Aşkın ve Nefretin Kökenleri – Lan D. Suttie

CogitoDuyguların bilimsel ifadelerimize sızabileceği telaşı içinde, işi onu gözlem alanımızın tümüyle dışına itme boyutuna vardırmıyor muyuz? Aşk gerçeklerden korkan güçsüz bir zihnin bir kurgusu, bir aldatmacası mı; eğer öyle ise sevme yeteneğinden yoksun olduğu düşünülen zihnimiz aşk ‘idesini’ neden yaratmış olsun? Bilim deney alanını tümüyle kapsar, ama bunu umut ya da korku önyargılarından arınmış olarak yapmaya çalışır. Bu yüzden de, insan öğesinin izin verdiği ölçüde, istek ve amacı, bilimsel ‘alanın’ olmasa da bilimsel ‘çıkarın’ dışında tutmaya çalışır. Bu anlamda ‘saf ve ‘uygulamalı’ bilim arasında da bir ayrım yapar ve ikincisinin kendi ‘pratik’ amaçları ile sınırlı olduğunu kabul ederiz.

Ancak, saf bilim bile yönlendirici bir ‘çıkar’ olmadan işlevini yerine getiremez, ama bilgiyi genelgeçer kılabilmek için ‘çıkar’ı belirli bir arzu ya da amaçtan soyutlayabilme özelliğine sahiptir. İfadelerimizin nihai olamayacağını kabul etmekle birlikte felsefi bilim nesnel olmaları gerektiğini, duyguların sınırlamalarından, his ve alışkanlıkların çarpıtmalarından etkilenmemeleri gerektiğini vurgular. Bilimin bir yaşam felsefesi olsaydı şöyle ifade edilebilirdi: ‘Arzuladığımızı görmek yerine, gördüğümüzü arzulamalıyız.’ Gerçekliğe bir yaklaşım biçimi olan bu tutum bilim ve dinin temel antitezini oluşturabilir ama bilimsel tutum da gerçekliğin bir bölümünün inkârı değil midir; ‘çıkar önyargıları’ ile birlikte olguları da içeren geniş bir bilgi yelpazesini dışladığı söylenemez mi?
Bilimsel zihnin de evrim ve kültürün bir ürünü olduğu, kendini kimi kusurlardan arındırmış olsa da bunu kendi alanını sınırlama pahasına yaptığı inkâr edilemez. Bilimsel yöntemin sınırları içinde bile bu soyutlama işleminin yapıldığı itiraf edilir ve ilkelilğin, maddenin ‘ikincil nitelikleri’ni araştırma alanının dışında tutması bunun kanıtı olarak gösterilir. O halde bazı bilgilerin bilimsel yönteme aykırı olduğu, bazı zihinsel durumların da bilimsel tutum ile bağdaşmadığı kabul edilebilir. Eğer bu ‘dışlanan’ durumlardan biri, örneğin duygusallık psikolojik bir olgu ise, bilimsel çalışmalarda yer almayacaktır….
Bilimin toplumsal bütünlük sorunu karşısındaki iflası yeni hipotezlerin ortaya atılmasına neden olmakta ve maddeci, mekanik bilimin insan ilişkileri konusunda yetersiz, kaldığını göstermektedir. Daha da ileri giderek, bilimin şefkatten arındırılmış zihinsel bir ‘oyun’a kaçış olduğunu, ilk çocukluk yıllarında yitirilen, insanın çevresi ile kurduğu! duygusal ilişkileri yeniden kurmaya çalışan Hıristiyan dininin bir antitezi olduğunu savunabilirim.
Toplumsal davranışlar üzerine araştırmalara başladığımda altruist (şehvetsiz) aşk, kavramını bilimsel bir temele oturtmaya çalışacağım aklıma gelmezdi. Biyolojik ve metodolojik ilkelerle yaklaşarak bu zamana kadar geçerli kılınmış ‘sürü içgüdüsü’ hipotezini reddederek, psikozların aslında toplumsal düzenin düzensizlikleri olduğunu ve toplumsal grup oluşturma kuramlarımızın yanlışlığını fark ettim. Çocukların yetişkinlere oranla ilkel atalarımızdan daha çok farklılaştığını ve bu başlangıca dönüşün, ‘sürü İçgüdüsü’ne yönelişten çok toplumsal alışkanlığa doğal bir uyum olduğunu gördüm. Çocukların yetiştirilmesinin ve ‘toplumsal alışkanlığın’ hem birbirleriyle, hem de zekânın kör içgüdünün yerini almasıyla ilişkili olduğunu düşünmeye başladım.
Mantıksal ve biyolojik nedenlerle Freudcu Metapsikoloji’yi reddetmek zorundaydım; onun seks kuramının, Oedipus Kompleksi’nin, seks kıskançlığının, baba baskısı ve hadım edilme korkusunun kültür ve kişiliğin belirleyicileri olarak kabul gören görüşlerinin sorgulanması gerektiğini anladım. Bastırma duygusunun, korkunun değil aşkın bir işlevi olduğu, oedipus kompleksi gibi benzer duygulan bastıranın da baba değil anne olduğu sonucuna vardım…
Benim için aşkın kaynağı seks arzusu ya da duygusu değil, yiyecek vs. ihtiyacı idi; ve tabii ki aşkın (saygının da olduğu gibi) asıl nesnesinin de baba değil, anne olduğunu düşünüyordum. Ancak, hemen ardından büyüme için gerekli ihtiyaçların çocuk zihninde yalın organik gereklilikler olarak değil de karşılıklı ilişkide alınan bir zevk; yalnızlık ve terkedilmişlik içinde ise bir sıkıntı olabileceği duygusunun yerleşebileceğini gördüm. Freudcu kendini ifade kavramının gerilimi azaltıcı bir süreç ya da duygusal boşalma içeriğinin yanlış olduğunu, ifadenin bir başka kişiye yönelen bir sunu ya da bir uyarı olduğunu, bir karşılık beklediğini ve aşkın zaten temelde uyumlu bir karşılıklılık durumu olduğunu düşündüm… Şefkatin kültürümüzde ve bilimimizde seksten daha fazla yasaklandığını ve psikoanalitik araştırmaların ve tutumların da bu önyargı tarafından sınırlandığını gördüm…
Çocuğun kendini koruyabilmek için içsel bir birliktelik ihtiyacı olduğu varsayımından yola çıkarak bunun aile ya da arkadaş sevgisine dönüştüğünü ve bu duyguyu jenital hazdan arınmış bir şekilde Freudcu Libido’nun yerine koyduğumu, kuramımın ana yapısı olarak ilan ettim.

Çeviren: Zeynep Gürata
Cogito, Bahar: Aşka Dair (2007)
Lan D. Suttie, The Origins of Love and Hate, Pelican Books, 1960, s. 15.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz