“Dostoyevski neden suçludur?” Dostoyevski ve Baba Katilliği Üzerine Sigmund Freud’un Düşünceleri

Sigmund FreudSanatçı, nevrozlu, ahlakçı ve suçlu olmak üzere dört ayrı cephesi bulunan, zengin bir kişilik yapısıyla karşımıza çıkar Dostoyevski. Acaba bu karmaşık yapıyı açıklığa kavuşturmak için nasıl bir yol izlemeli?
En az kuşkuyla bakılacak yönü sanatçılığıdır Dostoyevski’nin, bu bakımdan Shakespeare’i hiç de aratmayacak biridir. Karamazov Kardeşler şimdiye dek yazılmış romanların en güçlüsü, “Büyük Engizitör” epizodu dünya edebiyatının şimdiye dek ortaya koyduğu yaratıların en üstünüdür ve ne denli övülse azdır. Ama ne yazık ki, psikanaliz sanat sorununu çözümlemede yetersiz kalmaktadır.

Psikanalizin Dostoyevski’de hepsinden çok açıklığa kavuşturabileceği, ahlaksal yöndür. Ahlak bakımından Dostoyevski’yi yüce bir yere oturtmaya kalkıp, ancak en koyu ahlaksızlıklardan gelen kimselerin ahlaklılığın doruğuna ulaşabileceğini buna neden göstermek, gerçeği görmezden gelmek olacaktır.

Çünkü bir ayartıya kendini kaptırdıktan sonra değil, ayartı daha içte kıpırdanmaya başlar başlamaz ona tepki gösterip karşı koyabilen kişi ahlaklıdır yalnız. Vakit vakit ahlakdışı eylemlere girişip sonradan pişmanlık duyarak, pek yüce ahlak kurallarını kendine amaç edinen ve davranışlarını bu kurallara uydurmaya çalışanlar, işin pek kolayına kaçmakla suçlanacak kişilerdir. Ahlaklılığın başlıca gereği savılan gönül tokluğunu (feragat) boşlamışlardır bunlar; oysa toplumun pratikteki çıkarı, bireyin ahlak kurallarına uygun yaşamasını zorunlu kılmaktadır. Kim bu kurallara yan çizerse, kavimler göçündeki barbarlara benzer; o barbarlar ki, önce cana kıyıp sonra tövbe ve istiğfarda bulunmuş, zamanla tövbe ve istiğfar cana kıymalara düpedüz olanak sağlayan bir araca dönüşmüştü. Korkunç İvan’ın (1) davranışı da buna bir örnektir; hatta denebilir ki, ahlakdışı davranışların ardından ahlak kurallarıyla uzlaşma çabası Rus insanının karakterinin belirleyici bir özelliğidir. Dostoyevski’nin de ahlaklılık uğrundaki çaba ve uğraşılarının sonucunun pek yüz ağartıcı olduğu söylenemez. Bireysel-içgüdüsel istekleri toplumsal yaşamın gerekleriyle bağdaştırmaya yönelik alabildiğine çetin boğuşmaların ardından tersyüz eder Dostoyevski; gerek dünyevi, gerek ruhani otoriteye boyun eğer. Çara (2) ve tüm Hıristiyanların Tanrısına karşı aşırı saygıda ve bağnaz bir Rus milliyetçiliğinde soluğu alır; oysa bu, kendisiyle boy ölçüşemeyecek pek çok kimsenin daha az çaba harcayarak ulaştığı bir konumdur. Büyük sanatçının güçsüz yanı da işte burada yatar; Dostoyevski insanların öğretmeni ve kurtarıcısı aşamasına yücelme fırsatını elden kaçırmış, onların cellatları arasında yer almıştır. İnsanlığın gelecekteki uygarlığı, bu bakımdan kendisine pek şükran borcu duymayacaktır. Ancak biz, söz konusu başarısızlığa onu bir nevrozun sürüklediğini kanıtlayabileceğimizi sanıyoruz. Zekâ düzeyi ve insanları sevme gücü düşünülürse, Dostoyevski’nin gerçekte havarilere özgü bir yaşam yolunu izlemesi beklenebilirdi.

Dostoyevski’ye ahlaksız, hatta suçlu biri gözüyle bakmak, pek çok kişinin sert direnişiyle karşılaşacaktır. Hani suçlunun tek yanlı değerlendirilmesine karşı bir tepki niteliği taşıması gerekmez bunun. Biraz kurcaladık mı, tepkinin gerçek nedenini hemen ele geçirebiliriz; suçluyu belirleyen iki özellik söz konusudur; sınırsız bir bencillik ve güçlü bir yıkım içgüdüsü. Her iki özelliğin dışavurumunu sağlayan ortak bir koşul var ki, o da sevgisizlik, (insani) objelere duygusal açıdan yaklaşım yetersizliğidir. Oysa Dostoyevski’de hemen buna ters bir durumun varlığı gelir akla: Sevilmeye karşı büyük bir gereksinim ve alabildiğine büyük bir sevme gücü. Öyle bir güç ki, aşırı ölçüde iyi yürekliliği içeren eylemlerle kendini açığa vurur; kin ve öç alma duygularına haklı olarak kapılabileceği durumlarda, örneğin kendisine ihanet eden ilk karısıyla aşığı karşısında bile sanatçıyı sevmeye ve yardım elini uzatmaya götürür. Peki, o zaman Dostoyevski’yi suçlular arasına katmaya bizi götüren nedir? Yanıt: Bir kez yapıtları için zorba, cani, bencil tiplerin özellikle yer aldığı konular seçmesi; böyle bir tutum, söz konusu tiplerdeki eğilimleri Dostoyevski’nin kendi ruhunda da barındırdığını kanıtlar. İkincisi: Kumar tutkusu ve henüz buluğa ermemiş bir kızın iğfali gibi sanatçının özgeçmişinde kimi olayların varlığı (itiraf)3. Sanatçıyı suça kolay sürükleyebilecek pek güçlü yıkım içgüdüsünün daha çok ben’e (dış yerine içe) yönelik karakter taşıdığının, mazoşizm ve suçluluk duygusu kılığında kendini açığa vurduğunun saptanmasıyla ortadaki çelişki silinip gider. Ama Dostoyevski’nin kişiliği, çabuk kızıp parlamasında, başkalarına acı çektirmekten zevk duyup sevdiklerine bile hoşgörüsüz davranmasında, ayrıca yazar olarak okurlarına karşı tutumunda kendini belli eden yeterince sadistik karakter özelliğini de içermekten geri kalmaz. Yani Dostoyevski’deki sadizm dar planda dışa, geniş planda ise içe yöneliktir, yani bir mazoşisttir sanatçı, alabildiğine yumuşak, alabildiğine iyi kalpli, alabildiğine yardımsever bir insandır.

Biri niceliksel, ikisi niteliksel olmak üzere Dostoyevski’nin karmaşık kişiliğinde üç etkenin rol oynadığını saptayabilmekteyiz; olağanüstü duygusallık, kendisini ister istemez bir sado-mazoşizm ya da suça yatkınlıkla donatan sapık bir içgüdü, çözümleme konusu yapılamayan bir sanatçı yeteneği. Bu üç etken, nevroza yol açmaksızın da pekâlâ varlığını sürdürebilir kişide; nitekim bir nevrozu bulunmayan salt mazoşistlere rastlayabilmekteyiz. İçgüdüsel isteklerle bunlara karşı çıkan engeller (artı bireyin yüceltim [sublimasyon] olanakları) arasındaki güç dağılımını göz önünde tutarsak, Dostoyevski’yi içgüdüsel karakterdeki kimseler sınıfına sokabiliriz. Gelgelelim, bir nevrozun varlığı durumu biraz karıştırmaktadır; önce de söylediğimiz gibi, söz konusu koşulların ille bir nevroza yol açması gerekmez. Ancak, ben’in üstesinden gelmesi gereken güçlük ne denli çetinse, bir nevrozun gelişme olasılığı da o denli büyüktür. Zaten nevroz, ben’in çeşitli güçler arasında bir bireşimi (sentez) gerçekleştiremediğini, bunu yapmaya çalışırken bütünselliğini yitirdiğini gösterir.

Peki, Dostoyevski’de bir nevrozun varlığını bize açık seçik gösteren kanıtlar nelerdir? Bizzat Dostoyevski kendisini saralı olarak tanıtmış, bilinç kayıpları, kasılmalar ve ruhsal çöküntülerle (depresyon) seyreden ağır nöbetlerden dolayı başkalarınca da öyle tanınmıştır. Doğrusu bu sara (epilepsi) nöbetlerinin sanatçıdaki bir nevrozun belirtisi (semptom) olması hiç de düşünülemeyecek gibi değildir; böyle bir durumda da Dostoyevski’deki saranın isteri sarası diye nitelendirilmesi, yani ağır isteri vakası sınıfına sokulması gerekecektir. Ancak, iki nedenden ötürü bu konuda bir kesinliğe varamamaktayız. Bir kez, Dostoyevski‘deki saranın anamnezine ilişkin olarak elimizde bulunan bilgiler noksan ve güvenilirlikten yoksundur. İkincisi, sara benzeri nöbetlerle kendini açığa vuran sayrısal (patolojik) durumları nasıl anlamak gerekeceği henüz açıklığa kavuşmuş değildir.

Önce ikinci nedeni alalım ele. Saranın ne tür bir hastalık sayılacağını ayrıntılarıyla burada yinelemenin gereği yoktur; çünkü bu, bize pek bir yarar sağlamayacaktır. Ancak, şu kadarını belirtebiliriz ki, hastalık klinik açıdan eskiden beri bilinen (4)Morbus sacer tablosuna uygunluk göstermekte, yani durup dururken kendini açığa vurup ne vakit ortaya çıkacağı kestirilemeyen kasılma nöbetleriyle seyrederek hastada ansızın kızıp parlama ve saldırganlık yönünde bir karakter değişikliğine yol açmakta, ayrıca ussal yetileri (akli melekeler) zayıflatmaktadır. Ama bazen bu tablo bütünüyle dağılma göstererek belirsiz bir nitelik kazanabilmektedir. Ne var ki dilini ısırmalar ve idrarını kaçırmalarla ağır bir tablo halinde baş gösteren, sık aralarla yineleyerek hastayı ciddi sakatlanmalarla karşı karşıya bırakan (5)Status epilepticus tablosuna uygun nöbetler, zamanla yerlerini kısa süreli bilinç bulanıklıkları (konfüzyon) ve yine kısa süreli baş dönmeleriyle hafif bir seyir izleyen nöbetlere bırakabilmekte, sanki bilinçdışının bir direktifiyle hastanın kendisine yabancı birtakım eylemlere kalkıştığı kısa süreli nöbetlerle yer değiştirebilmektedir. Normalde ne hikmetse bedensel bir kökene dayanan bu nöbetler, ilk kez ortaya çıkışlarını düpedüz ruhsal bir etkene (korku) borçlu bulunabilmekte ya da ileride ruhsal emosyonlara tepki kılığında kendilerini açığa vurabilmektedir. Vakaların büyük çoğunluğunda ussal (akli) yetilerdeki güçsüzleşme hastalığın alabildiğine belirgin özelliğini oluşturmasına karşın, hiç değilse bir vakada hastalığın pek üstün entelektüel başarıları asla kösteklemediği görülmüştür (Helmholtz).6 Aynı durumun saptandığı ileri sürülen diğer pek çok vakada ise durum kesinlikten yoksundur ya da Dostoyevski deki gibi kuşkuyu davet eder nitelik taşımaktadır. Öte yandan, sarada duygusal küntlük ve gelişim bozukluklarıyla karşılaşılabilmekte; her ne kadar hastalık tablosunun zorunlu bir parçası değilse de, çokluk somut bir budalalık ve beyinde alabildiğine ciddi hasarlar yine saraya eşlik edebilmektedir. Ancak, kusursuz bir ruhsal gelişimi geride bırakanlarda ve bundan daha sık olarak çokluk yeterince denetim altında tutulamayan aşırı duygusallıkla donatılmış kişilerde sara nöbetlerinin tüm çeşitlerini gözlemleyebilmekteyiz. Dolayısıyla, klinik bakımdan bütünlük içeren bir “sara” tablosunun varlığı üzerinde diretilemeyeceği savının şaşılacak yanı yoktur. Sara nöbetlerine özgü belirtilerin birbirine benzerliği, bunlara (işlevsel) fonksiyonel yoldan yaklaşımı zorunlu kılmaktadır; sanki anormal içgüdü boşalımını sağlayan bir mekanizma organizmada önceden hazır beklemekte, gerek dokusal ve toksik kökenli ağır hasarlar sonucu beyinde ortaya çıkan fonksiyon bozuklukları, gerek ruhsal ekonominin doğru dürüst denetim altında tutulamayarak ruhsal enerjinin aşırı tüketimi gibi birbirinden büsbütün değişik koşullarda işlemeye başlamaktadır. Her iki durumda da temeldeki içgüdü boşalım mekanizmalarının özdeş nitelik taşıdığını sezebilmekteyiz. Aynı mekanizmanın gerçekte toksik nedenler sonucu ortaya çıkan cinsel eylemlerde de rol oynadığını düşünebiliriz; zaten çok eskiden hekimler cinsel ilişkiyi küçük bir sara nöbeti diye nitelemişler, yani cinsel eylemlere saradaki uyarı boşalımının hafif şekli ve adaptasyonu gözüyle bakılacağını anlamışlardı.7

“Sara tepkisi” diyebileceğimiz bu ortak mekanizmaya, ruhsal açıdan üstesinden gelinemeyen emosyon (duygu ve heyecan) kitlelerini bedensel (somatik) yoldan boşalıma kavuşturmak görevi üstlenmiş nevrozlarda da başvurulmaktadır. Böylece sara nöbeti isterinin bir belirtisi olarak da karşımıza çıkabilmekte, tıpkı normal cinsel eylemler gibi isteri tarafından benimsenerek bir değiştirme (modifikasyon) işleminden geçirilmektedir. Dolayısıyla, sarayı “organik” ve “emosyonel” diye ikiye ayırmanın pek haklı bir davranış sayılması gerekiyor. Böyle bir ayrımın pratikte taşıyacağı anlam şudur: “Organik saralı” beyin hastası, ‘emosyonel” saralı ise bir nevrozludur. Organik kökenli sarada ruhsal yaşam, kendisine yabancı bir dış bozukluğun etkisi altındadır; emosyonel sara ise, kendisi bozulmuş ruhsal yaşamın bir dışavurumudur.

Dostoyevski’deki saranın ikinci gruba girme olasılığı alabildiğine büyükse de, durum kesinlikle kanıtlanacak gibi değildir, Çünkü bunun için nöbetlerin ilk ortaya çıkışıyla sonradan gösterdiği dalgalanmaların sanatçının ruhsal yaşamındaki hangi olaylardan kaynaklandığının saptanması gerekir. Nöbetlere ilişkin bildirimler bize fazla bir şey öğretmemekte, nöbetlerle yaşantılar arasındaki ilişki konusunda ise elimizde çokluk bir- biriyle çelişen kırık dökük açıklamalar bulunmaktadır. Çocukluğunun hayli gerilerine dek uzanan ve başlangıçta hafif belirtilerle seyreden nöbetlerin, sanatçının o sekizindeyken yaşadığı sarsıcı olaydan, yani babasının katledilmesinin ardından8 sara karakteri kazandığı, çeşitli varsayımlar içinde en akla yatkınıdır.9 Yazar Sibirya’da sürgündeyken nöbetlerin bütünüyle ortadan kalktığı kanıtlanabilseydi, bu doğrusu hiç de yadırgatmazdı bizi; gelgeldim, eldeki kimi veriler bununla çelişir gözükmektedir.10 Karamazof Karcleşler’deki baba katliyle Dostoyevski’nin kendi babasının akıbeti arasındaki yoksanamayacak ilişki, birden çok yaşam öykücünün (biyograf) gözünden kaçmamış, “modern bir psikolojik ekol’den söz açılmaya başlanmıştır. Psikanaliz-modern psikolojik akımla anlatılmak istenen budur çünkü- babasının katlini Dostoycvski için alabildiğine güçlü bir travma, sanatçının buna karşı tepkisini ise ondaki nevrozun belkemiği sayar.

Ancak, böyle bir görüşü psikanalizin öğretilerine dayandırmaya kalkarsam, söz konusu bilimin terminolojisine ve öğretilerine yabancı olanlar bundan bir şey anlamayacaktır.

Ne var ki, incelememizde kendisinden yola koyulabileceğimiz güvenilir bir çıkış noktası bulunuyor elimizde. Saranın kendini ilk kez açığa vurmasından epey önce, daha çocukluk yıllarında Dostoyevski’de karşılaşılan nöbetlerin ne anlam taşıdığım bilmekteyiz. Nöbetler ölümü simgeliyor, ölüm korkusuyla başlıyor, letarjik (atıl) uykulardan oluşuyordu. Henüz çocukken hastalık ansızın nedensiz melankoli nöbetleriyle sanatçı üzerine çullanıyor, sonradan dostu Solovyov’a anlattığı gibi hemen ölecekmişçesine bir duygunun ruhunda uyanmasına yol açıyor ve gerçekten de bu duyguyu, bildiğimiz ölüme tıpatıp benzeyen bir durum izliyordu… Kardeşi Andree’nin açıkladığına göre, Dostoyevski daha çocukluk yıllarında geceleyin yattığı zaman başkalarında öldüğü izlenimini uyandırabilecek bir uykuya dalacağından korkar, böyle durumda kendisini gömmeden beş gün beklemelerini kâğıt parçacıkları üzerine yazarak sağa sola bırakırdı. (Fülöp-Miller ve Eckstein, 1925,

Söz konusu ölüm nöbetlerinin taşıdığı anlam ve güttüğü amaç bizce bilinmektedir: Bir ölüyle, yani gerçekten ölmüş bir kimseyle ya da canlı, ama ölmesi istenen biriyle özdeşleşmeyi dile getirirler. Yaşayan, ama ölmesi istenen biriyle özdeşleşmenin önemi, gerçekten ölmüş biriyle özdeşleşmeden daha büyüktür. Ölüm nöbetleri, bu tür özdeşleşmede bir özcezalandırı (kendi kendini cezalandırma) yerini tutar; insan bir başkasının ölmesini istemiş, derken bu kimsenin yerini alarak kendisi ölmüştür. Psikanaliz açısından ölümü istenen bu kişi oğlan çocuğu için genellikle baba, isterik sara nöbeti ise nefret ettiği babasının ölümünü istediği için oğlanın kendi üzerinde uyguladığı cezadır.
Herkesçe bilinen görüşe göre, baba katli tek kişi kadar tüm insanlığın işlediği ilk ve temel suçtur(11), suçluluk duygusunun başlıca kaynağıdır kuşkusuz. Ne var ki, söz konusu duyguyu doğuran daha başka kaynakların da bulunup bulunmadığını bilmiyoruz; araştırmacılar suç ve ceza gereksiniminin dayandığı ruhsal nedeni henüz ele geçirememiştir. Pekâlâ birden çok olabilir bu neden. Psikolojik durumun karmaşıklığı, konunun açıklığa kavuşturulmasını zorunlu kılmaktadır. Oğlan çocuğu babasıyla psikanaliz dilinde ambivalent (çelişik) sözcüğüyle anlatılan bir ilişki içinde yaşar. Bir yandan, kendisine rakip saydığı babasını ortadan kaldırmayı amaçlayan bir kin ve nefret besler içinde; öte yandan, yine babasına karşı belli bir sevgiye her vakit ruhunda yer verir, her iki tutum da bir araya gelerek baba özdeşleşmesini doğurur. Gerek hayranlık duyduğu babasına öykünme arzusu, gerek kendisine rakip gördüğü babasını ortadan kaldırmayı amaçlaması, oğlanın kafasında babasının yerini alma düşüncesini uyandırır.

Ama derken bu gelişim süreci güçlü bir engelle karşılaşır; oğlan, kendisine rakip gördüğü babasını yok etme çabasının babası tarafından iğdiş eylemiyle cezalandırabileceği korkusunu günün birinde gönlünde yaşatmaya başlar. İğdiş edileceğinden ürkerek, yani erkekliğini koruyabilmek için babasını ortadan kaldırıp annesini ele geçirme isteğinden vazgeçer. Gelgelelim, söz konusu isteğin bilinçdışında varlığını sürdürmesi de suçluluk duygusunun temelini oluşturur. Öyle sanıyoruz ki, buraya kadar anlattıklarımız normal bir süreç, Oidipus kompleksini ilerde bekleyen doğal bir akıbettir; ancak, önemli bir noktayı da söylediklerimize eklemeden geçemeyeceğiz
Bizim çiftçinsellik dediğimiz bünyesel özellik oğlanda gelişmiş bulunuyorsa, bir başka durum ortaya çıkabilir. İğdiş eylemine konu edilip erkekliğini yitirebileceği korkusu, oğlanı kadınsallık yönünde bir kaçışa zorlar: Kendisini annesinin yerine koyar, babasının karşısında, annesinin sevi objesi olarak oynadığı rolü üstlenmeye eğilim gösterir. Ne var ki, iğdiş korkusu, oğlanın sorunu bu yoldan da çözüme kavuşturmasına olanak vermez; çünkü babasının kendisini bir kadın gibi sevmesini istiyorsa, yine üze-rinde uygulanacak bir iğdiş eylemine boyun eğmesi gerekeceği kanısına varır. Dolayısıyla, hem babasına karşı kin ve nefretini, hem ona olan sevgisini bilinçdışına iter. Ancak, iki duygunun da bastırmaları arasında psikolojik bakımdan bir ayrım vardır: Oğlan babasına karşı duyduğu nefretten bir dış tehlikenin dürtüsü, yani iğdiş korkusuyla el çeker; oysa babasına karşı beslediği sevgiyi öz varlığından kaynaklanan içgüdüsel bir tehlike sayar. Gerçekte bu iç tehlikenin de kaynağı yine söz konusu tehlike, yani iğdiş korkusudur.

Babaya karşı beslediği nefret ve kini tatsız duruma sokan, onların çocukta uyandırdığı korkudur; gerek cezalandırılma, gerek baba tarafından sevilmenin koşulu olarak iğdiş korkunç bir eylemdir. Baba nefretinin bilinçdışına itilmesine yol açan iki etkenden birincisinin, yani doğrudan cezalandırılma ve iğdiş korkusunun normal sayılması gerekir; ancak, öbür etkenden, yani baba karşısında takınılacak kadınsal tutumun sonucundan ürkmedir ki, iğdiş korkusuna hastalık ölçüsünde güçlülük kazandırır. Böylece, bünyesel bakımdan belirgin bir çiftcinselliğin varlığı, nevrozu doğuran ya da onu pekiştirip sağlamlaştıran neden rolünü oynar. Dostoyevski’de varlığı kuşkusuz benimsenecek böyle bir çiftcinsellik tek varoluş biçimine, yani gizli (latent) bir eşcinsellik kılığına bürünerek etkinliğini sürdürür; erkeklerle dostluklara verdiği önemde, sevi yaşamının karşısına çıkardığı rakiplerine karşı duyduğu o tuhaf yakınlıkta, eserlerindeki pek çok örneğin ortaya koyduğu gibi, bazı durumları seziş ve kavrayışta gösterdiği ve ancak gizli eşcinsellikten kaynaklanabilecek üstün yetenekte bu çiftcinsellik kendini açığa vurur.
Babaya karşı duyulan nefret ve sevgiyle onların iğdiş korkusu altında geçirdiği değişimlere ilişkin bu açıklamalar, psikanalize yabancı okurlara iç açıcı gelmez de inandırıcılıktan yoksun görünürse, üzülürüm doğrusu. Ama ne yapayım ki, gerçek böyledir. Bir kez iğdiş kompleksi diye bir şeyin varlığını kimsenin pek benimsemeye yanaşmayacağına inanmaktayım. Ancak, şurasını kesinlikle belirteyim ki, psikanaliz alanındaki çalışmalar, özellikle söz konusu kompleksin bireydeki varlığını tüm kuşkuların ötesinde kanıtlamış ve bütün nevrozların anahtarını bu komplekste aramak gerektiğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla, Dostoyevski’deki sara nöbetlerini incelerken de bu anahtara başvuracağız. Gelgelelim, bilincimiz, bilinçsiz ruh yaşamımızı egemenliği altında tutan öğelere pek yabancıdır. Şimdiye dek anlattıklarımızla, Oidipus kompleksindeki baba nefretinin bilinçdışına itilmesinden doğan sonuçları tümüyle sayıp dökmüş olmaktan uzak bulunuyoruz. Ancak, daha önce söylediklerimize şu noktayı da eklemek isteriz: Baba özdeşleşmesi, ne yapıp yapıp oğlanın ruhunda sürekli bir yer ele geçirmekte, oğlan tarafından giderek kendi ben’i içerisine aktarılmakta ve bu ben’e karşıtlık içinde, ondan bağımsız bir parça olarak varlığını sürdürmektedir. İşte “ben” kapsamına alınan bu özdeşleşmeye “üst-ben” adını vermekte, onu anne ve baba etkisinin mirasçısı görüp alabildiğine önemli işlevlerin kaynağı saymaktayız.

Baba sert, zorba, zalim biriyse, üst-ben söz konusu özellikleri kendisinden devralır ve bu üst-ben’in ben’le ilişkisinde oğlanın özellikle bilinçdışına itmeye çalıştığı edilgenliğin yeniden dirilip ortaya çıktığı görülür. Ben, sadist karakter kazanan üst-ben karşısında mazoşizm’e kayar, yani kadınsal-edilgen bir konuma sürüklenir. Ben’de büyük bir cezalandırılma gereksinimi baş gösterir ve bu gereksinimin giderilmesi kısmen yazgıdan beklenir, üst-ben’in ben’e karşı hoyrat davranışından kendine doyum sağlar. Her ceza nihayet bir iğdiş eyleminin yerini tutar ve bu niteliğiyle babaya karşı eskiden takınılan edilgen konumun gerçekleşmesi anlamını taşır. Nitekim, yazgının kendisi de baba projeksiyonundan (babayı dışa yansıtım) başka bir şey değildir.

Sigmund Freud
Dostoyevski ve Baba Katli (1927)

2 bölüm yakında…

Notlar
1 IV. Ivan (d 1530, ö I584; Vassilis IV oğlu; rus Çarı oldu, babsının ölümünde üç yaşında idi. I547 rus çarı olarak taç giydi; Rus devletine sınırsız bir otokratik devlet karakteri kazandırdı. Batı Avrupa ile Rusya arasındaki bağları sıkılaştırdı. 1552’de Kazın ve Astragan’ı ele geçirdi; Batı ya açılma politikam Livonya (1558-82) başarısızlığa uğradı. Boyarlara karşı kanlı bir terörizme girişti, ama moskovanın tatarlar tarafından 1571 ‘de geçici bir süre ele geçirilmesini önleyemedi; Sibirya’yı egemenliği altına almak için ilk adımı attı. gaddar bir rus çarı olmalısıyla ün saldı, bir kızgınlık anında kendi oğlunu öldürdü, (çn >
2 Çar Nıkola I karşı ayaklanmayı planlayan gizli bir örgütün çalışmalarına katıldığı gerekçesiyle tutuklanıp 22 Aralık idam cezasına çarptırılan Dostoyeskinin hayatı son anda bağışlanarak cezası dört yıl Sibirya’daki Omsk kentine sürgüne, ardından da dört yıl Semipalatınsk’teki sınır birliğinde er olarak askerlik hizmetine çevrildi. Sürgün cezası çeken Dostoyevskı, dört yıllık bir askerlik hizmetinin daha ilk yılında Marya Dimitriyevna İseyeva adındaki bir kadına gönlünü kaptırdı. Kadının kocası küçük bir memurdu, kadın ise otuz yaşında, hala çekiciliğini koruyan, hareketli, isterik bir kadındı. Dostoyevski için kadının ilgisini üzerine çekmek güç olmadı, ama kadının Dostoyevski’ye gerçek anlamda bir sevgi duyduğu yoktu. Kadının kocasının 1855’te Semipalatınsk e yaklaşık 900 kilometre uzaklıktaki Kuznesk kentine atanması, Marya’ya şiddetle tutkun Dostoyevski’yi büyük bir umutsuzluğa sürükledi. Ama üç ay sonra kadının kocası öldü ve Dostoyevski dul kalan kadına evlenme önerisinde bulundu. Ne var ki kadın bu arada kendine genç bir sevgili bulmuştu, yeni sevgilisinden daha yoksul durumda olup hiçbir rütbesi bulunmayan bir erle evlenmek istemedi. Ancak Dostoyevski’nin bir dostu, aynı zamanda sanatçının bir hayranı olan Baron A. Ei Wrangel’in aracılığıyla Dostoyevskinin erlikten subaylığa terfi ettirilmesi üzerine evlenmeyi kabul etti, ama genç sevgilisi öğretmenle ilişkisini kesmeye de bir türlü yanaşmadı. Karısı Marya’nın öğretmenle ilişkisini bilen Dostoyevski durumu sineye çekti, hatta adamla bir dostluk ilişkisi içinde yaşadı, (ç.n.)
3 Bunun için bkz.: Fülöp-Miller ve Eckstein (1926). -Stefan Zweig 1920’de şöyle yazar: “Burjuva ahlakının önüne çıkardığı duvarlar onu yolundan alıkoyamamıştır; hayatında yasal sınırı ne ölçüde aştığını, yarattığı kahramanların suça yönelik dürtülerinden ne kadarının kendisinde eyleme dönüştüğünü kimse söyleyemez” Dostoyevski’yIe kahramanları arasındaki mahrem ilişkiler konusunda bkz.; 1925’te Kckstein’la birlikte yayımladıkları Dostoyevski am Roulette (Rulet Başında Dosto» yevski) isimli kitabın girişinde Rene Fülöp-Miller’in açıklamaları; söz konusu açıklamalar Nikolai Strachoff’un (1921) düşüncelerine dayanmaktadır. (Buluğa ermemiş bir kızın ırzına geçme temasını Dostoyevski’nin birçok yerde ele alıp işlediği görülür; sanatçının ölümünden sonra yayımlanan Stravrogin’tn İtiraftan ve Büyük Bir Günahkârın Yabamı adlı yapıtlar bunlar arasındadır.]
4 Kutsal hastalık. Eskiçağ ve Ortaçağ’da epilepsiye (sara) verilen isim, (ç.n.)
5 Nöbetlerin bir saatten daha az tekrarlandığı ve hastanın nöbetler arasında bilincine yeniden kavuşmasına olanak vermeyen sara durumu. Bu deyimle daha çok grand mal nöbötleri anlatılır. Status epilepticus’ta nöbetler 5-15 dakikalık aralarla yinelenir. (ç,n.)
6 Hermann Ludwig Ferdinand Melmholtz (1821-1894); ünlü Alman fizikçisi ve fîzyologu)
7 [Krş.: Freud’un Allgemeines überden hysterisehen Anfall (1909 a) “İsteri Nöbeti Üzerine Genel Bilgiler” isimli daha önceki çalışması.]
8 Dostoyevski’nin doktor olan babası, karısının ölümünden sonra, 1834’te Tula eyaletinden satın aldığı malikânesine çekildi, burada kendini içkiye verdi, sefih bir hayat yaşamaya, malikânesinde çalışanlara zalimce davranmaya başladı. Sonunda kendisine her türlü gaddarlığı reva gördüğü canlar tarafından 1839 yılında feci şekilde öldürüldü, (ç.n.)
9 Bunun için Krş.: Rend Fülöp Miller (1924) [Ayrıca krş.: Kızı Aimğe Dotoyevski’nin 1920’de yayımlanan babasının yaşamöyküsünde söyledikleri.] Sanatçının çocukluğunda “korkunç, unutulmayacak azap dolu” bir olayın geçtiğine ve Dostoyevski’nin hastalığının ilk belirtilerinin bu olaya bağlanması gerektiğine ilişkin açıklama özellikle ilginçtir. (1881’de Novoye Vremya gazetesine Suvorin’in yazdığı bir yazı; alıntı, Fülöp Miller ve Eckstein’m 1925’te yayımlanan Rulet Masastnda Dostoyevski kitabından aktarılmıştır). Ayrıca bkz.: Orest Miller (1921, 140): “Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin hastalığı konusunda tarafından yapılmış sözlü bir açıklama, sanatçının ilk çocukluk dönemiyle ilgili bulunmakta, açıklamada Dostoyevski’nin hastalığıyla anne ve babasının aile yaşamındaki trajik bir olay arasında ilişki kurulmaktadır. Dostoyevski’ye pek yakın bir kişi tarafından yapılmış olmasına karşın başka hiçbir yerde bunu doğrulayacak bir bilgiye rastlamadığım için açıklamayı burada ayrıntılarıyla veremeyeceğim.” Yaşamöykücüler ve nevroz alanında çalışan araştırmacılar, söz konusu açıklamayı gizli tuttuğu için yazara kuşkusuz teşekkür borçlu olmayacaktır.
10 Bu konudaki açıklamalardan pek çoğunun, bunlar arasında Dostoyevski’nin kendi verdiği bilginin ortaya koyduğuna göre, hastalık ancak sanatçı Sibirya’da sürgün hayatı yaşarken kesinlikle sara karakteri kazanmıştır. Ne yazık ki, nevrozluların kendi özyaşamöykülerindeki açıklamalarına güvenilir gözüyle bakmaktan bizi alıkoyan yeterince neden bulunmaktadır. Deneyimlerin kanıtladığı gibi, nevrozluların belleği geçmiş olayları anımsarken, hoşlarına gitmeyen nedensel ilişki örgülerini koparıp parçalamak ister, bunun için birtakım bozmacalara (tahrif) başvurur.
11 Bkz. Yazarın Totem ve Tabu adlı yapıtı (1912*13).

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz