“Kavramak için bir fenomene farklı bakış”, Kendilik Psikolojisi ve Saldırganlık – Allen Siegel & Renee Siegel

Saldırganlıkla ilgili benim en sevdiğim alıntılardan biri: Freud’un “Uygarlık Hoşnutsuzlukları”nda. Elinde olan varsa; sayfa 110’daki bir dip notunda. Bu, Freud’un Heinne’den yaptığı bir alıntı. Heinne şöyle yazıyor: “Ben çok barışsever bir insanım. Benim hayatta arzuladığım şeyler: basit bir kulübe ama iyi bir yatak, güzel yemekler, sütün ve tereyağın en tazesi, penceremin önünde çiçekler ve kapımın önünde birkaç güzel ağaç ve eğer Tanrı benim mutluluğumu eksiksiz hale getirmek isterse bana düşmanlarımdan altı yedi tanesinin bu ağaçlarda asılı olduğunu görme zevkini bahşedecek. Ölümlerinden önce kalbimde merhametle onların bana yaptığı bütün kötülükleri affedeceğim. Doğru insan düşmanlarını affetmeli, ama ölmeden önce değil”.

Freud burada intikamdan bahsediyor. Ama ilginçtir, Freud saldırganlıktan bahsederken, intikamdan çok fazla bahsetmez. Halbuki Kohut bahseder. İntikam fikri çalışmamız boyunca aklımızda tutmamız gereken bir fikir.

Freud’un saldırganlık üzerine söyledikleriyle değil; daha geniş bazı düşünceleriyle başlamak istiyorum. Bunların bir kısmının üzerinde daha önce durmuştuk. Biraz tekrar olacak ama; tekrar, eğitimin önemli bir kısmıdır. Freud’un içinden çalıştığı referans çerçevesini iyi anlamanızı istiyorum.

Freud der ki: birşeyi psikanalitik açıdan kavramak için bir fenomene farklı bakış açılarından yaklaşmak gerekir. Bu farklı bakış açıları, Freud’un metapsikolojisi olarak bilinegeldiler. Metapsikoloji diyor çünkü Freud’un zamanındaki psikologlar bugünkü psikiyatristler gibi sınıflandırmayla ilgiliydiler ve derin anlamlar üzerinde durmuyorlardı. Davranışı tasvir etmekle ilgileniyorlardı; ama anlamı üzerinde durmuyorlardı. Freud’un zamanında psikoloji böyleydi. Freud metapsikoloji derken, psikolojinin ötesini kastediyordu. Freud’un metapsikolojisinde birkaç bakışaçısı vardır. Birincisi, dinamik bakışaçısıdır. İkincisi, topografik bakışaçısıdır. Bugün bu ikisi üzerinde duracağız.

Bütünlük olsun diye üçüncüsünü de söyleyeceğim. Üçüncüsü psikoekonomik bakışaçısı. Bu psikoekonomik bakışaçısı duyguların şiddetiyle ilgili. İlk teorisinde Freud, psişenin içinde dolaşan enerji yüklerinden bahsediyordu. Bugün konuşurken bizim enerjiden bahsetmemiz gerekmez; ama duyguların değişik derecelerindeki şiddetinden bahsedebiliriz. Mesela; mutlu olabilirim, rahatsız olmuş olabilirim, sinirleniyor olabilirim, öfkeli olabilirim.

Dördüncüsü genetik bakışaçısı. Bunun basitçe söylediği; yetişkinlerin duygusal hayatının kökleri çocukluklarındadır. Yani biyolojik anlamda genetik değil; kökensel anlamda genetiktir. 1923’de Freud modelini değiştirmek zorunda kaldı. İd,ego ve süperegodan bahsetti. Yapısal kuramını ortaya koydu. Bu şemayı tanıyorsunuzdur. Burada süperego var. Ego ve id var. Bu modeli 1923’te geliştirdi. Bunun sebebi de suçluluğu açıklayabilmesi için bir şey icat etmesi gerekiyordu. O da süperegoydu. Böylece süperegoyu yani vicdanı keşfetti. Bugün bundan bahsetmeyeceğiz. Eksik kalmasın diye söylüyorum. Bu gün sadece ilk iki bakışaçısı üzerinde duracağız.

Dinamik bakışaçısından bahsedelim. Bu Freud’un en büyük katkısıdır. Zihnin bir parçasının bilincimiz dışında bir şekilde işlev gördüğünü ve duygularımızı, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı etkilediğini söyler.

Bir önceki yüzyılın başında, 1900’lerde, bu duyulmamış birşeydi. İnsanın kendi evinin efendisi olmadığını ortaya koymasıyla, neredeyse insanların narsisizmine bir hakaret oluşturuyordu. Halbuki insanlar herşeyin kendi kontrollerinde olduğunu düşünmekten hoşlanıyorlardı.

Biraz da bilinçdışının niteliklerinden bahsedelim. Bilinçdışında negatifler yoktur. Hayal kırıklığı yoktur. Bütün arzular karşılanmış olarak deneyimlenirler. Bunu anlamak çok çok önemlidir. Bilinçdışında bütün arzular gerçekleşmiş olarak deneyimlenir. Dikkat ederseniz, bu küçük çocukların düşünme biçimidir. Ben bunu istiyorum; o zaman, olmak zorundadır. Bu çocukların büyürken öğrenmesi gereken şeylerden biridir: istiyor olmaları gerçekleşmesini gerektirmez. Arzuyla tatmin arasında bir gecikme olabilir. Ya da daha büyük hayal kırıklıkları olabilir. Arzu hiç gerçekleşmeyebilir. Dolayısıyla, bilinçdışı düşüncenin doğası küçük bir çocuğun düşünmesine çok benzer. İstiyorum; öyleyse olacak. Bilinçdışında zaman da yoktur. Bu da çok önemli bir mesele ve hem sorunların, hem de fırsatların kaynağı. Zaman olmadığı için çocukken olan şeyler bugün hala bizimledirler. Yine aynı nedenle, zaman olmadığı için çocukluğumuzda olan ve hala bizimle olan şey tedavide canlandırılabilir. Bu da bir fırsat olur. Negatifler yok. Zaman yok. Birincil süreç düşüncesi var. Birincil süreç, rüyalarımızda işlemekte olan süreçtir. Burada herşey somuttur. Sembolik değildir. Yer değiştirmeler vardır. Bu yer değiştirmeler, bir şeyin bir şeyi sembolize etmesi anlamında değildir. Sembolizasyon benzetim yoluyla olur. Burada bir şey başka bir şeydir. Bilinçdışı aslında bir yer değil; bir kavramdır. Ama bilinçdışından bir yer gibi bahsetmek daha kolaydır. Bilinçdışında anılar, duygular ve bugünkü konuşmamızda çok önemli olan dürtüler ve bu dürtülerin farklı konfigürasyonları vardır. Bunlara bilinçdışı yapılar diyebiliriz. Bunlar fantezilerin, arzuların ve kaygıların kaynaşmasından oluşan yapılardır.

Bilinçdışında en bilinen yapılardan biri ödipal konfigürasyondur. Bilinçdışı gerçekte varolan bir şey olmadığı için; bir kavram olduğu için, dürtüler dışında da bazı konfigürasyonlardan bahsedilebilir. Ve son tahlilde Kohut’un yaptığı da budur. Şimdilik bilinçdışının Freud, Kohut ve Klein tarafından anlatıldığı şekilde içeriğinden bahsedeceğiz.

Freud’a göre bilinçdışında iki dürtü vardır: cinsel dürtü ve saldırganlık dürtüsü. Freud bu fikirleri Darwin’den alır. Darwin bildiğimiz gibi, bireyin kendini korumasından ve türün kendini korumasından bahseder. Bunlar Freud’da cinsel dürtüye ve saldırganlık dürtüsüne tekabül ederler. Böylece Freud’un ikili bir dürtü yada ikili bir içgüdü modeli vardır. Daha sonra göreceğiz ki; Kohut bununla ilgili olarak Freud’un teorisinin biyolojik fikirlere dayalı olduğunu söyler. Bu anlamamız gereken çok önemli bir noktadır.

Klein, Freud’dan sonra geliyor ve o da dürtülerden bahseder. Klein, ağırlıklı olarak saldırganlık dürtüsü ya da yıkıcı dürtünün üzerinde durur. Klein’ın psikolojisinde bu çok çok önemlidir. Saldırganlık dürtüsüyle ilgili Freud’un fikirlerini sürdüren Klein’dır. Kronolojik olarak, daha sonra Kohut geliyor. Kohut narsisizimden ve bilinçdışındaki narsisistik yapılardan bahseder. Bu yeni bir şey değil ama; devam etmeden, bunun da üzerinde duralım istedim.

Topografik modeli herkes biliyor mu? Şimdi değişik saldırganlık kuramlarına geçelim ve Freud’la başlayalım. Dediğimiz gibi, Freud fikirlerini Darwin’den alır. Ve Freud’un ikili bir dürtü fikri vardır. Cinsel dürtü türü korur. Saldırganlık dürtüsü de bireyi korur. Burada, “Uygarlık Uyumsuzlukları”na göre Freud’un sözlerini olduğu gibi aktarmak istiyorum. Bu alıntılar, Freud’un insanoğlundaki doğuştan gelen saldırganlıkla ilgili düşüncelerini içeriyor. İlk alıntıda, Freud daha önce yazmış olduğu şeylerle ilgi diyor ki: “Bütün bunların ardında yatan gerçek şudur ki; insanlar sevilmek isteyen yumuşak başlı yaratıklar değildirler. En fazla saldırıya uğrarlarsa kendilerini korumak isteyecekleri doğru değildir. Tam tersine, içgüdüsel yapılarında saldırganlığın önemli bir payı olan yaratıklardır”. Bu da Freud’un saldırganlığın içgüdüsel ve doğuştan gelen bir şey olduğunu söylediği ilk yerlerden biridir. Yine diyor ki: “Bu vahşi saldırganlık bir şekilde provoke edilmeyi bekler ya da kendini başka amaçlara yöneltir”. Yani diyor ki; doğuştan gelen hayatta olmanın bir parçası olan bir saldırganlık var. Yine şöyle diyor: “Uygarlık insanın saldırganlık içgüdüsünü sınırlamak için en büyük çabaları göstermelidir. Ancak böylece bunun psişik tepkiler halinde dışa vurulmasının tezahürlerini kontrol altında tutabilir”. Yani Freud’a göre saldırganlık en temelde olandır. Daha fazla analiz edilemez ve ön plana çıkmak için her zaman hazır bekler. Yine Freud der ki: “İnsanoğlu zaman zaman günah keçilerine ihtiyaç duyar ki, biriken saldırganlık ifade bulabilsin”.

Örneğin; Musevilerin böyle bir günah keçisi işlevini üstlendiklerini ve insanlık için bu görevi uzun yüzyıllar boyunca sürdürdüklerini söyler. Böylece içinde buhar olan kutu gibi bir şeyden bahsediyoruz. Bunun bir vanası var. Oradan zaman zaman buhar salınması gerekiyor. Savaşlar, soykırımlar gibi olaylar da insanlık için bu işlevi görüyor. Baskının azaltılmasına yarıyor.

Freud hayatının sonlarına doğru yeni bir fikir geliştiriyor ve ölüm içgüdüsünden bahsediyor. Yani başkalarına karşı olan agresyonu alıp, insanın kendisine karşı olan saldırganlığıyla ilgili bir kuram geliştiriyor. “Uygarlık Hoşnutsuzlukları” da yanılmıyorsam 1902’de yazılmıştı. Freud’un hayatının sonlarına doğru bir zamandı ve orada ölüm içgüdüsünden bahsetmeye başlamıştı. Freud diyor ki: “Hayatın başlangıcından, onun biyolojik paralellerinden ve bunlarla ilgili spekülasyonlardan yola çıkarak şu sonuca vardım: canlı maddeyi korumaya yönelik ve bu canlı maddeleri gittikçe daha büyük birimler halinde birleştirmeye yönelik içgüdünün yanı sıra; bunun tersine çalışan, bu birlikteliği bozmaya çalışan, ilkel inorganik durumuna geri döndürmeye çalışan bir içgüdü daha olması gerektiğine karar verdim. Bu da şu demek oluyor: Eros gibi, ölüme dair de bir içgüdü vardır.

Ölüm içgüdüsünün; organizmanın içinde, organizmanın parçalara ayrılmasına ve çözülmesine yönelik bir çalışma içerisinde, sessizce varolduğu söylenebilir. Ama bu tabi ki kanıtlanamaz. Daha verimli bir düşünce; bu içgüdünün bir kısmının dışarıya doğru yöneltildiği ve saldırganlık ve yıkıcılıkla ilgili bir içgüdü olarak tezahürlerinin görüldüğüyle ilgilidir. Yani kendini parçalamaya yönelik olan içgüdünün bir kısmı dışarı yansıtılıyor ve saldırganlık olarak karşımıza çıkıyor.

Gördüğünüz gibi, Freud tekrar tekrar saldırganlığın biyolojik olduğunu ve doğuştan geldiğini söylüyor. Bunu da analiz etmeye bile kalkışmıyor. Yani Freud’da her zaman en temelde olan şey bu.

Freud ve Einstein’ın mektuplaşmasını okumanızı istememin sebebi de aynı şeyin bir başka şekilde ifadesi olması.

Klein uzmanı değilim. Bazılarınızın Kleİn hakkında benden fazla bilgili olduğunuzu biliyorum. İtirazlarınız olabilir, beni uyarın. Klein burada ölüm içgüdüsünden bahsederken, şöyle diyor: “Aşk ve nefret arasında doğuştan gelen bir çatışmadan bahsederken; hem aşkla hem de yıkıcı içgüdülerle ilgili kapasitenin, en azından bir ölçüde doğuştan gelen bir şey olduğunu ima ediyorum. Burada tabi kişiden kişiye bunun şiddetinde farklılıklar olabilir ve dış şartlarla karşılaşılması da bunun şiddetini belirleyebilir”.

Klein haseti tanımlıyor ve şöyle diyor: “Haset öfke dolu bir histir. Başka birisinin arzulanır birşeye sahip olmasından doğar. Bu, arzulanan nesneyi diğer kişiden alıp yoketmeye yönelik bir içgüdüdür”.

Ondan sonra da haset dolu ilk nesne olarak memeden bahseder. Burada memeden hem meme olarak bahseder; hem de anneyi, vermeyi, beslemeyi sembolize eden bir şey olarak bahseder. Ve birincil hasetten bahseder. Birincil haset çocuğun iyi olan herşeyi içinde barındıran ve kendine saklayan memeye karşı duyduğu histir. Çocuk bu iyiliği, vericiliği kendisi içinde taşıyor olmak ister; ama bu mümkün değildir. Bunun bir yolu olmadığı için de memeyi yoketmek ister.

Klein’a göre doğuştan gelen bir saldırganlık var ve daha sonra hasetten doğan saldırganlık da bunun üzerine ekleniyor. Yani doğuştan gelen, ölüm içgüdüsünden kaynaklanan bir kendine yönelik saldırganlık var. Bunun üzerine de hasetten doğan saldırganlık biniyor.

Klein diyor ki: bebeğin en ilksel kaygısı ölüm içgüdüsüne bağlı yokedilme kaygısıdır. Yani herşey, bebeği daha doğuştan yiyip bitiren içgüdüsünün varlığına dayalı. “Bence ölüm içgüdüsü tarafından yokedilme duygusu- ki burada benim düşüncem Freud’dan ayrılıyor- en temeldeki kaygıdır. Yaşam içgüdüsüne hizmet eden ego – ki muhtemelen bu yaşam içgüdüsü tarafından yaratılmıştır- bu tehditin bir kısmını dışarıya doğru yansıtır”. Yani Klein’a göre içeride bir kötülük var ve egonun kendini bu kötülükten koruması gerekiyor. Bunu da ego kendisini iyi ve kötü olarak ikiye yararak yapıyor.

Yani bir yıkıcı dürtü var. Bu yarılma yoluyla ikiye ayrılıyor: İyi olan içeride tutuluyor. Kötü olan dışarı yansıtılıyor. Yani bütün bu saldırganlık ve yıkıcılık bebeğin içinden doğar. Bunun yarattığı kaygıdan kurtulmak için yarılma sonucunda, kötü dışarı yansıtılır. Böylece bebek bütün iyilik bendedir; bütün kötülük de dışarıdan gelir diye düşünür. Bu kötülüğün ve saldırganlığın üzerine, bir de hasetten doğan saldırganlık eklenir. Bu durumda bebekle anne arasında çok karmaşık bir dansla karşılaşıyoruz. Bebekten anneye doğru bilinçdışı bir yansıtma var. Anneye yıkıcı dürtü yansıtılıyor. Çocuk kendi saldırganlığını anneye yansıttığı için; bu sefer de anneyi kendisine zarar vermek isteyen bir nesne olarak deneyimler.

Bu ilk başta gördüğümüz birinci ve ikinci adımlar, yani çocuğun saldırganlığını anneye yansıtması ve ondan sonra çocuğun saldırganlığı anneden geliyor olarak deneyimlemesi paranoid durumu yansıtır. Bu paranoid durumla başetmek için çocuk yeni bir savunmayı devreye sokar. Bu da idealizasyondur. Böylece anneyi idealize ederek; onu saldırganlığın kaynağı değil de, iyi şeylerin kaynağı olarak görmeye başlar. Ama bu idealize olan anne de çocuk da haset uyandırır. Ve çocuğun duyduğu haset iyi şeyleri barındıran nesne olarak anneyi yoketme ihtiyacını da içerir. Ama bu da dışarı yansıtılarak, yine anneden gelen saldırganlık olarak deneyimlenir. Yani görüyoruz ki; anne ne yaparsa yapsın bir şekilde çocuğun dışarı yansıttığı saldırganlık anneden gelen perseküsyon olarak çocuğa geri döner. Bu dansın son adımında çocuk yeni bir defansı devreye sokar. Bu tümgüçlülük savunmasıdır. Burada da çocuk ben anneden daha güçlüyüm. Yani beni öldürmek isteyen memeden daha güçlüyüm ve onunla başedebilirim şeklinde bir savunmayı devreye sokar. Benim Klein’dan anladığım budur. Bu çok karmaşık beş adımlı bir danstır.

Bion, çocuğun anneye yansıttığı duygulanımlar üzerinde durur ve annenin bu yansıtılan duygulanımlar için kap haline geldiğinden bahseder. Bion’a göre anne, bu duygulanımları kendi içinde tutar. Onları metobolize eder. Zehirlerinden arındırıp çocuğa geri verir.

Hem Klein’da, hem de Freud’da saldırganlık doğuştan gelen ve birincil bir dürtüdür. İkisinin de saldırganlık ve kaygı hakkında birbirinden farklı düşünceleri var. Klen için kaygı, kesinlikle ölüm içgüdüsünden kaynaklanan bir şeydir. İkisinin de kaygı hakkındaki düşünceleri üzerinde duracağız. Ama şimdi Kohut’dan bahsedeceğiz.

Şimdi şu sorunun cevabına geliyoruz: kendilik psikolojisi saldırganlığı nasıl kavramlaştırır ve terapide bununla nasıl baş eder. Bununla ilgili size iki tane makale verdim. Bir tanesi “İçebakış, Empati ve Psikanaliz” makalesi, bir tanesi de “Narsisizim ve Narsisistik Öfke Üzerine Düşünceler” makalesi.

Kısaca “İçebakış, Empati ve Psikanaliz” makalesinden bahsedelim. Burada Kohut’un vurguladığı iki nokta var. Kohut bir çok kereler en önemli makalesinin bu olduğunu vurgulamıştır. Bence bunu söylemesinin sebebi, bu makaleyle kendisini biyolojiden ayırıp, psikolojinin içinde kalabilmesidir. Bu makaleden daha önce bahsettik ve biliyoruz ki, Kohut’a göre psikanalitik araçlar içebakış ve empatidir. Bunlar, psikoloji alanının kendine ait verilerini toplamak için kullanılan araçlardır. Konuşurken psikoloji ve psikanaliz kavramlarını birbirlerinin yerine kullanacağım.

Kohut’a göre psikanaliz, insanoğlunun karmaşık duygusal durumlarının analizidir. Bunu tekrar edeyim; basit ama çok önemli bir ifade. Burada vurgu duygulanımsal deneyim üzerinde. Duygusal durumlar diyor. Duygusal durumlar hakkında bilgi sahibi olmamızın tek yolu da içebakış. Kohut’un bu içebakışın genişletilmiş ve başkasına yöneltilmiş hali olarak adlandırdığı ise dolaylı içe bakış. Kaygılı bir insan alıp onun tansiyonunu, nabzını, derisinin ısısını ölçebilirsiniz ve bunu bir kaygı tanımı olarak alabilirsiniz. Ama bu biyolojidir. Psikoloji değildir. Bu bize belirli bir duygu durumu hakkında biyofizyolojik veri sağlar.

Bizim sağlamak istediğimiz veriye yani bir insanın duygu durumunu, duygulanımsal olarak algılamaya götüren tek veri toplama yolu empatidir. Veri toplama aracı olarak empatiyi tanımlayınca Kohut, doğrudan diğer bilimleri psikolojiden ayırmış oluyor.

Açıktır ki, Freud kuramının içeriğini biyolojiye, dürtülere dayandırmıştır. Ama bu psikoloji değildir; biyolojidir. Dürtü, içgüdü biyolojik bir kavramdır. Dürtüyle yönlendirilme deneyimi psikolojiktir. Yani kendini bir şeyi yapmak zorunda hissetmek bir kavram değildir; bir deneyimdir. Bunun için de psikolojiktir.

1959’da Kohut bu makaleyle kendisi için bir problem yarattı. Burada dürtü biyolojidir; psikoloji değildir diyor. Bunu dedikten sonra yapması gereken bir şey var: Freud’un cinsellik ve saldırganlık kavramlarıyla nasıl uğraşacak. Yani 1959’da kendisi henüz kendilik psikoloğu değilken, ego psikoloğu iken böyle birşey söylüyor. Bunu hem kendine, hem dünyaya söylüyor. En önemlisi de kendisine söylüyor olması, çünkü bunun yarattığı çatışmayla başetmek zorunda. Sanki beyninde kaşınan bir yer var, ama orayı kaşıyamıyormuş gibi.

Tam 18 yıl sonra 1977’de “Kendiliğin Onarımı”nı yazana kadar da dürtü teorisinden tam olarak kopmadı. Kendilik psikolojisinin saldırganlıkla nasıl uğraştığı sorusunun cevaplarında birisi böylece biyolojiyi dışarıda bırakması, ama daha derin bir cevap da var. Bu da Kohut’un “Narsisizim ve Narsisistik Öfke Üzerine Düşünceler” makalesinde yer alıyor. Bu makale 1972’de “Kendiliğin Analizi”nden bir yıl sonra yayınlandı. Bu makaleyi sizin sorduğunuz ve insanların size sorduğu soruya cevap olarak yazdı. Soru şuydu: kendilik psikolojisi saldırganlık meselesiyle nasıl uğraşır? Çünkü Kohut “Kendiliğin Analizi”nde bunu yeterince aydınlatmamıştı. Onun için bu makale, bir anlamda “Kendiliğin Analizi”ne bir dipnot gibi.

Yine Kohut’dan olduğu gibi bir alıntı yapacağım. Benim Kohut’un bunları söylerken sesini duyma şansım oldu. Sizin şansınız olmadı. Onun için onun ağzından okumak istiyorum. Sayfa 635, sayfanın en başı. Agresyonla ne yapacağız sorusuna ilk cevabı burada.

“Genelde “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları”ndaki prensibi basit bir şekilde uygulayarak Hitler’in uygar bir milletin üzerindeki ince uygarlık katmanını atma yönündeki hazır olma durumunu kötüye kullandığını söyleyebilseydik güzel olurdu. Ama gerçek bu değil. Şunu da kabul etmeliyiz ki; böyle olaylar hayvani olaylar değildir. Kelimenin birinci anlamıyla, tam olarak insani olaylardır. İnsanlık durumunun içsel bir parçasıdırlar. İnsanlık durumunu oluşturan karmaşık ağın içindeki örüntülerden biridirler”. Ondan sonra insanlık durumundan ne anladığını açıklıyor: “İnanıyorum ki dikkatimizi insan saldırganlığını arkaik narsizim örüntüsünden çıktığı hali üzerine odaklarsak anlamlı sonuçlara ulaşacağız. Yani bakmamız gereken yer narsisistik öfke fenomeni”. Burada da söylediği saldırganlık içgüdüsü değil; narsisizmden doğan saldırganlık. Daha sonra iki tepki üzerinde duruyor. Biri felaket tepkisi; diğeri ise çocuğun yaralanmaya verdiği tepki.

Felaket tepkisi, kişinin beyninin bir işlevini kaybettiği zaman verdiği tepki. Bu bir insanın felç ya da kaza sonucu, beynininin bazı işlevlerini kaybetmesiyle; mesela, konuşmak istediği zaman doğru kelimeleri bulamaması durumunda verdiği bir tepkidir. Bu da her zaman büyük bir öfkedir. Burada büyük bir öfke duyulur; çünkü kendiliğin kaybı sözkonusudur. Beyin, kendiliğin içinde bulunduğu yerdir. Ama bundan da fazlası başta söylediğim gibi bilinçdışında zaman yoktur ve çocukluğa ait unsurlar varlığını sürdürür. Bu unsurlardan biri de çocukluğa dair o büyüklenmedir. Herşeyi bilme, herşeyi yapabilme, tümgüçlülük hissidir. Bunun azalmasına sebep olacak birşey yaşandığı zaman, bu kayba dair büyük bir öfke duyulur.

Hepimiz, mesela söylemek istediğimiz kelimeyi unuttuğumuz zaman böyle bir felaket tepkisi yaşarız. Size garanti ediyorum yaşlandıkça daha sık oluyor. Ama bu yinede müthiş bir hakaret. Bunun bir kısmı utanç. Ama şu da var: güçlerim artık bilinçdışı düzeyde olduklarına inandığım büyüklükte değil. Burada gerçekte olduğum şeyle en derinden olduğumu hissettiğim şey arasında bir kopuş var. En derinden hissedilen şey de tümgüçlülük. Benim sizin gitmenizi istediğim yer, Kohut’un da bizim gitmemizi istediği yer: bilinçdışı ve hikayenin de anlatıldığı yer burası.

Yeni yürümeye başlamış bir çocuğu düşünün. İlk adımlarını attığında büyük bir gurur duyar, ama düştüğü zaman da ortaya çok büyük bir öfke çıkar. Çocuk düşmesine gülmez,çok öfkelidir.

İki yaşında bir kızı olan bir hastam var. Bu kız kendisinden büyük ağabeyi ve ablasıyla buz pateni yapmaya gitmek istiyordu. Anne başta tereddüt etti, bunu yapabilecek misin diye. Ama çocuk çok ısrar edince onu da götürdü. Anne çocuğa gururla patenleri giydirdi. Çocuk da buzun üzerine çıkacak olmaktan dolayı çok büyük bir gurur duyuyordu. Ve olanlar oldu. Bir saniye bile ayakta duramadı. Gururu incindi ve ağlamaya başladı. Fiziksel olarak yaralanmadı. Ama bundan çok çok daha derin bir yaralanma yaşadı. O tümgüçlülük o anlığına tamamen çökmüştü. İlk tepkisi, “çıkarın bu patenleri” oldu.

Üzerinde düşünmemiz gereken büyüklenmemizin bu bilindışı düzeydeki parçasıdır. Şimdi Kohut’un narsisisitik yaralanma ve narsisistik öfkeyle ilgili söylediği bazı pasajlardan alıntı yapacağız.

Narsisistik öfke, insanın saldırgan tepkiler verebilirliğinin açık bir göstergesi olduğu için, bazı analistler bunu daha fazla açıklamaya ihtiyaç olmadığını düşünürler. Yani saldırganlığın doğuştan geldiğine inanırlar. Saldırganlık ortaya çıktıktan sonra artık en dibe varılmıştır. Bundan fazla çalışılacak bir şey yoktur. Bunun sonucunda da analistler bunun bilinçdışı boyutlarının gelişimsel kökenlerini incelemeden çalışmayı bırakırlar.

Narsisistik öfkeyi belirleyen şey sürekli devam etmesidir. Sürer sürer ve birtürlü yatıştırılamaz. Ta ki o güzel ağaçlarda düşmanları asılı görene kadar. Derler ki, “intikam en iyi soğuk servis edilecek bir yemektir”.

Ben Chicago’dayım ve orada çok değişik türden hastalarla karşılaşıyoruz. Bir keresinde hastalarımdan biri bir mafya prensesiydi. Bana amcalarının nasıl çalıştıklarını anlattı. Asla affetmiyorlar ve zamanı da kullanıyorlardı. Beş sene, altı sene bekliyorlardı. O yaralanmadan sonra, buna sebep olan kişinin ya beyzbol sopasıyla bacaklarını kırıyorlardı, ya da arabasını havaya uçuruyorlardı. Bunları yaralanmanın büyüklüğüne göre yapıyorlardı. Ama asla affetmiyorlardı.

Olgunlukla deneyimlenen sebepler karşısında duyulan saldırganlık bir çok yerde karşımıza çıkar; ama her ne kadar şiddetle harekete geçirilmiş olurlarsa olsunlar onların hedefi bellidir. Öte yandan narsisistik olarak yaralanmış olan kişi, kendisine karşı çıkmaya, anlaşmazlık içine girmeye ya da onun pırıltısını söndürmeye cesaret etmiş olarak deneyimlediği birini ortadan kaldırmadan huzur bulamaz. Büyüklenmeci ve eksibisyonisyonist kendilik, “ayna ayna söyle bana en güzel kim bu dünyada?” diye sorar. Kendisinden daha güzel, daha zeki ya da daha güçlü birini duyduğunda, kötü üvey anne gibi kendi tekliğinin ve mükemmeliğinin karşısındaki kanıtı ortadan kaldırana kadar huzur bulamaz.

Bundan sonra Kohut böyle bir narsisistik öfkenin nasıl ele alınacağı ile ilgili bir şey söylüyor. 645. sayfanın ikinci paragrafının sonu.

Empatik gözlemci, görünüşteki ufacık, rahatsız edici şeyin derindeki önemini anlar. Bunun nasıl narsisistik bir öfkeyle, bir saldırıya neden olduğunu kavrar. Bu onu şaşırtmaz. Tepkinin görünen uyarana karşı aşırı büyük görünmesi onu şaşırtmaz.

Yani hakaret ve tepki arasında bir orantısızlık vardır. Küçük kızın düşmesi ve düşmesinin kendisi için ifade ettiği anlam arasında bir orantısızlık vardır. Yani yaralı biriyle karşılaştığımız zaman yapmamız gereken onu yargılamamak. İşte bu o kadar da kötü birşey değil demek değil. Kendimizi onun yerine koyup, bunun nasıl olupta bu kadar acıttığını anlamaya çalışmak.

Ego psikolojisi persfektifindeki bakışaçısı, saldırganlık üzerine ego hakimiyeti üzerinde duruyor. Ancak Kohut diyor ki: “Bunun tersine, benim narsisizmin ortadan kaldırılmasının gerekmediğini, narsisizmin dönüştürülebileceğini vurgulamam; narsisizme karşı ikiyüzlü olmayan tutumumla yani onu kendi başına psikolojik bir güç olarak görmemle paraleldir. Bu gücün kendi gelişim çizgisi vardır ve terkedilmesi ne gerekir ne de mümkündür”.

Kohut’a göre saldırganlık doğuştan gelen bir şey değildir. Öfke, saldırganlık hepsi narsistik yaralanma sonucunda ikincil olarak ortaya çıkarlar.

Kendilik psikologları olarak bizler sürekli saldırganlıkla uğraşırız. Çünkü sürekli insanların yaralanmalarıyla uğraşıyoruz. Ya idealize edilen nesneye olan bağlanmaya bir hakaret vardır; bu bağın kopmasından doğan bir öfke vardır ya da çocuksu büyüklenme kesintiye uğratıldığında ya da hayal kırıklığına uğratıldığı zaman daha da büyük bir öfke vardır. Yani bizim için saldırganlık, kendi başına bir varlık değil; yaralanmanın bir belirtisidir. Biz de yaralanmayla uğraşırız. Hiçbir öfkeli insan görmedim ki; o, yaralı bir insan olmasın. Bizim bahsetmeye çalıştığımız şey bu.

Söylediklerimi özetleyeyim: Saldırganlıkla ilgili üç kuramımız var. Freud var. Klein var. Kohut var.

Freud’a göre saldırganlık, biyolojik ve bir içgüdü. Doğuştan gelen verili bir şey. En derindeki, yani onun ötesi yok. Onun için de tedavi bilinçdışı olanı bilinçli hale getirmek. Egoyu içgüdülerle tanıştırmak ve böylece de egonun onları yönetebilmesini sağlamak. Yani amaç ego hakimiyeti.

Klein da saldırganlığın bilinçdışı bir içgüdüden kaynaklandığını savunuyor. Freud gibi, o da bunun en derinde yatan şey olduğunu savunuyor. Nihayet terapi yöntemi Freud’la farklı. Duygulanımlar iyi ve kötü olarak bir yarılmaya uğradığı için; orada tedavinin amacı, egoyu tekrar bütünlüğe kavuşturmak, yani iyiyle kötüyü birleştirmek.

Kohut ise tamamen farklı bir şey söylüyor. Kohut’a göre saldırganlık, narsisistik yaralanmadan sonra gelen ikincil bir şey. En temelde yatan şey değil. Yani saldırganlığa ulaştığımız zaman işimiz bitmiş değil, işimiz yeni başlıyor.

Bundan sonraki mesele saldırganlıkla uğraşmak. İnsanlar saldırganlıkla ve öfkeyle çalışmadığımızı söylüyorlar; ama çalışıyoruz. Bunu kucaklıyoruz, çünkü zaten bu yaralanmanın ifadesi. Çalıştığımız insanlar, çok sınırlanmış bir şekilde büyümüş insanlar olabilirler ve bir şekilde bu yaralanmayı hiçbir zaman dile getirememiş olabilirler. Onların, orada yatan öfkeyi harekete geçirmesine yardımcı olmaya çalışırız. Ama amacın kendisi bu değildir. Bu herşeyin başlangıcıdır. Ondan sonra hakaretin ne olduğunu araştırırız.

Bir kadın hastam vardı. Çok kontrollü, her zaman uygun davranan bir kadındı. Tedavi süreci boyunca birazcık rahatlamaya başladı. Başlarda öfkesi çok soğuk ve içe dönük bir öfkeydi. Tek kelime etmiyordu, ama aslında içinden bağırıyordu. Ben, sessizliğin öfkenin ifadesi olduğunu tanımlayınca; bunun ne zaman başladığını, yaralanmanın ne zaman oluştuğunu araştırmaya başladık. Bir gün yeni, çok hoş bir kolye takarak geldiğini ve bunu benim farketmediğimi buldu. Yaralanma bir şey söylememiş olmam değildi. Bir şey söylememiş olmamın altında yatan anlamdı. Bunun onun için anlamı, benim ondaki değişikliği takdir etmiyor oluşumdu. Çünkü artık giymine renkler katmaya başlamıştı. Eskiden tek renkli bir insanken, şimdi artık renkli bir kişi oluyordu ve ben bunu görmemiştim.

Öfkede dursaydık, bir kat daha aşağıya gidip bilinçdışı narsisistik yaralanmayla çalışma şansını kaybetmiş olurduk. Yani tabi ki biz öfkeyle çalışıyoruz. Amaç, nihai varılacak yer öfke değildir. Bu sadece daha altta yatan yaralanmanın belirtisidir.

Vamık Volkan’ın makalesini de verdim size. Bunu bulduğumda tamam dedim, yani tam konumuzla ilgili bir makale. Kıbrıs Savaşı’nı siz benden daha iyi biliyorsunuzdur. Ama bütün diğer savaşlar gibi, Kıbrıs Savaşı da sadece içten gelen saldırganlıkla ilgili değildir. Yaralanmayla ve bunun onarılmasıyla ilgilidir.

Mesela, Arap-İsrail çatışmasını ele alalım. Bence bu narsisistik yaralanmanın çok ilginç bir örneğidir. Bu binlerce yıldır devam eden bir şey, yeni bir şey değil. Musa’nın 5 kitabında bunun hikayesi var. İbrahim’in iki karısı varmış. Sara ve Hega. Hega’nın bir oğlu varmış, İsmail. Bu ilk oğul. Sera yaşlı bir kadın ve çocuğu olamayacağı düşünülüyor. Ancak bir mucize oluyor. Tanrı onun bir çocuğu olmasına izin veriyor ve İshak’ı doğuruyor. İshak sekiz günlükken, sünnet töreni oluyor ve bunun kutlaması yapılıyor. Sera, her zaman kıskandığı Hega ve İsmail’i izliyor ve İsmail’in sünnet törenine gereken saygıyı göstermediğini farkediyor. İsmail’in varlığını kendi ailesinin geleceğine karşı bir tehdit olarak görüyor. Bunun üzerine, İbrahim’e İsmail ve Hega’yı çöle yollamasını söylüyor. İbrahim de bunu yapıyor. Ve Tanrı Hega’ya diyor ki, İsmail kendi başına bir ırkın başlangıcı olacak. İsmail’in soyu daha sonra Arapları oluşturuyor ve İshak’ın soyu da Musevileri.

Yani bundan büyük bir narsistik yaralanma düşünebiliyor musunuz? Bir oğul ve babası onu çöle, ölüme yolluyor. Bence bu savaşın ardında sonsuza kadar devam eden bir yaralanma var. Bir türlü iyileşmiyor. Bence bütün savaşların altında da böyle bir narsisistik yaralanma var.

Şimdi üç kaygı teorisinden bahsederek bitireyim. Yine Freud, Klein ve Kohut var. Her birinin insan davranışının çoğundan sorumlu olan motive edici kaygılarla ilgili görüşleri var. En karmaşık olanı Freud’un ki, çünkü onun ki bir gelişim çizgisi takip ediyor. En erken dönemdeki kaygı, nesne kaybıyla ilgili bir kaygı. Çocuk büyüdükçe ikinci ortaya çıkan kaygı, nesnenin sevgisini kaybetme kaygısı. Çocuk daha da büyüyünce kastrasyon kaygısı var. Son olarak da süperegodan kaynaklanan kaygı var. Geliştikten sonra artık beni ilgilendiren kendi vicdanım.

Klein’a göre güdüleyici kaygı, yokedilme kaygısı. Bunun kaynağı da ölüm içgüdüsü.

Kohut’ta da temelde bir kendiliğin yokedilmesi korkusu vardır. Ama bu fiziksel değil; psikolojik bir yokedilmedir. Bu, kendilik kendisini tepki vermeyen, empatik olamayan bir ortamda bulunca gerçekleşir. Anlatacaklarım bu kadar. Düşündüğüm şey, bazı çocuk edebiyatında narsisistik öfkenin nasıl ortaya çıktığı üzerinde durabileceğimiz.

Hepimiz 6 yaşında olduğumuzu varsayacağız ve Renee bize bir çocuk hikayesi sunacak. Resimler gösterecek.

Renee Siegel- Seçtiğim hikayeler, mutlu sonu olan hikayeler. Ama birşeyler ters gittiğinde, ebeveynlerin tepkilerinden neler olabileceğini hayal edebiliriz. Fazla şekerlenmiş hikayeler, çünkü çocuklar için yazılmışlar. Birincisi, “Vahşi Şeyler Nerede?”dir. Yazarı Moris Sandek.

Bu bilinen bir kitap mı? Harikadır. Okumamanıza şaşırdım. Resimlere sonra bakabilirsiniz, ilginçtir. Bu hikayenin oynandığı, bu karakterlere dayalı ve oyuncuların kostümlerle çıktığı bir müzikal vardır.

Bir gece, Max kurt kıyafeti giydi ve yaramazlıklar yaptı. Yüzü çok öfkeli ve hayal kırıklığına uğramış bir yüz, ağzı aşağıya dönmüş. Yaramazlık üzerine yaramazlık yapıp başını derde sokuyordu. Annesi ona “vahşi şey” dedi. Max da ona “seni yiyeceğim” dedi. Böylece Max bir şey yemeden yatağa yollandı. Burada yüzünü görüyorsunuz. Çok kafası karışmış, ne olup bittiğini anlamaya çalışan, hala üzgün bir yüz.

Aynı gece, Max’in odasında ortaya bir orman çıktı. Yüzü değişiyor. Orman büyüdü büyüdü, sarmaşıklar tavandan sarkana kadar ve bütün duvarları kaplayana kadar büyüdü. Ve Max için özel bir sandalla, bir okyanus peydah oldu. Max gece gündüz yelkenlerini açıp seyahat etti. Çok mutlu. Haftalar, neredeyse bir yıldan fazla bir zaman sonra, vahşi şeylerin olduğu yere vardı. Vahşi şeylerin olduğu yere gelince, ona kükrediler ve korkunç bir şekilde dişlerini gıcırtdattılar. Korkunç gözlerini yuvarlayıp, korkunç pençelerini çıkardılar. Ta ki Max onlara “sakin olun” diyene kadar. Ve yaptığı hokus pokusla onları evcilleştirdi. Hepsinin o sarı gözlerine gözünü kırpmadan baktı. Korktular ve onu hepsinin içinde en vahşi şey olarak adlandırdılar. Ve onu vahşi şeylerin kralı yaptılar. “Ve şimdi” dedi Max, “vahşi yürüyüş başlasın”. Onları vahşilik yaparken görüyorsunuz. Ve Max onlara katılıyor. Birine binmiş gidiyor. Harika vakit geçiriyor ve gittikçe vahşileşiyor. Max “durun” dedi daha sonra ve vahşi şeyleri yemek yemeden yataklarına yolladı. Ve vahşi şeylerin kralı Max yalnız kaldı. Kendisini herşeyden daha çok seven birilerinin yanında olmak istedi. Dünyanın öbür ucundan yiyecek güzel şeylerin kokusunu aldı. Vahşi şeylerin olduğu yerin kralı olmaktan vazgeçti.

Ama vahşi şeyler arkasından seslendi. “Lütfen gitme, seni o kadar çok seviyoruz ki, seni yiyeceğiz”. Max “hayır” dedi. Vahşi şeyler, korkunç kükremelerini kükrediler, korkunç gözlerini devirdiler ve korkunç tırnaklarını çıkardılar. Ama Max özel sandalına bindi ve giderken onlara el salladı. Ve haftalar, günler, aylar boyunca denizde yol aldı. Gece kendi odasına vardı ve akşam yemeği onu orada bekliyordu ve hala sıcaktı.

Bu kitap empatik bir çevrenin iyi bir örneği. Eğer çevre empatik olmasaydı, yemek soğuk olurdu ya da hiç yemek olmazdı. Max’ın çok öfkelenmiş olduğunu düşünebilirsiniz. Büyüklenmesi çığrından çıkmıştı. O kadar güçlü, o kadar vahşiydi. Bir şey bunu kesintiye uğrattı. Neyse ki bu sınır koyabilen empatik bir anneydi. Ama Max yine de yatışmamıştı. Bunun bir rüya olduğunu ya da bir fantezi olduğunu düşünebilirsiniz. Bu da onu korkutuyordu. O kadar korkuyor ki, geri dönüp kendisini önemseyen birisiyle ilişki kurmaya ihtiyaç duyuyor. Geri dönüp bu kişiye dokunamasaydı ve belki odasında biraz yatışmaya gereksinim duyacağı anlaşılmasaydı ne olacağını hayal edebilirsiniz. Bence kitap, çocuğu yatağa aç yollamayı savunuyor değil; bu sadece sınır koymanın bir örneği.

Aynı zamanda çocuk edebiyatında narsisistik yaralanmayı ve bundan doğan öfkeyi anlatan çok güzel bir örnekti. Burada bir yaralanma var. Ondan doğan narsisistik bir öfke var. Ama bir taraftan da bu öfkenin yaşanması da empatik ebeveynlerin sağladığı güvenliğin kucaklaması içinde gerçekleşiyor. Burada öfke kadar, bu güvenli ortamın sağlanması da önemli. Çocuk edebiyatında neredeyse bütün hikayelerde bu narsisistik öfkeyi, yaralanmadan doğan bir şey olarak görüyoruz.

SORU: …………………………………..

CEVAP: Tabi bir taraftan ebeveynle çocuk arasındaki uyumla da ilgili. Her ebeveynin saldırganlığı kavrama, tutabilme kapasitesi aynı olmuyor. Ama en azından bir kısmını kavrayabiliyor olması lazım. Çocuğun yaşı da bir faktör. Bu kitapta çocuk bir kostüm giyiyor. Kediyi, köpeği kovalıyor. Merdivenlerden kayıyor. Bir sürü şey yapıyor. Ve kendini o noktada hiç tutamıyor. Anne acaba onu engellemeseydi, bir sınır koymasaydı ne olurdu, bunu da düşünebiliriz. Belki kendini yaralayacaktı. Belki kediyi, köpeği yaralayacaktı.

Bu hikaye sadizm bağlamında da ele alınabilir. Yani şunu diyebilir birisi mesela, çocuk hayvanlara, ebeveynlerine, eve karşı sadistçe davranıyordu. Ondan sonrada anne tarafından cezalandırıldı. Bunun sonucunda bir fanteziye yöneldi. Vahşi şeylerin kralı oldu ki burası onun sadizminin onaylandığı bir yerdi. Ama bu durumda, tabi yine sıcak bir yemek bulmasını bu hikayeye uydurmak zor oluyor.

Kendilik Psikolojisi ve Saldırganlık – Allen Siegel & Renee Siegel
Çeviri: Nafi Mitrani Çözümleme: Nil Cörüt – Melis Tanık

1 Yorum

  1. Insanoglunun temel ihtiyac yapisinda “sevgi” degil, “saldirganlik” olduguna kesinleikle katilmiyorum, bu tez sömürgeciligin kendi kiyimlarini mesrulastirmak icin bilimadamlarini kullanarak ileri sürdügü bir tezdir!!!

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz