masaya oturdu, yüzüne baktı. Arada, bir çubuk keyif içiyordu. Laçen’in neden bu kadar geciktiğini merak ediyordu. Sonunda kıza, “Geri dönmeyecek, biliyor musun?” dedi. Kız güldü, omuzlarım silkti. Hıdır yerinden fırladı, kızı elinden tutup yatağa götürdü.
Sabahleyin giyinirlerken kız ona Otel Sevilla’da kaldığını söyledi.
Medina’nın tam ortasında bir Müslüman oteliydi bu. Hıdır kızı oraya götürüp bıraktı. Kız ona, “Bu gece gelecek misin?” diye sordu. Hıdır kaşlarını çattı. Laçen’i düşünüyordu. “Gece yarısından sonra beni bekleme,” dedi. Eve dönerken Cafe Nacah’a uğradı. Laçen oradaydı.
Gözleri kan çanağı gibiydi; bütün gece uyumamışa benziyordu. Hıdır, onun kendisini beklemekte olduğu duygusuna kapıldı çünkü o kahveye girer girmez Laçen hemen yerinden kalkıp qahouaji’ nin (Kahveci) parasını ödemişti. Dradeb anacaddesi boyunca bir tek söz etmeden yürüdüler; Merkala plajına kıvrılan yola gediklerinde, gene hiç konuşmadan o tarafa yöneldiler.
Sular çekilmişti. Islak kumların üstünde yürüdüler; ayaklarını küçük dalgalar yalıyordu. Laçen bir sigara içti, suya taşlar attı. Sonunda konuştu: “Nasıldı?”
Hıdır omuz silkti, sesini olabildiğince titreşimsiz tutmaya çalışıyordu.
“Bir gece için fena değildi,” dedi. Laçen, dikkatsiz davranarak,”İki gece için de,” demek üzereydi. Ama sonra Hıdır’ın o geceden söz etmek istemediğini anladı; demek ki Hıdır için çok önemliydi bu.
Yüzüne baktığı zaman Hıdır’ın kızı kendine almak istediğini kesinlikle anladı. Kızı çoktan kaybettiğinden emindi artık, ama bunu ta başından niçin düşünemediğini bilemiyordu. Kızı Hıdır’a götürmek isteyişinin gerçek nedenini anımsayamıyordu şimdi.
“Sırf sana iyilik etmek için mi getirdiğimi sanıyorsun onu?” diye bağırdı. “Yok Efendim Senin gerçekten dost olup olmadığını anla mak için bıraktım onu seninle. İimdi görüyorum işte ne biçim arkadaş olduğunu! Akrepsin sen!” Hıdır’ı giysilerinden yakalayıp suratının ortasına yumruğunu indirdi. Hıdır arkaya doğru sarsılarak birkaç adım attı, dövüşmeye hazırlandı. Laçen’in gerçeği anladığını, artık söylenecek hiçbir şeyin kalmadığını, dövüşmekten başka çare olmadığını anlıyordu. İkisi de kanlar içinde, soluk soluğa kaldıklarında, Hıdır yıldırım çakması kadar kısa bir anda Laçen’in yüzünü gördü; başının dönmekte olduğunu, gözlerinin iyi görmediğini anladı. Geri çekildi, başını eğdi, bütün gücüyle Laçen’e doğru koştu; Laçen dengesini kaybetti, kumlara yığıldı. Sonra Hıdır ayakkabısının topuğuylaonun başına çabucak bir tekme indirdi. Onu orada yatar durumda öylece bırakarak evine döndü.
Kısa süre sonra Laçen yanı başında, kumların üzerinde kırılan dalgaların sesini duydu. “Onu öldürmeliyim,” diye düşündü. “Yüzüğümü sattı. şimdi gidip öldürmeliyim onu.” Ama bunu yapmak yerine, giysilerini çıkardı, denize girdi; yıkanmayı bitirince bütün gün kumlara yatıp güneşlendi, uyudu. Akşam olunca gitti, iyice sarhoş oldu.
Saat on birde Hıdır, Otel Sevilla’ya gitti. Kız, ön kapıya yakın bir yerde, hasır koltuğa oturmuş onu bekliyordu. Hıdır’ın yüzündeki yaralara dikkatli dikkatli baktı. Hıdır, peçesinin altından onun gülümsediğini gördü.
“Dövüştünüz mü?” Hıdır başıyla evet işareti yaptı. “O nasıl?”
Hıdır omuzlarını silkti. Bu kızın gülmesine neden oldu. “Hep sarhoştu zaten,” dedi. Hıdır onun koluna girdi, birlikte caddeye çıktılar.
Laçen’le Hıdır’ın Öyküsü
Çeviren: Yurdanur Salman