Aşağılık Duygusu, Mazoşist , Sadist Eğilimler ve Faşizmin Bir Erk Argümanı Olarak Yetkecilik*

Erich FrommHobbes’dan, egemenlik kurma arzusunu, en elverişli olanın yaşamını sürdürmesi yolunda verilen biyolojik olarak koşullandırılmış savaşımın mantıksal sonucu diye açıklayan Hitler’e dek birçok kişi, güç ya da erk sahibi olma hırsını, insan doğasının, görünenin dışında bir açıklama gerektirmeyen bir parçası olarak değerlendirdi. Ancak mazoşist istekler, kişinin kendisine yöneltilmiş eğilimler, bir bilmece olarak kaldı, insanların kendilerini incitmek ve zayıflatıp küçük görmek istemekle kalmadığı, üstüne üstlük bunları yapmaktan hoşlandığı olgusu nasıl anlaşılabilirdi? Hepimizin köşe bucak kaçtığı, önlemek için çaba gösterdiği acı çekme ve üzüntü duyma olgularını bazı insanların çekici bulduğu ve bunları gerçekleştirmeye istekli olduğu nasıl açıklanabilir?

Ele alacağım ilk özgürlükten kaçış mekanizması, bireysel benin yoksun olduğu gücü elde etmek ya da, başka bir deyişle, yitirilmiş bulunan temel bağların yerine geçecek yeni “ikincil bağlar” aramak için, kişinin kendi bireysel beninin bağımsızlığından vazgeçmesi ve kendi benini, kendi dışında bir şey ya da bir kimse ile kaynaştırması eğilimi olacaktır.
Bu mekanizmanın daha belirgin biçimleri, boyun eğme ve egemenlik kurma isteğinde, ya da daha doğrusu, normal ve nevrotik kişilerde değişik ölçülerde var olan mazoşist ve sadist isteklerde görülmektedir. Önce bu eğilimleri betimleyecek, sonra da bunların dayanılmaz bir yalnızlıktan kaçış olduğunu göstermeye çalışacağız.

Mazoşist eğilimlerin ortaya çıktığı en yaygın biçimler, aşağılık duygusu, güçsüzlük ve bireysel önemsizlik duygularıdır. Bu duygulara kapılmış kişilerin çözümlenmesi, bu kişilerin bilinçli olarak bu duygulardan yakındıklarını ve bunlardan kurtulmak istediklerini, bilinçsiz olaraksa, içlerinde bulunan bir gücün onları yetersiz ya da önemsiz hissetmeye ittiğini göstermektedir. Duygulan, çoğu kez bir neden uydurma, bir ussallaştırma yardımıyla yalnızca gerçek zayıflıkların ve eksikliklerin anlatımı olarak kabul edilse de, aslında bunların gerçekleştirilmesi değildir; bu kişiler kendilerini küçültme, zayıflatma ve olaylara egemen olmama eğilimindedirler. Bu insanlar oldukça düzenli olarak, kendileri dışındaki güçlere, diğer kişi ya da kurumlara, ya da doğaya büyük ölçüde bağımlı olduklarını belli ederler. Kendi istedikleri şeyi yapmaya değil de, bu dış güçlerin olgusal ya da sözde buyruklarına boyun eğecek konumda olmaya hazırdırlar. Çoğu kez, “Ben isterim”, ya da “Ben varım,” duygusunu yaşama yetisinden yok.
Karen Homey, bir başka açıdan benim “kaçış mekanizmaları” kavramıyla benzerlikler gösteren, “nevrotik eğilimler” diye andığı bir kavram ortaya atmıştır. (New Ways in Psychoanalysis — Ruhçözümlemede Yeni Yöntemler.) İki kavram arasındaki temel farklar şunlardır: Normal eğilimler, bireysel nevrozda itici güçleri, kaçış me-kanizmalarıysa normal insandaki itici güçleri oluşturmaktadır. Ayrıca Homey, daha çok kaygıyı öne çıkarırken, ben bireyin soyutlanmasını daha önemli bulmaktayım.
Bunlar için yaşam bütünüyle ezici ölçüde güçlü, denet-leyemeyecekleri, ya da egemen olamayacakları bir şeydir.
Daha aşın durumlarda —ki bunlar çoktur— bu eğilimlerden başka kendini küçük görme ve dış güçlere boyun eğme, kendini incitme ve acı çekme eğilimi de görülür.
Bu eğilim çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir.. En amansız düşmanlarının bile onlara yöneltemeyeceği eleştiri ve suçlamaları kendilerine yakıştıranlar vardır. Zorlanımlı nevrotikler gibi bazıları da zorlamalı kuttören ve düşüncelerle kendilerine işkence etme eğilimindedirler. Bazı nevrotik kişilik tiplerinde, bedensel olarak hastalanma ve bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tanrıların armağanıymışçasına hastalığı bekleme eğilimi görürüz. Bunlar çoğu kez, bilinçdışı bir eğilimin olmaması halinde başlarına gelmeyecek kazalara uğrarlar. Kendilerine karşı yöneltilmiş bu eğilimler çoğu kez daha da üstü kapalı ya da dramatik biçimlerde ortaya çıkarlar. Örneğin, bir sınavdaki soruların yanıtlarını çok iyi bilmelerine karşın, sınav sırasında hatta sınavdan sonra bile sorulan yanıtlayamayan kişiler vardır. Bazılanysa, sevdikleri ya da bağımlı olduklan kişilere karşı dostça duygular besledikleri halde istemeden kinci sözler söylerler. Bu tür insanlar, kendilerine en çok zarar verecek şekilde davranmalannı öğütleyen birinin önerilerini izliyor gibidirler.
Mazoşist eğilimler, çoğu kez düpedüz hastalıklı ya da usdışı duygular olarak hissedilir. Bunlar çoğu kez ussallaştınlır, duygulara neden uydurulur. Mazoşist bağımlılık, sevgi ya da bağlılık şeklinde, aşağılık duygusu olgusal eksiklik ya da yetersizliklerin uygun anlatımı olarak algılanır; acı çekmeninse değişmesi olanaksız koşullardan kaynaklandığı nedeni uydurulur.
Bu tür kişiliklerde, mazoşist eğilimlerden başka, bunun tam tersi yani sadist eğilimler de görülür. Bunlann ağırlığı değişir, az ya da çok bilinçlidirler ama mutlaka varlık gösterirler. Birbirine az çok gömülmüş üç çeşit sadist eğilim vardır. Bunlardan biri, onlan yalnız ve yalnız birer araç, “yoğrulmak hamur” durumuna getirmek üzere, diğerlerini kendine bağımlı kılmak ve onlar üzerinde kesin, sınırsız bir yetke uygulamaktır. Diğer bir sadist eğilimde, başkalannı yalnızca katı bir yetkeyle yönetmek güdüsü değil, onlan sömürmek, kullanmak, onlardan çalmak, derilerini yüzmek, kısacası, yenecek yutulacak neleri varsa almak itkisi vardır. Bu istek kişinin verebileceği duygusal ya da zihinsel özellikler gibi maddi olmayan şeyler yanında maddi şeyleri de hedef alabilir. Üçüncü bir sadist eğilim de, başkalanna acı çektirmek ya da acı çektiklerini görmek isteğidir. Bu acı bedensel de olabilir ama daha çok zihinsel acı çektirmekten hoşlanılır. Burada amaç, başkalanna etkin bir şekilde acı vermek, aşağılamak, utandırmak ya da onlan utanç verici ve aşağılayıcı durumlarda görmektir.
Bilinen nedenlerden ötürü sadist eğilimler, genellikle daha az bilinçlidir ve toplumsal olarak daha az zararlı mazoşist eğilimlere göre daha fazla ussallaştınlırlar. Çoğu kez aşın iyilik ya da başkalarıyla aşın ilgilenme şeklindeki tepki oluşumlarıyla örtülürler. Çok sık rastlanan neden uydurma ya da ussallaştırmalar şunlardır: “Seni yönetiyorum çünkü senin için en iyi olanı biliyorum, hiç karşı durmadan beni izlemek senin yaranna olacaktır.” Ya da, “Ben öylesine harikulade ve eşsizim ki, diğer insanlann bana bağımlı olmasını istemeye hakkım var.” Sömürme eğilimlerini örten diğer bir ussallaştırma da şudur: “Senin için çok şey yaptım, şimdi senden istediğim şeyi almaya hak kazandım.” Sadist itkilerin daha da saldırgan türleri, çoğu kez şu iki şekilde ussallaştınlır: “Başkalan bana zarar verdi, benim onlara zarar verme isteğim, onlara karşılık vermekten başka bir şey değildir,” ya da “Kendimi ve dostlanmı gelecek zararlara karşı korumak için, önce ben saldınyorum.”
Sadist kişiyle sadizminin nesnesi arasındaki ilişkide, çoğu kez göz ardı edilen ve bu yüzden burada özellikle vurgulanması gereken bir etmen vardır: sadist kişinin, sadizminin nesnesine bağımlılığı.
Mazoşist kişinin bağımlılığı açıktır, sadist kişiden bekledikleri-mizse, bunun tam tersidir: öylesine güçlü ve egemen görünür, ve sadizminin nesnesi öylesine zayıf ve itaatkârdır ki, güçlü olanın, yönettiği kişiye bağımlı olduğunu anlamak güçtür. Bununla birlikte, derinlemesine çözümlemeler, bunun doğru olduğunu göstermektedir. Sadist, yönettiği kişiye gereksinim duyar, ona ölesiye gereksinim duyar çünkü kendi güçlülük duygusu bir başka kişinin efendisi olduğu olgusundan kaynaklanmaktadır. Bu bağımlılık tümüyle bilinçsiz olabilir. Nitekim, örneğin bir erkek, kansına çok sadistçe davranır ve ona tekrar tekrar dilediği zaman çekip gidebileceğini, gitmesinin onu çok sevindireceğini söyler. Çoğu durumda kadın gitme girişiminde bulunmaya cesaret edemeyecek kadar ezilmiştir, dolayısıyla her ikisi de erkeğin söylediklerinin doğru olduğuna inanmayı sürdürürler. Ama kadın, adamı terk edeceğini açıklama cesaretini bulabilirse, ikisinin de beklemediği bir şey olabilir: erkek yıkılır, çaresizlik içinde kıvranmaya ve kendisini bırakmaması için kadına yakarmaya başlar; kadına onsuz yaşayamayacağını, onu ne kadar sevdiğini falan söyler. Genellikle, kadın zaten kendini ortaya koymaktan, fikrini savunmaktan korkan bir kişi olduğundan, ona inanmaya hazırdır, fikrini değiştirir ve kalır. Bu noktada oyun yeniden başlar. Adam eski davranışını tekrarlar, kadın onunla kalmanın giderek daha güçleştiğini görür, gene patlar, adam gene yıkılır, kadın kalır, ve bu böyle devam eder durur.
Bu döngünün durmadan tekrarlandığı binlerce ve binlerce evlilik ve diğer kişisel ilişki yaşamını sürdürmektedir. Adam, kadını çok sevdiğini, onsuz yaşayamayacak kadar sevdiğini söylerken yalan mı söylüyordu? Sevmek açısından ele alındığında, sevgi sözcüğüyle neyin anlatılmak istendiğine bağlıdır bu. Onsuz yaşayamayacağı konusuna gelince, —sözcük anlamıyla almazsak elbet— adamın söylediği kesinlikle doğrudur. Adam onsuz —ya da en azından, ellerinde çaresiz bir araç olduğunu hissedemediği biri olmaksızın— yaşayamaz. Böyle durumlarda sevme duygusu yalnızca ilişki çözülmek tehlikesi gösterdiğinde ortaya çıkar; öte yanda, sadist kişinin üzerinde egemenlik kurduğu kişileri açıkça, “sevdiği” durumlar da vardır. Bu ister karısı ya da çocuğu olsun, ister yardımcısı, bir garson ya da sokaktaki dilenci olsun, egemenliğine nesne olanlara karşı bir “sevgi” hatta şükran duygusu besler. Onları çok sevdiği için yaşamlarını yönlendirmeyi istediğini sanabilir. Aslında, onlara egemen olduğu için onları “sevmektedir.” Maddi şeyler, övgü, sevme güvencesi, zekâ, akıl ya da ilgisiyle onları satın alır. Onlara her şey verebilir; ancak, özgür ve bağımsız olma hakkı kesinlikle verilemez. Bu durum, çoğu kez, özellikle ana babalarla çocuklar arasındaki ilişkide gözlenir. Egemenlik altına alma —ve sahiplenme— tutumu çoğu kez çocuğa karşı duyulduğu sanılan “doğal” ilgi ya da koruyuculuk duygusu gibi bir eğilimle örtülür. Çocuk, altın bir kafese konmuştur, kafesi terk etmek istemediği sürece istediği her şeye sahip olabilir. Bunun sonucu olarak, çoğu kez, çocuk büyüdüğünde, köklü bir sevme korkusu ile dolu olur, çünkü ona göre “sevgi”, kendi özgürlük arayışında kıstırılmak ve engellenmek anlamına gelmektedir.
Sadizm birçok gözlemciye mazoşizmden daha az karmaşık görünmüştür. Bir kimsenin başkalarını incitmek ya da onlar üzerinde egemenlik kurmak istemesi, “iyi” olmasa da hayli doğal geliyordu. Hobbes, “yalnızca ölümle birlikte son bulan sürekli ve kaygılı güç elde etme isteği”nin varlığını, “bütün insanlığın genel bir eğilimi” olarak görüyordu.2 Ona göre güç arzusunda şeytani bir nitelik yoktur, tersine, insanın zevk ve güvenlik isteğinin son derece akla uygun bir sonucudur. Hobbes’dan, egemenlik kurma arzusunu, en elverişli olanın yaşamını sürdürmesi yolunda verilen biyolojik olarak koşullandırılmış savaşımın mantıksal sonucu diye açıklayan Hitler’e dek birçok kişi, güç ya da erk sahibi olma hırsını, insan doğasının, görünenin dışında bir açıklama gerektirmeyen bir parçası olarak değerlendirdi. Ancak mazoşist istekler, kişinin kendisine yöneltilmiş eğilimler, bir bilmece olarak kaldı, insanların kendilerini incitmek ve zayıflatıp küçük görmek istemekle kalmadığı, üstüne üstlük bunları yapmaktan hoşlandığı olgusu nasıl anlaşılabilirdi? Mazoşizm görüngüsü, zevk alma ve kendini korumaya yönelik insan ruhu tablomuzla çelişmez mi? Hepimizin köşe bucak kaçtığı, önlemek için çaba gösterdiği acı çekme ve üzüntü duyma olgularını bazı insanların çekici bulduğu ve bunları gerçekleştirmeye istekli olduğu nasıl açıklanabilir?
Ama, acı çekme ve zayıflığın, insan çabasının amacı olabileceğini kanıtlayan bir görüngü var: Mazoşist sapkınlık. Burada insanların hayli bilinçli olarak şu ya da bu şekilde acı çekmek ve bundan zevk almak isteği gösterdiğini görüyoruz. Mazoşist sapkınlıkta, kişi, bir başka kişinin kendisine acı vermesi sırasında cinsel heyecan duyar. Ancak mazoşist sapkınlığın görülen tek biçimi değildir bu. Çoğu kez istenen gerçek acı çekme değil, fiziksel olarak bağlanmak, çaresiz ve zayıf hale getirilmekle heyecan ve doyumun meydana gelmesidir. Mazoşist sapkınlıkta genellikle istenen “ahlaksal” olaıak zayıflatılmak, küçük bir çocuk işlemi görmek ya da çeşitli şekillerde azarlanıp aşağılanmaktır. Sadist sapkınlıkta, benzer kaynaklardan, yani diğer insanları fiziksel olarak incitmekten, onları ip ya da zincirle bağlamaktan ya da söz ve hareketle onları aşağılamaktan doyuma ulaşıldığını görüyoruz.

Acı çekme ya da aşağılanmadan bilerek isteyerek zevk alma durumu olan mazoşist sapkınlık, ruhbilimcilerin ve yazarların dikkatini mazoşist kişilikten (ya da ahlaksal mazoşizmden) daha önce çekti. Ancak başlangıçta anlattığımız türden mazoşist eğilimlerin cinsel sapkınlığa ne kadar yakından benzediği ve her iki mazoşizm tipinin de temelde aynı görüngü olduğu giderek daha çok kişi tarafından kabul edildi.
Bazı ruhbilimciler, boyun eğmeye ve acı çekmeye istekli olan insanlar bulunduğuna göre, bu amaca yönelik bir “içgüdü” olsa gerek, diye düşündüler. ierkand gibi toplumbilimciler de aynı sonuca vardı. Derinlemesine bir kuramsal açıklama getirmeye girişen ilk kişi Freud oldu. Başlangıçta, sado-mazoşizmin temelde bir cinsel görüngü olduğunu sandı. Küçüc çocuklardaki sado-mazoşist edimleri gözleyerek sado-mazoşizmin tinsel içgüdünün gelişmesinde düzenli olarak ortaya çıkan bir “kısmi ilki” olduğunu düşündü. Yetişkinlerdeki sado-mazoşist eğilimlerin, kişinin ruhsal-cinsel gelişiminin erken bir düzeyde çakılıp kalmasından, ya da daha sonra o düzeye gerilemesinden kaynaklandığını sandı. Freud daha sonra ahlaksal mazoşizm diye adlandırdığı fiziksel olarak değil de zihinsel olarak acı çekme eğilimi görüngüsünün önemini giderek daha iyi kavradı. Mazoşist ve sadist eğilimlerin görünürde çelişik olmalarına karşın her zaman için bir arada bulundukları olcusunu vurguladı. Ancak, mazoşist görüngüyle ilgili kuramsal açıklamasını değiştirdi. Kişinin kendisine ya da başkalarına yöneltilebilecek doğuştan gelme bir yok etme eğiliminin var olduğunu varsayan Freud, mazoşizmin ölüm içgüdüsü denen şeyin bir ürünü olduğunu öne sürdü. Hatta, dolaysız olarak gözlemleyemediğimiz bu ölüm içgüdüsünün, cinsel içgüdüyle birleştiğini ve bu bileşimde, kişinin kendisine yöneltildiğinde mazoşizm, başkalarına yöneltildi-ğindeyse sadizm şeklinde göründüğünü öne sürdü. Bu cinsel içgüdüyle oluşan karışımıi t insanoğlunu hiçbir şeyle karışmamış ölüm içgüdüsünün yaratabileceği tehlikeli etkilerden koruduğunu varsaydı. Kısacası, Freud’a göre insan, yıkıcılığı cinsellikle karıştırıp bir bütün oluşturmayı başaramaması halinde kendini yok etmekle başkalarını yok etmek arasında bir seçme yapmak durumunda kalıyordu. Bu kuram temel olarak Freud’un başlangıçtaki sado-mazoşizm görüşünden farklıydı. O ilk savında sado-mazoşizm1 temelde cinsel bir görüngü olarak ele alınıyordu; oysa yeni kuramda, cinsel-olmayan bir görüngüydü ve kuramdaki cinsellik etmeni yalnızca ölüm içgüdüsünün cinsel içgüdüyle karışmasından kaynaklanıyordu.
Freud, uzun yıllar cinsel nitelik taşımayan saldırganlığa pek önem vermemiştir gerçi ama, Alfred Adler burada tartışmakta olduğumuz eğilimleri, dizgesinin merkezi olarak almıştır. Ancak o, bu eğilimleri sado-mazoşizm olarak değil, “aşağılık duygusu” ve “güç arzusu” olarak ele alır. Adler, bu görüngünün yalnızca akılcı yönünü görür. Kendini aşağılama ve küçük görme eğilimlerini burada usdışı eğilimler olarak anıyoruz; oysa Adler, aşağılık duygusunu, organik aksaklıklar ya da bir çocuğun genel çaresizliği gibi gerçek yetersizliklere uygun tepkiler olarak değerlendiriyordu. Biz, güç sahibi olma isteğini usdışı bir başkalarını yönetme güdüsünün anlatımı olarak alıyoruz, Adler’se bu görüngüye tümüyle ussal yönden bakıyor ve yetke ya da güç isteğini insanı güvensizliğinden ve aşağılığından kaynaklanan tehlikelere karşı koruma işlevi gören uygun bir tepki olarak değerlendiriyor. Burada Adler, her zaman olduğu gibi insan davranışının amaçlı ve ussal sonuçlarının ötesini görememektedir; ve harekete geçirme güdülerinin karmaşık inceliklerine değerli katkılarda bulunmuşsa da her zaman için yüzeyde kalmış ve Freud’un yaptığı gibi usdışı içgüdüler uçurumuna inmemiştir.
Wilhelm Reich,3 Karen Horney4 ve ben,5 ruhçözümsel literatürde, Freud’unkinden farklı bir görüş ortaya koyduk.
Reich’ın görüşleri Freud’un başlangıçtaki libido kuramına dayandırılmıştı ama o, mazoşist kişinin aslında haz peşinde koştuğuna ve acının kendi içinde bir amaç değil yan ürün olduğuna işaret etmişti. Nevrotik kişilikte mazoşist isteklerin baş rol oynadığını kabul eden, mazoşist kişilik özelliklerinin ayrıntılı ve eksiksiz tanımını yapan ve bunların kuramsal olarak bütün bir kişilik yapısının sonuçlan olduğunu belirten ilk ruhbilimci Karen Horney olmuştur. Benimkilerde olduğu gibi Horney’in yazılarında da, mazoşist kişilik özelliklerinin cinsel sapkınlıklardan kaynaklanmadığı öne sürülmüş, cinsel sapkınlıklar, belli bir tür kişilik yapısına yerleşmiş ruhsal eğilimlerin cinsel anlatımları olarak ele alınmıştır.
Şimdi asıl soruya geliyorum: Mazoşist sapkınlıkla mazoşist kişilik özelliklerinin kaynağı nedir? Ayrıca, mazoşist isteklerin ve de sadist isteklerin ortak kaynağı nedir?
Bu yanıtın hangi yönde aranacağı, bu bölümün başlangıcında belirtilmişti. Mazoşist istekler de sadist istekler de, bireyin o dayanılmaz yalnızlık ve güçsüzlük duygularından kaçmalarına yardım etme eğilimindedirler. Mazoşist kişiler üzerinde yapılan ruhçözümsel ve diğer deneysel gözlemler, bu kişilerin yalnızlık ve önemsizlik korkusuyla dopdolu olduğunu gösteren pek çok kanıt sunmaktadır. Bu duygu çoğu kez bilinçli değildir; genellikle ödünleyici özellik gösteren önemlilik ve kusursuzluk duygularıyla örtülüdürler. Ancak, böyle bir insanın bilinçaltı işleyişine yeterince derinlemesine dalındığında, bu duygu kesinlikle karşımıza çıkar. Birey kendisini olumsuz anlamda “özgür” hisseder, yani, yabancılaşmış, düşmansı bir dünya karşısında kendi beniyle yapayalnızdır. Bu durumda, Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’^ indeki anlamlı betimlemeyle, kişinin “kendisinin, bu talihsiz yaratığın doğuştan getirdiği o özgürlük yeteneğini elden geldiğince çabuk ellerine teslim edeceği bir kimse bulmaktan daha ivedi bir gereksinmesi yoktur.” Korkmuş birey, kendisini bağlayacak bir kimse ya da bir şey arar; artık kendi bireysel beni olmaya dayanamaz, ve panik içinde ondan kurtulmaya, bu yükü, yani benliğini yok ederek yeniden güvenlik duymaya çabalar.
Mazoşizm, bu amaca giden yollardan biridir. Çeşitli şekillerde görülen mazoşist isteklerin tek bir amacı vardır: bireysel benden kurtulmak, kendini kaybetmek; başka deyişle, özgürlük yükünden kurtulmak. Bu amaç, bireyin ezici ölçüde güçlü olduğunu sandığı bir kişi ya da güce boyun eğme arayışı içinde bulunduğu mazoşist isteklerde çok açık görülür. (Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, bir başka kişinin üstün güce sahip olduğu inancı, her zaman için görece bir üstünlük çerçevesinde algılanmalıdır. Bu, diğer kişinin gerçek gücünden de kaynaklanabilir, kişinin kendi önemsizliğine ve güçsüzlüğüne olan inancından da. Bu ikinci durumda, bir fare ya da yaprak bile ürkütücü özellikleri taşıyabilir.) Diğer mazoşist istek biçimlerinde de amaç aynıdır. Küçüklük duygusu şeklindeki mazoşist duyguda, başlangıçtaki önemsizlik duygusunu artırmaya yarayan bir eğilim görürüz. Bunu nasıl değerlendireceğiz? Bir korkuyu daha da ürkünç kılmakla kişinin korkusuna çare bulmaya çalıştığını söyleyebilir miyiz? Evet, işte, mazoşist kişinin yaptığı budur. Ben, bağımsız ve güçlü olma isteklerimle önemsizlik ya da güçsüzlük duygularım arasında bocaladığım sürece, işkenceden farksız bir çelişki içine düşerim. Eğer bireysel benimi hiçe indirgemekte başarıya ulaşırsam, bir birey olarak ayrı olduğum bilincini yenebilirim, kendimi bu çelişkiden kurtarabilirim. Onulmaz ölçüde küçük ve çaresiz hissetmek, bu amaca giden yollardan biridir; bir başka yolsa, acı içinde kıvranmaktır; bir diğeriyse, sarhoşluğun etkileri altında silinmektir. Canına kıyma düşlemi, bütün diğer araçların yalnızlık yükünden kurtarmaması halinde başvurulacak son umuttur.
Bu mazoşist çabalar, bazı koşullarda, görece olarak başarılıdır. Eğer birey, bu mazoşist isteklerini doyuracak (faşist ideolojide, “li-der”e boyun eğmek gibi) kültürel kalıplar bulabilirse, kendisini, bu duyguları paylaşan milyonlarla birleşmiş görerek bir ölçüde güvenlik kazanacaktır. Ama bu durumlarda bile, nevrozlu dışavurumlar ne ölçüde bir çözümse, mazoşist “çözüm” de ancak o ölçüde bir çözüm oluşturur. Birey, ortada görünen acıyı ortadan kaldırmayı başarır, ama altta yatan çelişkiyi ve suskun mutsuzluğu yok etmeyi başaramaz. Mazoşist istekler uygun kültürel ortamı bulamadığında, ya da niceliksel olarak bireyin toplumsal grubundaki mazoşizmin ortalama miktarından fazla olduğunda, mazoşist çözüm, görece olarak bile hiçbir sorunu ortadan kaldırmaz. Mazoşist istek, dayanılmaz bir durumdan kaynaklanır, o durumun aşılmasına yarıyor gibi görünür, ve bireyi yeni bir acıya kıskıvrak yakalanmış duruma getirir, insan davranışı daima akılcı ve bir amaca yönelik olsaydı, mazoşizm de tıpkı nevrozlu dışavurumlar gibi genelde açıklanması olanaksız bir görüngü olurdu. Ancak coşkusal ve zihinsel rahatsızlıkların incelenmesi sayesinde şunu öğrenmiş bulunuyoruz: insan davranışlarını, kaygılar, ya da diğer bazı dayanılmaz ruhsal durumların neden olduğu istekler yönlendirebilir. Bu istekler, söz konusu coşkusal ruh halini aşma eğilimi gösterirler ama ancak onun en göze görünür dışavurumlarını örtebilir, hatta bazen bunu bile başaramazlar. Nevrozlu dışavurumlar, bir panik halindeki usdışı davranışlara benzerler. Nitekim, evi yanan bir adam, odasının penceresinde dikilir ve onu hiç kimsenin duymayacağını, birkaç dakika sonra alevler içinde kalacak olan merdivenden kaçma olasılığının bulunduğunu tümüyle unutarak imdat ister. Kurtarılmak istediği için bağırmaktadır ve o anda bu davranış, kurtarılmaya giden yolda atılan bir adım gibi görünür — oysa kesin bir felaketle sonuçlanacaktır. Aynı şekilde mazoşist istekler de, bir yığın eksiklikleriyle çelişkileri, tehlikeleri, kuşkulan ve dayanılmaz yalnızlığıyla bireysel benlikten kurtulma isteğinden kaynaklanır, ama ancak ve ancak, en göze görünür acıyı hafifletmeye yarar, ya da hatta daha da büyük acılara yol açarlar. Mazoşizmin usdışılığı, tüm diğer nevrozlu dışavurumlarda olduğu gibi, savunulması olanaksız bir ruhsal durumu çözmek için geliştirilen araçların işe yaramaz oluşunda yatmaktadır.
Bu açıklamalar, nevrozlu etkinlikle akılcı etkinlik arasındaki önemli bir farkı ortaya koymaktadır. Akılcı etkinlikte, sonuç bir etkinliğin itici gücü’ne uygundur — kişi, belli bir sonuca ulaşmak amacıyla hareket eder. Nevrozlu isteklerde, kişi, temelde olumsuz özelliği olan, dayanılmaz bir durumdan kaçma amacı taşıyan bir zorlanımla harekete geçer, istek ya da çaba, yalnızca yalandan bir çözüm getirecek yönde gelişir. Aslında kişi. sağlamak istediğinin tam tersi bir sonuca ulaşır; dayanılmaz bir duygudan kurtulma zorlanımı öylesine güçlüdür ki, kişi ancak hayalde, yalandan bir çözüm getirecek hareket yönünü seçmeyi başarabilmiştir.
Bu durum mazoşizmde, bireyin dayanılmaz bir yalnızlık ve önemsizlik duygusuyla itilmesi şeklinde kendini gösterir. Mazoşist, (bedensel değil, ruhsal bir varlık olarak) kendi benliğinden kurtulmakla bu duygulan yenmeye girişir: bunu başarmak için izleyeceği yol, kendini küçümsemek, acı çekmek, kendisini bütünüyle önemsiz kılmaktır. Ancak istediği şey, acı ve sıkıntı değildir; acı ve sıkıntı, karşı durulmaz bir zorlanımla ulaşmak istediği amaç için ödediği bedeldir. Bedel, çok yüksektir. Hep, daha fazla ödemek durumunda kalır ve efendisine borç ödeyen köle gibi, ödediklerinin karşılığı olan iç huzuruna ve dinginliğe hiçbir zaman kavuşmaksızın her geçen gün daha fazla borca girer.
Acı çekmenin aranan bir şey olabileceğini kuşkuya yer bırakmadan göstermesi nedeniyle mazoşist sapkınlıktan söz ettim. Ancak, ahlaksal mazoşizmde olduğu gibi, mazoşist sapkınlıkta da gerçek amaç acı çekmek değildir; her iki durumda da acı çekmek, amaca, yani kendini unutma sonucuna ulaşma aracıdır. Sapkınlıkla mazoşist
kişilik özellikleri arasındaki fark temelde şudur: Sapkınlıkta kişinin benliğinden kurtulma eğilimi, beden aracılığıyla dile getirilir ve cinsel duygularla bağlantılıdır. Ahlaksal mazoşizmdeyse, mazoşist eğilimler, kişiyi bütünüyle ele geçirir ve ben’in bilinçli olarak gerçekleştirmek istediği bütün amaçlan yıkar; sapkınlıkta, mazoşist çabalar az çok fiziksel alanla sınırlıdır; ayrıca da, bu istekler cinsellikle birleşerek cinsel alanda meydana gelen gerginliğin kalkmasına katkıda bulunur ve böylece doğrudan rahatlama sağlarlar.
Bireysel benliğin yok edilmesi ve bu yolla dayanılmaz güçsüzlük duygusunun yenilmesi girişimi, mazoşist isteklerin yalnızca bir yönüdür. Diğer yönüyse, kendisi dışında ve kendisinden daha büyük ve daha güçlü bir bütünün parçası haline gelmesi, onun içinde erimesi ve ona katılması girişimidir. Bu güç, bir kişi olabilir, bir kurum, Tanrı, ulus, bilinç ya da ruhsal bir zorlanım olabilir. Sarsılmaz şekilde güçlü, sonsuz ve görkemli olduğu sanılan bir gücün parçası haline gelmekle kişi onun gücüne ve görkemine katılmış olur. Kişi kendi benliğini bütüne teslim eder, benliğinin bütün güçlerini ve onurunu reddeder, bir birey olarak bütünselliğini yitirir ve özgürlüğünden vazgeçer; ama içine karıştığı güce katkıda bulunmakla yeni bir güvenlik ve yeni bir gurur kazanmış olur. Kuşku işkencesine karşı da bir güvenlik kazanmıştır. Mazoşist kişi, efendisi kendisi dışında bir yetke de olsa, efendiyi, bilinç ya da ruhsal zorlanım olarak içselleştirmiş de olsa, karar vermekten kurtulmuştur, kendi beninin yazgısı için nihai sorumluluğu üzerinden atmıştır, dolayısıyla ne karar alacağı konusunda kuşku duy-m aktan kurtulmuştur. Ayrıca kendi yaşamının anlamının ne olduğu ya da “kendisinin” kim olduğu kuşkusundan da kurtulmuştur. Bu sorular, kendisini bağladığı güçle olan ilişkisi çerçevesinde yanıtlanacaktır. Yaşamının anlamı ve kendi benliğinin kimliği, benliğini içine kattığı büyük bütün tarafından saptanır artık.
Mazoşist bağlarla birincil bağlar arasında temel farklar vardır. Birincil bağlar, bireyselleşme süreci tamamlanmadan önce var olan bağlardır. Birey hâlâ “kendi” doğal ve toplumsal dünyasının bir parçasıdır, kendi çevresinden tümüyle sıyrılıp ortaya çıkmamıştır. Birincil bağlar ona gerçek güvenlik ve nereye ait olduğunu bilmek duygusunu verir. Mazoşist bağlarsa kaçıştır. Bireysel benlik ortaya çıkmıştır, ama kendi özgürlüğünü gerçekleştirme yetisinden yoksundur; kaygıyla, kuşku ve güçsüzlük duygusuyla dopdoludur. Benlik, mazoşist bağlar da diyebileceğimiz “ikincil bağlar”da güvenlik bulmaya girişir, ancak bu girişim asla başarıyla sonuçlanmaz. Bireysel benliğin ortaya çıkışı, geri döndürülemeyen bir süreçtir; bilinçli olarak birey kendisini güvenlik içinde, ve sanki bir yere ya da şeye “ait”miş gibi hisseder, ama temelde kendi benliğinin çöküşü karşısında acı çeken güçsüz bir atom olarak kalır. Kendisi ve tutunduğu güç, hiçbir zaman bir “tek” haline gelmemişlerdir, bir ana çelişki, onunla birlikte de hiç bilinçli olmasa da, mazoşist bağımlılığı yenmek ve özgür olmak güdüsü yerli yerinde durmaktadır.
Sadist dürtülerin özü nedir? Burada da, başkalarına acı vermek dürtünün özünü oluşturmamaktadır. Gözlemleyebildiğimiz çeşitli sa-dizm biçimlerinin hepsi de tek bir temel dürtüden kaynaklanır. Bu, bir başka kişi üzerinde eksiksiz bir egemenlik kurmak, onu kendi iradesinin çaresiz bir nesnesi haline getirmek, mutlak yöneticisi olmak, tanrısı haline gelmek ve onu istediği şekilde kullanmak dürtüşüdür. Onu aşağılamak, esir almak, bu amaca ulaştıran yolları oluşturur, en köklü amaçsa ona acı çektirmektir, çünkü, bir başka insana acı vermekten, onu kendisini koruma yetisinden yoksun bir halde acıya katlanmak zorunda bırakmaktan daha büyük bir güç yoktur. Bir başka kişi (ya da diğer canlı nesneler) üzerinde tam egemenlik kurmaktan zevk almak, sadist dürtünün özünün ta kendisidir.6
Kişinin kendisini bir başkasının mutlak efendisi durumuna getirmesi eğilimi, mazoşist eğilimin tam tersi gibi görünür, bu iki eğilimin böylesine içice birbirine bağlı olması da şaşırtıcıdır. Kuşkusuz, bağımlı olma ya da acı çekme isteğinin uygulamadaki sonuçlan egemen olma ve başkalarına acı çektirme isteğinin getirdiklerinin tam tersidir.
Marquis de Sade, //. Juliette’den alınan şu bölümde, sadizmin özünün egemenlik olduğu görüşünü savunmuştur (G. Gorer’ın, Marquis de Sade adlı yapıtında alıntı, Li-veright Publishing Corporation, New York, 1934): “Karşındakinin hissetmesini istediğin şey zevk değil, vermek, yaratmak istediğin izlenimdir; acının yaratacağı etki, zevkin yaratacağı etkiden çok daha fazladır …kişi bunu anlar, kullanır ve doyuma ulaşır.” Gorer, Sade’ın çalışmasını çözümlerken, sadizmi “gözleyenin, dış dünyada yarattığı değişiklikleri gözlemlemekten duyduğu zevk” olarak tanımlıyor. Bu tanımlama, benim sa-dizm anlayışıma, diğer rahbilimcilerinkinden daha yakın geliyor. Ancak bence Gorer. sadizmi yetkinlikten ya da üretkenlikten alman hazla özdeşleştirmekle yanılıyor. Sadistçe yetkinliğin belirleyici özelliği, sadistin nesneyi kendi ellerinde iradeden yoksun bir araç haline getirmek istemesidir, öte yanda başkalarını sadistçe olmayan hazla etkilemede etkilenenin bütünselliğine saygı gösterilir ve etkileme bir eşitlik duygusu temeline dayandırılır. Gorer’in tanımında sadizm, kendi özgün niteliğini yitirir ve herhangi bir üretkenlikle özdeş duruma gelir.
Ancak ruhbilimsel olarak, her iki eğilim de kişinin kendi benliğinin zayıflığına ve soyutlanmışlığına katlanamamasından kaynaklanan tek bir temel gereksinimin sonuçlarıdır. Gerek sadizmin gerek mazoşizmin temelinde bulunan amaca, burada ortakyaşama (symbiosis) demeyi öneriyorum. Buradaki ruhbilimsel anlamıyla ortakyaşama, bir bireysel benliğin bir başka benlikle (ya da kendi benliği dışında herhangi başka bir güçle) her biri kendi benliğinin bütünselliğini yitirecek ve birbirine tümüyle bağımlı hale gelecek şekilde birleşmesi anlamına gelmektedir. Mazoşist kişi nesnesine ne kadar gereksinim duyarsa, sadist kişi de kendi nesnesine o kadar gereksinim duyar. Yalnız, sadist, yutulmakla güvenlik aramak yerine, bir başkasını yutmakla güvenlik kazanır. Her iki durumda da, bireysel benliğin bütünselliği yitirilmiştir. Bir durumda kendimi bir dış güç içinde eritiyorum, kendimi yitiriyorum. Diğer durumda, başkasını kendimin bir parçası haline getirerek kendimi büyütüyorum ve böylece, bağımsız bir benlik olarak yoksun bulunduğum gücü kazanıyorum. Bir başkasıyla ortakyaşamsal bir ilişkiye girme itkisine yol açan şey, her zaman için, kişinin bireysel benliğinin yalnızlığına katlanma yetisinden yoksun oluşudur. Bu da mazoşist ve sadist eğilimlerin daima birbiri içinde erimesinin nedenini açıklar. Yüzeyde bunlar çelişkili gibi görünürler gerçi ama, aslında aynı temel gereksinimden kaynaklanırlar. İnsanlar sadist, ya da mazoşist değildir, ancak, ortakyaşamsal ikilinin etkin ve edilgin yönü arasında öylesine sürekli bir gelgit vardır ki, çoğu kez, belli bir anda hangi yönün işlemekte olduğunu saptamak güçtür. Her iki durumda da bireysellik ve özgürlük yitirilmiştir.
Sadizmi düşündüğümüzde genellikle sadizmle çok yakından ilişkili olan yıkıcılık ve düşmansılık aklımıza gelir. Sadist eğilimlerde, küçük ya da büyük ölçülerde yıkıcılık vardır kuşkusuz. Ama bu mazoşizm için de geçerlidir. Mazoşist özellikler incelendiğinde, bu düşmansılık kesinlikle görülmektedir. Aradaki asıl fark, olsa olsa, sa-dizmde dtişmansılığın genellikle daha bilinçli ve dolaysız edimde dile getirilmesi, mazoşizmde ise çoğu kez bilinçsiz olduğu ve dolaylı dile getirildiğidir. İlerde, yıkıcılığın, bireyin duygusal, coşkusal ve zihinsel gelişmesinin engellenmesinin sonucu olduğunu ve bu yüzden ortakyaşamsal gereksinimi oluşturan koşulların bir sonucu olması gerektiğini göstermeye çalışacağım. Burada altını çizmek istediğim nokta, sadizmin yıkıcılıkla büyük ölçüde içice olmasına karşın, bu özelliğin aynısı olmadığıdır. Yıkıcı kişi, nesneyi yok etmek, yani onu öldürmek, ondan kurtulmak ister. Sadist, nesnesi üzerinde egemenlik yürütmek arzusundadır, dolayısıyla nesnesi yok olursa onu yitirmekten acı duyar.
Kullandığımız anlamıyla sadizm, aynı zamanda görece olarak yıkıcılıktan yoksun olabilir, nesnesine karşı dostça bir yaklaşımla gerçekleşebilir. Bu türden “sevgi içeren” sadizm, Balzac’ın Yitik Hayaller’inde klasik anlatımını bulmuştur. Bu betimleme aynı zamanda, ortakyaşama gereksinmesi demekle anlatmak istediğimiz özelliği de ortaya koymaktadır. Bu bölümde Balzac, genç Lucien’le keşiş kılığındaki Bagno mahpusu arasındaki ilişkiyi betimler. Keşiş, az önce canına kıyma girişiminde bulunan genç adamla tanıştıktan kısa bir süre sonra şöyle der:
…Bu genç adamla az önce ölen ozan arasında hiçbir benzerlik yok. Seni yerden kaldırdım, sana hayat verdim, şimdi sen, yaratıkların yar adana ait olması, ya da —doğu masallarındaki gibi—İfrit’in ruha ait olması, bedenin rulıa ait olması gibi bana aitsin. Güçlü ellerle seni güçlülüğe giden yolda dimdik tutacağım; bununla birlikte, sana haz-larla, onurla, sonsuz şölenlerle dolu bir yaşam vaat ediyorum. Hiçbir zaman parasız kalmayacaksın, pırıl pırıl parlayacak, ışıltılar saçacaksın; seni yükseltmenin pislikleri içinde çökmüş duran ben, senin başarılarının parlak binasını ayakta tutacağım. Ben, güç uğruna gücü severim! Ben, nazlardan vazgeçmek zorunda kalacağım ama senin haz duymandan hoşnut olacağım. Seninle tek bir kişi olacağım, senin aynın olacağım… Yaratığımı seveceğim, onu bir babanın çocuğunu sevdiği gibi sevmek için, kalıba dökeceğim, ve benim hizmetimde olacak şekilde biçimlendireceğim. Arabanda senin yanında gideceğim yavrum, kadınlarla ulaştığın başarılarınla kıvanç duyacağım. Diyeceğim ki: Bu genç, yakışıklı adam ben’im. Bu Marquis de Rubempre’yi ben yarattım ve onu aristokratların arasına yerleştirdim; onun başarısı benim ürünümdür. O suskundur, benim sesimle konuşur ve her konuda benim öğütlerime uyar.
Sado-mazoşizm, yalnızca halk arasında değil, diğer kullanım alanlarında da sevgiyle karıştırılır. Özellikle mazoşist görüngüye sevginin
anlatımı olarak bakılır. Bir başka kişi uğruna kendini tümüyle yadsıma ve kendi hak ve taleplerini bir başka kişiye teslim etme tutumları, “büyük aşk”ın örnekleri olarak gösterilir. Aşkın, sevilen kişi uğruna kendini feda etmek ve özveride bulunmaktan daha iyi bir kanıtı yoktur sanki. Aslında, bu durumlarda “sevgi”, temelde mazoşist bir özlemdir ve söz konusu kişinin ortakyaşama gereksiniminden kaynaklanmaktadır. Sevgi derken belli bir kişinin özüne yönelik tutkulu onaylamayı, etkin bağlılığı söz konusu ediyorsak, bununla, kişilerin bağımsızlığı ve bütünselliği bozulmaksızın iki kişinin birleşmesini anlatıyorsak, mazoşizmle aşk ya da sevgi, birbirinin karşıtıdır. Sevgi, eşitlik ve özgürlük temeline dayanır. Eğer taraflardan birinin boyun eğmesi ve bütünselliğini yitirmesi temeline dayanıyorsa, ilişki nasıl ussallaştırılırsa ussallaştınlsın, hangi kılıf altında gösterilirse gösterilsin, mazoşist bir bağımlılıktır. Sadizm de çoğu kez sevgi görünümünde ortaya çıkar. Kişi, bir başka kişiyi onun kendi iyiliği için yönettiğini.öne sürebiliyorsa, bu yönetme, çoğu kez, sevginin anlatımı olarak gözükür ama temel etmen egemenlikten alınan hazdır.
Bu noktada, çoğu okurun aklına şu soru gelecektir: Burada anlattığımız şekliyle sadizm yetke ya da güç sahibi olma tutkusuyla aynı değil mi? Bu soruya verilecek yanıt şudur: Amacın bir başka kişiyi incitmek ve ona işkence etmek olduğu yıkıcı sadizm biçimleri, yetke ya da güç elde etme isteğiyle aynı değildir gerçi ama, güç tutkusu, sa-dizmin en belirgin anlatımıdır. Sorunun önemi günümüzde daha da artmıştır. Hobbes’dan bu yana, yetke ve güç, insan davranışının en temel güdüsü olarak görülmüştür; ancak daha sonraki yüzyıllarda, yetkeyi sınırlama eğilimi gösteren yasal ve ahlaksal etmenlere ağırlık verilmeye başlanmıştır. Faşizmin tırmanmasıyla iktidar hırsı ve bunun bir hak olduğu inancı yeni boyutlara ulaşmıştır, iktidar utkuları milyonları etkilemiş ve insanlar bunu güç simgesi olarak kabul etmiştir. Başkaları üzerinde iktidar sahibi olmak, tümüyle maddi anlamda üstün gücün anlatımıdır kuşkusuz. Bir başkasını öldürme yetkesi bendeyse, ben ondan “daha güçlü”yümdür. Ama ruhbilimsel anlamda, yetke tutkusu, güçlülükten değil, zayıflıktan kaynaklanır. Bireysel benliğin tek başına ayakta kalma ve yaşamını sürdürme yetisinden yoksun olduğunun anlatımıdır. Gerçek gücün olmadığı yerde ikinci bir gücü kazanma yolunda gösterilen umarsız bir çabadır.
“Güç” sözcüğünün ikili bir anlamı vardır. Biri, bir başkası üzerinde güç sahibi olmak, onun üzerinde egemenlik kurma yetisine sahip olmak; diğer anlamıysa, bir şey yapabilme gücüne sahip olmak, yapabilir olmak, iktidar sahibi olmaktır. Bu ikinci anlamın, egemenlik kurmayla hiçbir ilgisi yoktur; yeterlilik, yapabilirlik anlamında ustalaş-mışlığı, becerebilirliği dile getirir. Güçsüzlükten söz ettiğimizde, sözcüğün bu anlamını düşünürüz; başkaları üzerinde egemenlik kurma yetisinden yoksun bir kişiyi değil, istediğini yapma yetisinden yoksun bir kişiyi anlatmak isteriz. Demek ki, güç, bu iki şeyden, egemenlik kurma ile iktidar sahibi olma kavramlarından birini anlatmada kullanılan bir sözcük. Bu iki nitelik, birbirine benzemek şöyle dursun, birbirini dışlar. Deyişi yalnızca cinsel alanla ilgili olarak değil, insan gi-zilgüçlerinin, insansal yeterliliklerin her alanıyla ilgili olarak kullandığımızda iktidarsızlık, egemenlik kurmak için sadistçe çabalar gösterme sonucunu doğurur. Bir birey, iktidar sahibi olduğu ölçüde, yani kendi olanaklarını kendi benliğinin özgürlüğü ve bütünselliği temelinde gerçekleştirme yetisine sahip olduğu ölçüde, egemenlik kurma gereksinimi duymayacak, iktidar hırsı beslemeyecektir. Cinsel sadizm, cinsel sevginin saptırılmış şekli olduğu gibi, egemenlik anlamında güç de iktidarın, yapabilme yetisinin sapmış şeklidir.
Sadist ve mazoşist özellikler belki de herkeste bulunabilir. Bir uçta, kişiliği bu özelliklerin egemenliği altında bulunan bireyler, diğer uçtaysa sado-mazoşist özelliklerin kişiliklerinde belirleyici özellik oluşturmadığı bireyler vardır. Burada “kişilik” deyimi, Freud’un kişilikten söz ederken kullandığı dinamik anlamıyla kullanılmaktadır. Bu anlamıyla kişilik, yalnızca bir kişiye özgü davranış kalıplarının toplamını değil, davranışı harekete geçiren, yönlendiren egemen itkileri de kapsamı içine almaktadır. Freud, temel yönlendirici güçlerin, cinsel güçler olduğunu varsaydığından, “oral”, “anal” ya da “genital” kişilikler gibi kavramlara ulaşmıştır. Bu varsayıma katılınmadığında, başka kişilik türleri geliştirmek zorunda kalınır. Ama dinamik kavram değişmez, itici güçler, kişiliği bu güçlerin egemenliği altında olan bir kişide olduğu gibi bilinçli olmayabilir. Bir kişi tümüyle sadistçe arzuların egemenliği altında olabilir ve bilinçli olarak yalnızca görev duygusunun onu yönlendirdiğini sanabilir. Hatta açık açık herhangi bir sadist edim de gerçekleştirmez ve yüzeyde, sadist olmayan bir kişi gibi görünmesini sağlayacak ölçüde bu itkilerini bastırabilir. Ama gene de, davranışları, düşlemleri, düşleri ve hareketleri yakından incelendiğinde, kişiliğinin derin tabakalarında sadistçe güdülerin işlemekte olduğu görülür.
Sado-mazoşist itkilerin egemen olduğu kişilerin kişiliklerinde sado-mazoşist özelliklerin belirleyici olduğu söylenebilir gerçi ama bu kişiler her zaman nevrotik değildir. Belli bir kişilik yapısının “nev-rotik” ya da “normal” oluşu, büyük ölçüde, insanların kendi toplumsal konumlarında yerine getirmekle yükümlü oldukları görevlere ve kültürlerindeki duygu ve davranış kalıplarına bağlıdır. Hatta, Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerindeki aşağı orta sınıflarının büyük bölümlerinde, sado-mazoşist kişilik yapısı tipiktir ve daha sonra göstereceğimiz üzere, bu tür kişilik yapısı Nazi ideolojisinin en fazla etkilediği yapı olmuştur. “Sado-mazoşist” terimi sapkınlık ve nevroz fikirleriyle birlikte düşünüldüğünden, özellikle nevrozlu insandan değil de normal kişiden söz ederken sado-mazoşist kişiliği, “yetkeci kişilik” şeklinde kullanmak istiyorum. Bu terminoloji doğrudur, çünkü sado-mazoşist kişi her zaman için yetkeye yönelik tutumuyla tanımlanır. Yetkeye hayrandır ve ona boyun eğme eğilimindedir, ama aynı zamanda kendisi de bir yetke olmak ister, başkalarının kendisine boyun eğmesini ister. Bu terimi seçmemizin bir başka nedeni daha var. Faşist dizge, toplumsal ve siyasal yapısında yetkenin ya da otari-, tenin egemen olması nedeniyle kendisini yetkeci, otariter olarak adlandırıyor. “Yetkeci kişilik” terimiyle, bu sözcüğün, faşizmin insansal tabanı olan kişilik yapısını da temsil ettiğini belirtmiş oluyoruz.
Yetkeci kişiliği tartışmaya geçmeden önce, “yetke” sözcüğüne biraz açıklık getirmek gerek. Yetke, bir insanın, mülke, ya da fiziksel niteliklere sahip olması anlamında “sahip olunan” bir nitelik değildir. Yetke, kişinin bir diğerini, kendisinden üstün gördüğü bir kişilerarası ilişkidir. Ancak, mantıklı yetke diyebileceğimiz üstünlük-aşağılık ilişkisiyle engelleyici yetke diye tanımlayabileceğimiz yetke türleri arasında büyük fark vardır.
Ne demek istediğimi bir örnekle açıklayacağım. Öğretmenle öğrenci arasındaki ilişkiyle köle sahibi ve köle arasındaki ilişkiler, birinin diğerinden üstün olması temeline dayanır. Öğretmenin çıkarıyla öğrencinin çıkarı aynı doğrultudadır. Öğretmen, öğrenciyi ileriye götürmeyi başarırsa mutlu olur; bunu başaramadığında, başarısızlık, hem kendisinin hem de öğrencinindir. Oysa köle sahibi, köleyi elinden geldiğince sömürmek ister; ondan ne kadar çok şey koparırsa o kadar mutlu olur. Aynı zamanda köle, asgari ölçüde mutluluğa kavuşmak için gerekli isteklerini elinden geldiğince savunma yollan arar. Bu çıkarlar, kesinlikle birbirinin karşıtıdır, çünkü, birinin çıkarına olan diğerinin zarannadır. Bu iki durumda üstünlüğün işlevleri birbirinden farklıdır. Birincisinde üstünlük yetkeye nesne olan kişiye yardım etmenin koşuludur; ikincisindeyse, onu sömürmenin koşulu olmaktadır.
Bu iki yetke tipinde, yetkenin dinamikleri de farklıdır: öğrenci ne kadar fazla öğrenirse, kendisiyle öğretmen arasındaki boşluk o kadar daralır. Öğrenci giderek öğretmen gibi olur. Diğer bir deyişle, yetke ilişkisi, kendi kendini eritir. Ama üstünlük, sömürmenin temeli olmaya yaradığında, bu uzaklık uzun süren ilişkide daha da artacaktır.
Bu yetke durumlarının her birinde ruhbilimsel durum farklıdır, ilkinde, sevgi, hayranlık ya da minnet öğeleri öne çıkmıştır. Yetke aynı zamanda kişinin kendisini kısmen ya da tümüyle özdeşleştirmek istediği bir örnektir, ikinci durumda, kendi çıkarlarına ters düştüğü halde sömürene boyun eğen kişide, sömürene karşı tepki ya da düşmanlık gelişir. Ama çoğu kez, köle örneğinde olduğu gibi bu nefret köleyi, kazanma şansı olmaksızın acıların nesnesi haline getirecek çatışkılara yol açmaktan başka işe yaramaz. Dolayısıyla, burada yapılacak davranış, nefret duygusunu bastırmak ve hatta bazen onun yerine körü körüne hayranlık duygusu geçirmek yönünde olacaktır. Bunun iki işlevi vardır: bir, acı veren tehlikeli nefret duygusunu yok etmek, ve iki, aşağılanma duygusunu hafifletmek. Beni yöneten insan böylesine harikulade ya da kusursuz olduğuna göre, ona boyun eğmekten utanmamalıyım. Onunla boy ölçüşemem, çünkü o benden çok daha güçlü, akıllı, iyi ve saire. Sonuç olarak, engellenen yetke türünde yetkeye ya da yetke sahibine olduğundan fazla değer verme ve hayranlık duyma öğesi artma eğilimindedir. Ussal ya da akılcı yetke türünde, bu öğe yetkenin nesnesi olan kişinin daha güçlü hale gelmesi ve böylece yetkeye daha çok benzemesi ölçüsünde ve bununla doğru orantılı olarak azalacaktır.
Ussal yetkeyle engelleyici yetke arasındaki fark görece bir fark olmaktan öte gitmemektedir. Köleyle efendisi arasındaki ilişkide bile kölenin yararına olan öğeler vardır. Öte yanda yalnızca öğretmenle öğrenci arasındaki ideal ilişkide hiçbir çıkar çelişkisinin bulunmadığını görebiliriz, iki aşın uçtaki bu durumlar arasında örneğin bir fabrika işçisiyle patronu, ya da bir çiftçinin oğluyla babası, ya da evkadınıyla kocası arasındaki ilişkilerde olduğu gibi pek çok basamak vardır. Ama gene de, gerçeklikte iki yetke tipi de birbirine kanşmışsa da, temelde farklıdırlar ve somut yetke durumunun çözümlenmesi, mutlaka iki yetke türünden her birinin ne ağırlıkta olduğunu göstermelidir.
Yetke, şunu yapmalısın, şunu yapmana izin yok, diyen bir kişi ya da kurum olmayabilir. Gerçi bu yetke tipine dışsal yetke denebilir ama, yetke yükümlülük, bilinç, ya da üst-ben adları altında, içsel yetke olarak da ortaya çıkabilir. Aslında Protestancılıktan Kant felsefesine giden yolda çağdaş düşüncenin gerçekleştirdiği gelişme, içsel yetkenin yerine dışsal yetkenin konulması şeklinde tanımlanabilir. Tırmanan orta sınıfın siyasal utkularıyla dışsal yetke saygınlığını yitirmiş ve insanın kendi bilinci, eskiden dışsal yetkenin aldığı yeri almıştır. Bu değişiklik pek çok kişiye özgürlüğün zaferi gibi görünmüştür. Dışsal (en azından tinsel konularda dışsal) buyruklara boyun eğmek, özgür bir insana yakışır bir tutum olarak görülmemiştir; ancak, insanın doğal eğilimlerinin fethedilmesi ve bireyin bir bölümünün doğasının, bir diğer bölümünün aklının, irade ya da bilincinin egemenliği altına girmesi, özgürlüğün özünün ta kendisi olarak algılanmıştır. Yapılan incelemeler, bilincin tıpkı dış yetkeler kadar büyük bir kabalıkla kişiyi yönettiğini göstermiştir, hem aynca, insan bilincinin buyruklarının içeriğini, çoğu kez bireysel benliğin talepleri değil, etik ölçütlerin onurunu oluşturan toplumsal talepler belirlemektedir. Bilincin yöneticiliği, dışsal yetkelerinkinden daha sert bile olabilir, çünkü birey onun buyruklannı kendi öz buyrukları olarak görmektedir; insan kendisine karşı başkaldırabilir mi?
Son on yıllarda, “bilinç”, öneminden pek çok şey yitirdi. Bireyin yaşamında ne içsel yetkeler ne de dışsal yetkeler önemli rol oynamı-yormış gibi görünüyor. Herkes tümüyle “özgür”, yeter ki başkalannın yasal haklarına kanşmasınlar. Ama aslında, yetkenin ortadan kalkmasından çok, kendini daha da görünmez kıldığına tanık oluyoruz. Açık yetke yerine “adsız” yetke hüküm sürüyor. Ve bu, sağduyu, bilim, ruh sağlığı, normallik ve kamuoyu kılıklannda karşımıza çıkıyor. Açıkça ortada olanın dışında hiçbir şey istemiyor. Baskı uygulamıyor gibi görünüyor, yumuşak ikna yöntemi uyguluyor, ister bir anne kızına, “Bu çocukla çıkmak istemeyeceğini biliyorum,” desin, ister bir reklam, “Şu marka sigarayı için, verdiği serinliği seveceksiniz,” desin, her iki durumda da aslında söz konusu olan, bütün toplumsal yaşamımızı kuşatan kurnazca önerme havasının yaratılmasıdır. Adsız yetke açık yetkeden çok daha etkilidir, çünkü etkilenen, izlemesi beklenen bir buyruğun var olabileceğini aklına bile getirmez. Dışsal yetkede, bir buyruğun var olduğu ve bunu veren kişi ya da kurum açıkça bellidir; kişi yetkeye karşı savaşabilir ve bu savaşta kişisel bağımsızlık ve ahlaksal cesaret gelişebilir. Ama içsel yetkede, buyruk içsel de olsa görülebilirliğini korurken, adsız yetkede, hem buyruk hem de buyuran görünmez olmuşlardır. Görülmez bir düşmanın ateşine hedef olmak gibi bir şeydir bu. Karşılık verilecek, ateş edilecek hiç kimse ve hiçbir şey yoktur.
Şimdi gene yetkeci kişiliğin incelenmesine dönersek, söylenmesi gereken en önemli özellik, bu kişiliğin güce karşı olan tutumudur. Yetkeci kişilik için, deyiş yerindeyse iki cinsiyet vardır: Güçlü olanlar ve güçsüz olanlar, ister bir kişiden gelsin ister bir kurumdan, güçle karşılaştığında bu kişiliğin sevgisi, hayranlığı ve boyun eğme isteği kendiliğinden kaban verir. Güç, belli bir gücün temsil ettiği herhangi bir değerden dolayı değil, yalnız ve yalnız güç olduğu için onu büyüler. Tıpkı, güç karşısında “sevgi”sinin otomatik olarak kabarması gibi güçsüz insan ya da kurumlar da onda kendiliğinden bir aşağılama duygusu yaratır. Güçsüz kişiyi gördüğü anda ona saldırmak, egemen olmak, ve onu aşağılamak ister. Farklı bir kişilik umarsızlara saldırma fikri karşısında dehşete düşerken, yetkeci kişilik nesnesinin umarsız olduğu ölçüde kendini uyarılmış hisseder.
Yetkeci kişiliğin çoğu gözlemciyi yanıltan bir özelliği vardır: yetkeye kafa tutma ve “yukardan” gelen her türden etkiye karşı koyma eğilimidir bu. Bazen bu karşı durma, bütün görüntüyü gölgeler ve boyun eğme eğilimleri geri planda kalır. Bu tür kişiler sürekli olarak her türden yetkeye, aslında kendi çıkarlarını koruyan ve baskı öğesi taşımayan yetkelere bile karşı koyarlar. Bazen yetkeye karşı tutum bölünmüştür. Bu tür kişiler, özellikle güçsüzlüğü karşısında düş kırıklığına uğradıkları birtakım yetkelere karşı savaşırken, aynı zamanda ya da daha sonra, daha fazla güç ya da vaat içerdiğinden kendi mazoşist özlemlerini doyuracakmış gibi görünen başka bir yetkeler demetine boyun eğerler. Son olarak da, karşı koyma eğilimlerinin tümüyle bastırıldığı ve ancak bilinçli denetim zayıfladığında yüzeye çıkarıldığı bir kişilik tipi vardır; bunlardaki karşı koyma eğilimleri bazen sonradan gücü zayıflayan ya da sarsılmaya başlayan bir yetke karşısında ortaya çıkan bir nefretle de kendilerini belli edebilirler, isyancı yaklaşımın kişilik tablosunun ortasında yeraldığı birinci tip insanlarda bunların kişilik yapısının boyun eğen mazoşist tip yapısının tam karşıtı olduğu yanılgısına kolayca düşülebilir. Bu insanların, aşın bir bağımsızlık duygusundan kaynaklanan bir tepkiyle her türden yetkeye karşı durduklan sanılabilir. Bu tipler, kendi içsel güç ve bütünselliklerine dayanarak özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını engelleyen güçlere karşı savaşan tiplere benzerler. Ancak, yetkeci kişiliğin yetkeye karşı savaşı temelde yadsımadır, ister bilinçli ister bilinçsiz olsun, boyun eğme özlemi olduğu yerde durmaktadır gerçi ama, yetkeye karşı savaşmakla sağlanmak istenen şey, kendini kabul ettirmek ve kendi güçsüzlük duygusunu yenmektir. Yetkeci kişilik hiçbir zaman bir “devrimci” değildir; ona bir “isyancı” demeyi uygun bulurum. Yüzeysel gözlemciye “köktencilik”ten, aşırı yetkeciliğe geçişin açıklanması olanaksız bir olgu gibi görünmesi nedeniyle çok şaşırtıcı gelen sayısız birey ye siyasal hareket bulunmaktadır. Bu insanlar, ruhbilimsel açıdan tipik birer “isyancı”dır.
Yetkeci kişiliğin yaşama karşı tutumu, bütün dünya görüşü, coş-kusal özlemleriyle belirlenir. Yetkeci kişilik, insan özgürlüğünü sınırlayan koşullara bayılır, yazgıya boyun eğmeyi sever. “Yazgı”nın onun için ne anlama geldiği kendi toplumsal konumuna bağlıdır. Bir asker için sevinerek boyun eğdiği üstünün iradesi ya da kaprisi olabilir bu. Küçük işadamına göre, ekonomik yasalar onun yazgısıdır. Ona göre buhran ve bolluk insan etkinliğiyle değiştirilebilecek bir toplumsal görüngü değil, kişinin boyun eğmek durumunda olduğu daha büyük bir gücün anlatımıdır. Durum piramidin tepesindekiler için de temelde pek farklı değildir. Tek farklılık, bağımlılık duygusunun kendisinde değil, boyun eğilen gücün boyutlarında ve genelliğindedir.
Yalnızca insanın yazgısını dolaysız olarak belirleyen güçler değil, genel olarak yaşamı belirliyor gibi görünen güçler de değişmez yazgı olarak algılanır. Savaşların olması, insanlığın bir bölümünün bir diğer bölüm tarafından yönetilmesi de yazgıdır. Çekilen acının her zamankinden az olamayacağı da yazgıdır. Yazgı, felsefesel olarak “doğal yasa” ya da “insanın yazgısı” olarak, dinsel açıdansa, “Tanrının iradesi” olarak, ve ahlaksal açıdan “görev” olarak ussallaştınlır; yetkeci kişilik için karşısında boyun eğmekten başka hiçbir şey yapılamayacak tek şey, daima bireyin dışındaki bir büyük güçtür. Yetkeci kişilik geçmişe tapar. Daha önce var olmamış bir şey istemek ya da ona kavuşmak için çaba harcamak cinayet ya da çılgınlıktır. Yaratma mucizesi —yaratma her zaman için bir mucizedir— onun coşkusal deneyimlerinin alanı dışındadır.
Schleiermacher’in dinsel deneyimi mutlak bağımlılık deneyimi şeklinde tanımlaması genel olarak mazoşist deneyim tanımlamasıdır; bu bağımlılık duygusunda, günah, özel bir rol üstlenmiştir. Gelecekteki bütün kuşakların omuzlarına konulan ilk günah kavramı, yetkeci deneyimin tipik özelliğidir. Tüm insan başarısızlıkları gibi ahlâk, insanın hiçbir zaman kaçamayacağı bir yazgı haline gelir. Bir kez günah işleyen herkes, demir prangayla sonsuza dek günahına zincirlenmiş demektir. İnsanın kendi yaptıkları, onu yöneten ve asla özgür olmasına izin vermeyen güce dönüşmüştür. Suçluluğun getireceği sonuçlar, pişmanlıkla hafifletilebilir, ama pişmanlık, suçu ortadan kaldıramaz.7 Yeşaya’nın “Günahların kıpkırmızıysa bile, kar gibi beyaz olacaktır,” sözleri, yetkeci felsefenin tam karşıtını dile getirmektedir.
Bütün yetkeci düşüncelerin ortak özelliği, yaşamın, insanın kendi benliğinin dışındaki, çıkarları ve istekleri dışındaki güçler tarafından belirlendiği inancıdır. Olası tek mutluluk, bu güçlere boyun eğmekle elde edilebilir. İnsanın güçsüzlüğü, mazoşist felsefenin temel özelliğidir. Nazizmin ideoloji babalarından Moeller van der Bruck, bu duyguyu çok açık bir şekilde dile getirmiştir. Şöyle yazar: “Tutucu daha çok felakete, insanın onu önlemeye gücü olmadığına, felaketin gerekliliğine ve baştan çıkarılmış iyimserin korkunç bir düşkınklığına uğrayacağına inanır.”8 Hitler’in yazılarında da aynı anlayışın diğer örneklerini göreceğiz.
Yetkeci kişilik, etkinlik, cesaret ya da inançtan yoksun değildir. Ama ona göre bu nitelikler, boyun eğme özlemi duymayan bir kişi için olduğundan çok farklı anlam taşırlar. Çünkü yetkeci kişilik etkinliği, etkinliğin yenmeye çalıştığı temel bir güçsüzlük duygusundan kaynaklanır. Bu anlamda etkinlik, kişinin kendisinden daha yüksek bir şey adına edimde bulunması anlamına gelir. Belki Tann adına, geçmiş, doğa ya da görev adına etkinlik gösterebilir, ama asla gelecek adına, doğmamış bir şey adına, güçten ya da yaşamdan yoksun bir şey adına değil. Yetkeci kişilik edimde bulunma gücünü üstün güce dayanmaktan alır. Bu dokunulmazlığı olan bir güçtür ve hiçbir zaman değişmez. Yetkeci kişilik için güçsüzlük her zaman suçluluğun ve aşağılığın belirtisidir ve eğer inandığı yetke, zayıflık belirtisi gösterirse, sevgi ve saygısı aşağılama ve nefrete dönüşür. Önce bir başka ve de daha büyük bir güce boyun eğme duygusu geliştirmeksizin, var olan güce saldırmasını sağlayacak “saldırıcı yetiden” yoksundur. . Yetkeci kişiliğin cesareti, temelde yazgısının ya da kişisel “ön-der”inin, ya da temsilcisinin kendisi için uygun gördüğü acılara katlanma cesaretidir. En büyük erdemi —acıyı sona erdirmeye ya da en azından azaltmaya çalışma cesaretini göstermek değil— yakınmaksı-zın acı çekmektir. Yazgıyı değiştirmemek, tersine, ona boyun eğmek, yetkeci kişiliğin gözünde kahramanlıktır.
Yetkeci kişilik, güçlü ve buyurucu olduğu sürece yetkeye inanır, inancı aslında kuşkularında yatmaktadır; kuşkularını hafifletme görevi de gene inancına düşer. Ama inanç derken, şimdi yalnızca bir gizilgüç olarak var olanların gerçekleştirilmesine inanmayı anlıyorsak, yetkeci kişiliğin inancı yoktur. Yetkeci felsefe sık sık görececiliği fethettiğini ateşli bir şekilde savunmasına ve etkinlik gösterisi yapmasına karşın, temelde görececi ve hiççidir (relativist ve nihilisttir). Kökleri aşırı umarsızlığa, inançsızlığa dayanır ve nihilizme, yaşamın yadsınmasına yol açar.
Yetkeci felsefede eşitlik kavramı yoktur. Yetkeci kişilik ya alışkanlıkla ya da amaçlarına uygun düştüğü için bazen eşitlik sözcüğünü kullanabilir. Ama bu kavram, onun coşkusal deneyimlerinin ulaşabileceği alanın dışında bir şeyleri ilgilendirdiğinden onun için gerçek anlamı ya da önemi olan bir sözcük değildir. Ona göre dünya, güçlü insanlarla güçsüzlerden, üstünlerle aşağı insanlardan oluşur. Sado-ma-zoşist isteklerinden dolayı, yalnızca egemenlik ya da boyun eğme deneyimleri yaşar, hayatında dayanışmaya yer yoktur. İster cinsel olsun, ister ırksal, farklılıklar onun için kaçınılmaz olarak üstünlük ya da aşağılık belirtileridir. Bunlarla ilgili olmayan bir farklılığı düşünemez.
Almanya’nın Yıkım Devrimi adlı yapıtında  faşizmin nihilist özelliğini çok güzel betimlemiştir.)
Sado-mazoşist isteklerin ve yetkeci kişiliğin tanımı, çaresizliğin daha aşın biçimleriyle buna koşut olarak tapınma ya da hükmetme nesneleri ile olan ortakyaşamsal ilişki sayesinde bu çaresizlikten kaçma biçimlerini yansıtır.
Bu sado-mazoşist istekler yaygın olmakla birlikte, yalnızca belli bireyleri ve toplumsal gruplan tipik sado-mazoşist,olarak değerlendirebiliriz. Ancak kültürümüzde bulunmaması, çok ayrık bir durum sayılacak kadar yaygın olan daha hafif bir bağımlılık biçimi de vardır. Bu bağımlılık, sado-mazoşizmdeki tehlikeli ve tutkulu nitelikleri içermez ama burada, tartışmamızın dışında bırakılamayacak kadar önemlidir.
Burada, yaşanılan, gizli bir biçimde kendileri dışında bir güçle ilintili olan kişileri söz konusu ediyorum.10 Bu tip insanlar, bu güçle şöyle ya da böyle ilgili olmayan hiçbir şey hissetmez, yapmaz ya da düşünmezler. Kendilerini “onun” korumasını beklerler, kendilerine “onun” bakmasını isterler, ve kendi öz edimlerinin sonuçlanndan “onu” sorumlu tutarlar. Çoğu kez söz konusu kişi bu bağımlılığının farkında değildir. Belli belirsiz bir farkındalık olsa bile, bağımlı olunan kişi ya da güç, çoğu kez belli değildir. Bu gücün bağlandığı kesin bir imge yoktur. Temel niteliği, belli bir işlevi, yani koruma, yardım etme ve bireyi geliştirme, onunla birlikte olma ve asla onu yalnız bırakmama işlevini temsil etmektir. Bu niteliklere sahip olan “X”e, sihirli yardımcı denebilir. Elbet çoğu kez, bu. sihirli yardımcı kişüeştirilir. Tann olarak algılanır, bir ilke olarak, ya da ana-babası, kocası, kansı ya da üstü, amiri gibi gerçek kişiler olarak kendini gösterir. Burada, şu olguyu kabul etmek büyük önem taşımaktadır: Gerçek kişiler, sihirli yardımcı rolünü üstlendiklerinde, kendilerine sihirli nitelikler yakış-ünlmıştır ve önemleri, sihirli yardımcının kişileştirilmiş şekli ol-malanndan kaynaklanır. Sihirli yardımcının bu kişileştirilmesi süreci, “âşık olmak” denen olguda sık sık gözlenir. Sihirli yardımcıya o türden bir bağlılığı olan kişi, onu somut olarak görmek ister. Şu ya da bu nedenle —çoğu kez cinsel isteklerin desteklediği nedenlerle— belli bir kişi, ona göre bu sihirli nitelikleri üstlenir, ve yardımcı arayan, bu kişiyi bütün yaşamının bağlı ve bağımlı olduğu bir varlığa dönüştürür. İkinci kişinin de birinci kişiyi sihirli yardımcısı olarak seçmiş olması, durumu değiştirmez. Yalnızca, bu ilişkinin “gerçek aşk” olduğu izlenimini güçlendirmeye yarar.
Sihirli yardımcıya olan bu gereksinim, ruhçözümsel süreçte, deney-benzeri koşullar altında incelenebilir. Çoğu kez, çözümlenen kişi, ruhçözümcüye karşı derinden bir bağlılık geliştirir ve tüm yaşamını, edimlerini, düşünce ve duygulannı, çözümcüye bağlar. Çözümlenen kişi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendisine şu soruyu sorar: Acaba o (çözümcü) şundan hoşlanır mı, bunu kabul eder mi, şunu onaylar mı, bundan dolayı beni azarlar mı? Sevgi ilişkilerinde, bir kişinin kendisine eş olarak şu ya da bu kişiyi seçmesi, özellikle bu kişinin salt o kişi olduğu için sevildiğine kanıt olarak gösterilir; ancak ruhçözümlemesinde, bu yanılsama savunulamaz. Aralarındaki fark çok büyük olan kişiler, birbirinden çok farklı ruhçözümcüler için aynı duygulan beslerler, ilişki sevgi ilişkisini andınr; bu duygulara çoğu kez cinsel istekler de eşlik eder; ama gene de temelde kişileştirilmiş sihirli yardımcıyla olan bir ilişkidir ve belli bir yetke sahibi herkes (doktor, rahip, öğretmen) gibi bir ruhçözümcünün, kişileştirilmiş sihirli yardımcıyı arayan kişi için doyurucu bir şekilde oynayabileceği bir roldür.
Bir kişinin bir sihirli yardımcıya bağlanmasına yol açan nedenler, temelde, ortakyaşamsal itkilerin temelinde bulduğumuz nedenlerin aynıdır: Yani tek başına ayakta kalabilme, kendi bireysel gizilgüçleri-ni tam anlamıyla ortaya çıkarma yetersizliği. Sado-mazoşist isteklerde, bu yetersizlik kişinin, sihirli yardımcıya bağımlı olarak kendi bireysel benliğinden kurtulmasına —şu anda sözünü ettiğim bağımlılığın daha hafif biçimlerinde yalnızca yönetilme ve korunma isteğine— yol açar. Sihirli yardımcıyla olan bağın yoğunluğu, kişinin kendi zihinsel, coşkusal ve duygusal gizilgüçlerini kendiliğinden, anında dile getirme yeterliliğiyle ters orantılıdır. Yani, kişi yaşamdan beklediği her şeyi, kendi edimleri yoluyla değil de, sihirli yardımcının aracılığıyla almayı umut eder. Bu durum yoğunlaştıkça, yaşamın merkezi, kişinin kendisinden sihirli yardımcıya ve onun kişileştirilmiş biçimlerine kayar. Şimdi asıl sorun, kendi yaşamını nasıl yaşayacağı değil, yardımcıyı yitirmemek için “onu” idare etmenin ve isteklerini yerine getirmesini sağlamanın, hatta, kendisinin sorumlu olduğu şeylerden onu sorumlu tutmanın yollarını aramaktır.
Daha aşın durumlarda, kişinin bütün yaşamı, yalnızca “onu” idare etme girişimleriyle doludur; bunun için herkes kendine göre bir araç kullanır: bazıları için itaat, bazıları için “iyilik”, bazıları içinse, acı çekme, idare etme ya da kullanma araçları olur. Demek ki, “onu” idare etme gereksinimi izi taşımayan bir duygu, düşünce ya da coşku, söz konusu değil; yani, gerçekten kendiliğinden ya da özgürce gelişen bir ruhsal edim yok. Kendiliğindenliğin engellenmesinden kaynaklanan ve aynı zamanda engellenmesine yol açan bu bağımlılık, belli bir güvenlik duygusu vermekle kalmıyor, bir zayıflık ve bağlılık duygusu geliştiriyor. Bu böyle olunca, sihirli yardımcıya bağımlı olan kişi de, “onun” tarafından —-çoğu kez bilinçsizce— köleleştirildiğini hissediyor ve az ya da çok ölçüde, “ona” karşı isyan ediyor. Kişinin güvenlik ve mutluluk umutlarını bağladığı kişinin ta kendisine karşı geliştirdiği isyan duyguları, yeni çelişkiler yaratır. “Onu” yitirmemek için bu duygunun bastırılması gerekir, ama altta yatan çatışkı, sürekli olarak bu ilişkide aranan güvenliği tehdit eder.
Sihirli yardımcı, gerçek bir kişi şeklinde somutlaştınlmışsa, bu kişiden beklenenleri yerine getirememesi halinde uğranılan düşkınk-lığı —beklenti bir yanılsama olduğundan, gerçek kişi kaçınılmaz olarak onu düşkırıklığına uğratacaktır— o kişiye olan kendi köleliğinin getirdiği tepkiyle de birleşince, sürekli çatışkılara yol açar. Bu çatışkılar, bazen yalnızca ayrılmayla sonuçlanır; ayrılma genellikle, sihirli yardımcıya bağlanan bütün umutları gerçekleştireceği beklenen bir başka nesnenin seçilmesinden sonra olur, Bu ilişki de başarısızlıkla sonuçlanırsa, bir kez daha bozulabilir, ya da sözkonusu kişi, “hayaf’ta her şey başa gelir, deyip bir kenara çekilebilir. Başarısızlığının uygun sihirli kişiyi seçmemesinden kaynaklanmadığını anlayamaz; oysa bir birey olarak, kendiliğinden etkinliği sayesinde elde edebileceği şeyi, bir sihirli gücü kullanarak sağlamaya çalıştığı için başarısızlığa uğramıştır.
Kişinin kendi dışında bir nesneye ömür boyu bağımlı olması görüngüsü Freud tarafından ortaya konmuştur. O bu görüngüyü, anne-babayla kişi arasında erken yaşlarda gelişen, temelde cinsel nitelik taşıyan bağların devamı olarak yorumlamıştır. Hatta bu görüngü onu öylesine etkilemiştir ki, bütün nevrozların çekirdeğini, Oedipus kompleksinin oluşturduğunu öne sürmüş, normal gelişmenin ana sorununun, Oedipus kompleksinin başarıyla aşılmasında yattığını savunmuştur.
Freud, Oedipus kompleksini, ruhbilimin merkezî görüngüsü olarak görmekle, ruhbilimdeki en önemli buluşlardan birini yapmıştır. Ancak yeterli bir yorum yapmayı başaramamıştır; çünkü ana-babayla çocuklar arasında cinsel çekim görüngüsü vardır; bundan kaynaklanan çatışkılar bazen nevrotik gelişmenin bir bölümünü oluştururlar gerçi ama, çocukların ana-babalanna düşkün olmasında ne cinsel çekim, ne de bunun sonucu olan çatışkılar belirleyici rol oynar. Çocuk küçük olduğu sürece, doğal olarak ana-babaya bağımlıdır ama bu bağımlılık, çocuğun kendiliğindenliğinin kısıtlanması anlamına gelmez. Ancak, toplumun temsilcileri olarak hareket eden ana-babalar, çocuğun kendi-liğindenliğini ve bağımsızlığını bastırmaya başladığında, büyüyen çocuk, kendi ayaklan üzerinde durma yetisinin giderek azaldığını hisseder; bunun sonucu olarak da sihirli yardımcıyı arar ve genellikle “onu” ana-babasında kişileştirir. Daha sonra birey bu duyguları bir başkasına, örneğin bir öğretmene, kocaya ya da ruhçözümcüye aktarır. Gene burada da, bu türden bir yetke simgesine bağımlı olma gereksinmesi, anaya ya da babaya başlangıçta duyulan cinsel çekimin devam etmesinden değil, çocuğun gelişmesinin ve kendiliğindenliğinin engellenmesinden ve bunun sonucu olan kaygıdan kaynaklanmaktadır.
Normal gelişmenin olduğu kadar, bütün nevrozlann çekirdeğinde, özgürlük ve bağımsızlık savaşımını görmekteyiz. Birçok normal insana göre, bu savaşım, iyi uyum sağlamalan ve normal sayılmalan yolunda bireysel benlerinin tümüyle bir kenara bırakılmasıyla sonuçlanmıştır. Nevrotik kişi, tümüyle boyun eğmeye karşı savaşmayı bırakmamış, ama aynı zamanda, hangi biçim ya da şekilde görünürse görünsün, sihirli yardımcı figürüne bağlı kalmış kişidir. Onun nevrozu, her zaman için temel bağımlılıkla özgürlük arayışı arasındaki çatışkıyı çözümleme yolunda atılan ve temelde başansız olan bir adım olarak anlaşılmalıdır.

Erich Fromm


*Yetkecilik: Psikolojide başkalarını inandırarak bir kimsenin kendisine sağladığı itaat ve güven.

1 Yorum

  1. “ASAGILIK DUYGUSU, MAZOSIST, SADIST EGILIMLER VE FASIZMIN BIR ERK ARGÜMANI OLARAK YETKECILIK” BASLIKLI YAZIYA ELESTIRI
    Prof. Erich Fromm’un bu baslik altinda yazdigi yazida, ele alinan sorunlarin nedenlerine ve cözümlerine deginilmemekle birlikte, bilimsel olarak yanlis degerlendirdigi bazi konular vardir.
    Mazosist kisilik icin: “Duygulari, cogu kez neden uydurma, bir ussallastirma yardimiyla yalnizca gercek zayifliklarin ve eksikliklerin anlatimi olarak kabul edilse de, aslinda bunlarin gerceklestirilmesi degildir. Bu kisiler kendilerini kücültme, zayiflatma ve olaylara egemen olmama egilimindedirler. Bu insanlar oldukca düzenli olarak, kendileri disindaki güclere, diger kisi ya da kurumlara, ya da dogaya büyük ölcüde bagimli olduklarini belli ederler. Kendi istedikleri seyi yapmaya degil de, bu dis güclerin olgusal ya da sözde buyruklarina boyun egecek konumda olmaya hazirdirlar. Cogu kez, ‘Ben isterim’ ya da ‘Ben varim’ duygusunu yasama yetisinden yoksundurlar.” diyor Prof. Erich Fromm.
    Mazosist kisilige sahip olanlar kendilerini kücültme, zayiflatma ve olaylara egemen olmama egiliminde degildirler. Cünkü, mazosist kisilerin özünde asagilik duygusu vardir. Asagilik duygusunu yaratan ise, hem toplumsal iliskilerde hem de kendileri icin dahi bir sey yapmamalari ve hic bir deger yaratmamalaridir. Bu degerleri yaratamamis olmalarinin özünde ise, ileri boyutta bencillik ve sorumsuzluk vardir. Bunlardaki sorumsuzluk sadece topluma, cevrelerine ve ailelerine karsi degil, kendilerine karsi dahi sorumsuzdurlar. Durum böyle olunca bunlarda tembellik, kiskanclik, kuskuculuk, kurguculuk, kapris, ikiyüzlülük, yalancilik ve onursuz kisilik kacinilmaz olur. Bu tembellik hem ekonomik hem de sosyal iliskileri kapsar. Toplumsal iliskilerde ve kendileri icin dahi bir deger yaratamadiklari icin, sürekli asagilik duygusu icindedirler. Asagilik duygusunu bastirmak icin, sürekli büyüklük taslarlar. Güce ve ekonomik imkanlara sahip olanlara karsi usak ruhlu tavirlar sergilerlerken, kendilerinden zayif gördüklerini ve yoksullari ezmeye calisarak asagilik duygusunu yenmeye calisirlar. Olaylara ve kisilere egemen olma konusunda büyük hayalleri ve kücük capli cabalari vardir, ancak gücleri ve cabalari itibariyla bu amaclarina ulasmalari mümkün degildir. Baskalarin denetimine girip buyruklarina uymayi istemezler, ancak bagimli olduklari kisilerden ve kurumlardan faydalanabilmek icin, en iyi hizmetkar rolünü oynamaya ihtiyac duyarlar. Bir mazosistin toplum karsisinda kendine eziyet edisi, “Ben varim” ve “Ben isterim” duygusunun sonucudur. Yani kendisinin varligigini ve isteklerini gösterme-dayatma amacini tasir. Ancak kendilerini büyük ve önemli göstermek icin kullandiklari yöntemler, onlari daha da kücültüp önemsiz hale getiriyor. Bu sonuclara bakarak, bunlarin kendilerini asagilamaktan ve kendilerine aci cektirmekten zevk aldiklarini söylemek yanlistir. Görüldügü gibi, asagilik duygusu tasiyan birinin kendisini kücültüp asagilamaktan zevk almasi mümkün olmadigi gibi, böyle bir iddia gülünc olur.
    “Daha asiri durumlarda -ki bunlar coktur- bu egilimlerden baska kendini kücük görme ve dis güclere boyun egme, kendini incitme ve aci cekme egilimi de görülür… Bu egilim cesitli bicimlerde ortaya cikabilir… En amansiz düsmanlarinin bile onlara yöneltemedigi elestiri ve suclamalari kendilerine yakistiranlar vardir. Zorlanimli nervotikler gibi bazilari da zorlanimli kuttören (kutsal törensi) ve düsüncelerle kendilerine iskence etme egilimindedirler. Bazi nervotik (sinirsel) kisilik tiplerinde, bedensel olarak hastalanma ve bilincli ya da bilincsiz olarak, tanrilarin armaganiymiscasina hastaligi bekleme egilimi görürüz. Bunlar cogu kez, bilinc disi bir egilimin olmamasi halinde baslarina gelmeyecek kazalara ugrarlar. Kendilerine karsi yöneltilmis bu egilimler cogu kez daha da üstü kapali ya da dramatik bicimlerde ortaya cikarlar. Örnegin bir sinavdaki sonuclarin yanitlarini cok iyi bilmelerine karsin, sinav sirasinda, hatta sinavdan sonra bile sorulari yanitlayamayan kisiler vardir. Bazilariysa, sevdikleri ya da bagimli olduklari kisilere karsi dostca duygular besledikleri halde, istemeden kinci sözler söylerler.” diyor Prof. Erich Fromm.
    Mazosist kisilerde, en amansiz düsmanlarinin bile kendilerine yöneltmedigi elestirileri ve suclamalari kendilerine yakistiranlar, bu davranislarindan ve söylemlerinden zevk aldiklari icin yapmiyorlar. Bunlar sadece sonuctur. Bunlarin nedenleri ve amaclari ise farklidir. Tüm mazosistlerin özünde su ya da bu oranda var olan bu ve diger bazi özellikler ve sadistlik beli kosullara paralel ortaya cikar. Genelde kendilerine karsi agir elestirilerde ve suclamalarda bulunan mazosistler, yasamda yaptiklariyla toplumda distalanmis ve her konuda gücsüz olup topluma ve cevresine bagimli olanlardir. Böylece toplumun ve ihtiyac duyduklari kesimlerce kabul görülmelerini ve faydalanmayi amaclamaktadirlar. Degersiz ve tutarsiz kisilikleri, o anlik bu olumsuz durumda fazla etkilenmez. Etkileri farkli zamanlarda ve kosullarda ortaya cikar. Öncelikli hedefleri, muhtac olduklari güc ve imkanlari saglamaktir. Bu tür kisilikler, bazi kosullarda karsisindakilere saldirmak isterlerken, buna gücleri ve cesaretleri bulunmaz. Bu nedenle, karsisindakine söylemek isteyip de söyleyemedigi bazi sözleri kendilerine söyleyerek karsi tarafa darbe vurdugunu saniyorlar. Yani bunlarin kendilerine yönelttigi bazi agir sözlerle, bazen de dolayli olarak karsisindakilere saldiri amaclaniyor.
    Mazosist kisiler, sonuc itibariyla yasadiklari ve yasayacaklari hastaliklari sever gibi görüntü sergileseler de, esas olarak bundan büyük korku duymaktadirlar. Hem bu korkunun etkisiyle, hem de toplumda hastalara ve düskünlere yardimci olma kültürü nedeniyle, cevrelerinin dikkatini cekme amacini tasirlar. Yasam icinde karsilastigim bu kisiliklerden bazilari, adeta hastaliklariyla ailelerine ve cevrelerine iskence yapiyorlardi. Aglayarak öleceklerini, kimsenin kendileriyle ve hastaliklariyla ilgilenmedigini söylüyorlardi. Oysa sorun cikarmasinlar diye aileleri cok dikkat ediyorlardi ve ellerinden geleni yapiyorlardi. Ileri boyutta bencil ve sorumsuz olduklari icin objektif degil, subjektif davraniyorlardi. Durum böyle olunca, kendilerini dünyanin merkezine herkesin kendileriyle ilgilenmelerini istiyorlardi. Cevrelerinde yasanan her gelismeyi kendilerine karsi düsünüyorlardi. Kendi hastaligini kabullenmeyip, herkesin onlarla birlikte hastaligi ve agrilari cekmesini istiyorlardi adeta. Kendilerinin kücük bir hastaligi ve agrisi varken dahi, hic kimsenin gülmesine ve normal yasamini sürdürmesine tahammül etmiyorlardi. Görüldügü gibi bunlarda hastalik sevilen bir sey degil, ilgi cekme ve gündeme girme araci olarak kullaniliyor.
    Mazosist kisiliklerin ileri boyutta bencil ve sorumsuz kisilikten geldiklerini belirtmistim. Mazosist kisilikler kendilerine karsi da sorumsuzdurlar. Kendisine karsi dahi sorumsuz olan kisilikler, kendileri icin de caba göstermezler. Hayatin her alaninda tembellikleriyle öne cikarlar. Bedensel tembelligin yaninda, zihinsel-düsünsel olarak da tembeldirler. Beyinlerini kullanmaktan bile acizdirler. Yasamlari boyunca yürütmek mecburiyetinde kaldiklari cabalari ise, yasamlari icin zorunlu olan bazi ihtiyaclardir. Bu özelliklere sahip olanlarin, bir sinavda dogru yanitlari vermeleri dogal olarak zor olur. Bildikleri sanilan seylerin dogrulugundan her zaman emin olamazlar. Yasamin cesitli alanlarinda, bu kisiliklerin düsünsel üretim icindeki davranislarini gördüm. Dogrulugundan emin olduklarini sandiklari seyleri söylemek icin sabirsizlikla harekete geciyorlardi. Bir seyi bilmis olmak onlari sevindirip mutlu ediyordu. Bunlarin, sinav sonuclarina verilecek yanitlari bildiklerini ve buna ragmen bir seyler yazmadiklarini iddia etmek yanlistir. Yogun bir asagilik duygusu yasayan mazosistler, bu duyguyu bastirmak ve büyüklük taslamak icin bildiklerini söylemekten ve yazmaktan cekinmez. Eger kesin olarak bildikleri halde yanitlari yazmamaislarsa, o zaman bu kisilerin baska rahatsizliklari olabilir.
    Sadece bazi mazosistler degil, tüm mazosistler ve ileri boyutta bencil ve sorumsuz kisiler, bagimli olduklari kisileri ve kurumlari sevdiklerini söyleyip temelsiz övgüler siralarlar. Yasam icinde karsilastigim bu tür kisilikler, sevdiklerini söyleyip övdükleri kisilerin arkalarinda en agir sözleri söyleyip kin duyuyorlardi. Bagimli olduklari kisilerin ve kurumlarin “koruyuculugunu” saglamak ve faydalanmak icin sevgi-saygi gösterileri yapip temelsiz övgüler siraliyorlardi. Kraldan daha kralci bir tarzda, bagimli olduklarinin rakiplerini hedef aliyorlardi. Bu durum icten ice asagilik duygusunu ve gizli kini artiriyordu. Cikar ve destegin olmadigi zamanlarda bu durum daha da ilerliyordu. Bagimli olduklari zengin ve güclü kisilere duyduklari kini asla yüzlerine söylemezlerdi. Arkalarinda düsmanca kinlerini kustklari kisilerle yüzyüze gelindiginde usakliktan kusur etmezlerdi. Zengin ve güclünün yaninda kendilerini büyük, güclü ve dokunulmaz gibi gösterirlerken, bunun böyle olmadigi gercekligi sürekli asagilik duygularini artiriyordu. Cünkü kendilerinin ve yaptiklarinin bir hic olduklarinin farkindaydilar. Asagilik duygularini bastirmak icin, sürekli yoksullari ve kendilerinden gücsüzleri ezmeye calisiyorlardi. Bu örneklerde görüldügü gibi, büyüklük ve güc taslayan birinde asagilik duygusu ve kücüklük oldugu gibi, mazosist bir kisilikte ayni zamanda sadist bir kisilik vardir. Zaten her ikisinin ortaya cikis nedenleri ve kosullari büyük oranda aynidir. Hangisinin öne cikacagini belirleyen ise o anki kosullardir. Kosullarin daha cok gücsüzlügü ve bagimliligi icerdigi zaman mazosist kisilik, biraz daha az gücsüzlük ve bagimlilik icerdigi zaman sadist kisilik ortaya cikar.
    “Ama aci cekmek ve zayifligin, insan cabasinin amaci olabilecegini kanitlayan bir görüngü var: Mazosist sapkinlik. Burada insanlarin hayli bilincli olarak su ya da bu sekilde aci cekmek ve bundan zevk almak istedigini görüyoruz.” diyor Prof. Erich Fromm.
    Mazosist kisilikler düsünsel ve bedensel olarak kendilerine aci cektiren yöntemlere bas vururlar. Ancak bunlari zevk almak ve kendilerini asagilamak icin yapmiyorlar. Bu yöntemlerle cevrelerine büyük, cesur ve önemli kisiler olduklarini göstermeye calisiyorlar. Ancak bu yöntemlerin toplumda yarattigi etki ise tam tersi yöndedir. Yasamda karsilastigim ve etkisiz hale getirmeye calistigim mazosist kisiler vardi. Bir yerde bunlardan üc tanesi ayni ortamdaydi. Onlari tanidigimiz dönemlerde, güclerinin yettigi insanlara sidet uygulayan, baskici ve sadist yönleriyle biliniyorlardi. Bunlari etkisiz hale getirmek icin bilincli ve cesur bir karsi güc gerekiyordu. Bir süre sonra bunlarin karsisti bir ortam olustu. Hele ki degisik zamanlarda ve degisik mekanlarda ufak cüsesiyle bunlara girisen genc bir arkadasin yaptiklarindan sonra, bunlarin dokunulmaz ve yenilmez olmadigini herkes gördü. Cesaretlenen insanlar, sözlü ve fiilli olarak bunlara karsi durdu. Bu baskici sadist cete, bir sürre sonra hükmünü yitirip sessizlige gömüldü. Ancak hiclik ve asagilik duygusu iclerini kemiriyordu. Karsi güc nedeniyle eskisi gibi baskici davranamayan sadist ceete, mazosist yöntemlerle yeniden gündeme girdi. Artik kendilerini jiletleyerek eski konumlarini kazanmaya calisiyorlardi. Ilk sahneye cikislari herkeste korku ve panik yaratmisti. Bir grup arkadas olarak bunlarin üc sovuna denk geldik. Herkes korku icinde kacisirken, bizler jiletci sovmenleri asagilaayip yaptiklarini kücümsedik. Yemekhanede oldugumuz zaman yemeklerimizi yedik. Mazosist sovmenlerimiz, kendileri icin tehlike olusturmasin diye, jiletin ucunu parmaklarinin arasinda hafiften cikartarak ve telike olusturmayan vücut bölgelerini ciziyorlardi. Insanlar korku icinde onlari ve bizleri izliyorlardi. Sovmenleri etkisizlestirmek ve insanlara cesaret vermek istiyorduk. Sovmenleri asagilayip, mademki istiyor jileti tam olarak vucudunun diger bölgelerinde kllanmalarini söyledik. Ölmeleri halinde dünyanin bir pislikten temizlenmis olacagini söyledik. Bu girisimlerimiz baskalarina cesaret vererek benzer tavirlar sergilemelerini sagladi. Böylece bu cete bir daha orada bu yöntemleri denemedi. Kuskusuz, uygun kosullari bulduklari zaman yeniden benzer yöntemlere yönelecekler. Tüm bunlar, ancak maddi zeminlerinin ortadan kaldirilmasiyla son bulacak ya da en aza inecektir. Bu da sistem sorunudur. Bizim yaptiklarimiz bir cözüm degildi, sadece topluma vermek istedikleri zararlari gecici olarak azaltti. Bunlarin normal insanlar haline gelmeleri icin toplumsal emegin ve paylasimin icinde konumlandirilmalariyla ve yeni bir degerler sistemiyle mümkün olacaklardir.
    Bir dönem calistigim bir isyerinde baskici-sadist bir isci vardi. Bu özellikleri nedeniyle patron bu isciyi diger iscilere karsi kullaniyordu. O’nun patrona, patronun da O’na ihtiyaci vardi. Patrondan aldigi gücle iscilere agir sözler söyleyip dövdükleri oluyordu. Sadece Bingöllülerden ve Karslilardan olusan bir grup isciye dokunamiyordu. Saldirilara ugrayan isciler tavir almadiklari icin ve bizim gruba dokunmadigi icin, bizim müdahale etmemiz icin gerekce olusmuyordu. Saldiriya ugrayan iscilere cesaret verip tavir almalarini ve ardindan olaya müdahale edip onlari koruyacagimizi söyledik. Zorla da olsa bunu saglamayi basardik. Artik sadist iscinin karsisinda biz vardik. Bizden dolayi baskici davranamayan sadist isci, bizim bulunmadigimiz servis aracinda iscilere ecel terleri döktürüyordu. Sürekli bounlarina ve karinlarina dayanmis bicaklarla yolculuk yapan soför ve isciler benden yardim istediler. Benim de servis aracina binmemi söylediler. Ön tarafta sadist ile soförün arasinda oturarak yolculuk yaptim. Yanimda bir sey diyemiyen sadist, bicagi göstererek sessizce soförü tehdit ediyordu. Önce davranislarini asagiladim, sonra da bicagi cebine koymasini, yoksa… diye tehdit ettim. Böylece binmesi gerekmeyen servise binmekten ve terör estirmekten vazgecti. Bir süre isyerinde sessiz ve bunalimli bir tarzda calisti. Ancak bir süre sonra, bicakla kendine zarar vermeye calisan mazosist bir kisilik oldu. Iscilerin büyük bir bölümü, O’nun kendisine zarar vermemesi icin ugrasti. En cok tehdit ettikleri yine O’nun kendisine zarar vermesini engelleyen isciler oluyordu. Iscilerin cabasi O’nu tesvik ediyordu. Neredeyse her gün benzer durumlar tekrar ediyordu. Iscileri geri cekip, elindeki bicakla basbasa kalmasini sagladigimda, kendisine bir cizik atmadan, sok olmus gibi ortada kaliyordu. Bir gün de uclari bantli elektrik kablolarini aciyordu. Ne yaptigini soran iscilere, intihar edecegini söylüyordu. Her zaman oldugu gibi, bu isi de göstere göstere yapiyordu. Önce yavas yavas yaptigi isi, isciler müdahaleye kalkisinca hizlandirdi. Tüm iscilerin geri cekilmesini söyledim. Kabloyu acip gidip dokunmasini, öldügünde de üzülmeyecegimizi, dünyanin bir pislikten kurtulmus olacagini söyledim. Önce sadist, sonra mazosist davranislar sergileyen isci, dünyasi yikilmis gibiydi. Tasladigi büyüklügünün ve gücün altindaki hicligini ilk kez böyle acik görüyordu. Tüm isciler O’nun hicligine tanik olmustu. Artik o isyerinde calisamazdi ve isten cikti. Yasadiklarinin haberi mahallesine de yayilmisti. Ancak bilinmez bir yere giderek kendisini farkli gösterebilirdi. O’nun bu karmasik ve yikilmis duygular icinde dalgin dalgin otoyoldan gecerken, arabanin carptigini ve öldügünü ögrendik.
    “Cesitli bicimlerde görülen mazosist isteklerin tek bir amaci vardir: Bireysel benden kurtulmak, kendini kaybetmek. Baska bir deyisle özgürlük yükünden kurtulmak. Bu amac, bireyin ezici ölcüde güclü oldugunu sandigi bir kisi ya da güce boyun egme arayisi icinde bulundugu mazosist isteklerde cok acik görülür.” diyor Prof. Erich Fromm.
    Hic bir mazosist kendisini kaybetmek, bireysel benden ve özgürlükten kurtulmak amaciyla sözkonusu sözleri ve davranislari sergilemez. Zaten gercek anlamda benlikleri (kisilikleri) ve özgürlükleri de yoktur. Olmayan bir seylerini yitirmeleri sözkonusu olmaz. Zengin ve güclüye bagli olma istekleri ise gücsüzlüklerinin-zayifliklarinin sonucudur. Yani ortaya cikan tablo bir amac degil, sonuctur.
    “Sadist dürtülerin özü nedir? Burada da baskalarina aci vermek dürtünün özünü olusturmaktadir. Gözlemleyebildigimiz cesitli sadizm bicimlerinin hepsi de tek bir temel dürtüden kaynaklanir. Bu bir baska kisi üzerinde eksiksiz bir egemenlik kurmak, onu kendi iradesinin caresiz bir nesnesi haline getirmek, mutlak yöneticisi olmak, tanrisi haline gelmek ve onu istedigi sekilde kullanmak dürtüsüdür. Onu asagilamak, esir almak bu amaca ulastiran yollari olusturur. En köklü amacsa ona aci cektirmektir. Cünkü, bir baska insana aci vermekten, onu kendisini koruma yetisinden yoksun bir halde aciya katlanmak zorunda birakmaktan daha büyük bir güc yoktur. Bir baska kisi (ya da diger canli nesneler) üzerinde tam egemenlik kurmaktan zevk almak, sadist dürtünün ta kendisidir. Kisinin kendisini bir baskasinin mutlak efendisi durumuna getirmesi egilimi, mazosist egilimin tam tersi görünür, bu iki egilimin böylesine icice birbirine bagli olmasi da sasirticidir. Kuskusuz bagimli olma ya da aci cekme isteginin uygulamadaki sonuclari egemen olma ve baskalarina aci cektirme isteginin getirdiklerinin tam tersidir.” diyor Prof. Erich Fromm.
    Prof. Erich Fromm, sadistligi de mazosistlik gibi bir amac olarak degerlendirmis. Bu da bir amac degildir, bir amaca varmak icin kullanilan yöntemdir-sonuctur. Ayni sey fasizmin bir erk argümani olarak yetkecilik degerlendirmesi icin de gecerlidir. Toplumlarin sosyal, siyasal ve kültürel yapisini belirleyen iktisadi yapidir. Toplumlarin ve toplumsal tabakalarin sosyal psikolojileri ve ahlaki deger yargilari da bu kosullara paralel sekillenir. Hic bir insanin kisiligi-karekteri dogustan gelmez. Kosullarin yarattigi bu olumsuzluklar, ancak o kosullarin ortadan kaldirilmasiyla mümkün olur.
    Görüldügü gibi, mazosist kisilik ileri boyutta bencilligin ve sorumsuzlugun bir sonucu olarak ortaya cikar. Cevresindekilere yönelebilme gücü ve kosullari olmadigi icin, kendisine zarar vererek kendisini kabullendirmeye calisir. Beli oranda güce ve uygun ortama sahip oldugu zaman sadist ve baskici bir kisilige bürünebilir. Toplumda bunlara karsi merak ve korku oldugu zaman, bunlar yaygin olarak gündeme girmeye calisirlar. Kisiliklerini ve yaptiklarini hiclestiren tavirlar karsisinda etkisiz hale gelirler. Olumsuz kisilikleri yok edilirken, kendilerini degerli kilan kisilikler sunulmali ve tesvik edilmelidir. En önemlisi ise uygun kosullarin ve altyapinin olusturulmasidir. Bu da sistem sorunudur. Sadist kisilikler de büyük oranda mazosist kisiliklerin ortaya ciktigi kosllada ortaya cikmakla birlikte, farkli ekon omik ve sosyal tabakalarda bazi farkliliklar icerir. Sadizmin özünde de asagilik duygusu ve gücsüzlük vardir, ancak buna karsin beli bir güce ve imkana sahiptir. Beli orandaki gücüne ve imkanlarina karsin, zayifliklari ve yetersizlikleri nedeniyle hep korku icindedir. Bu nedenle baski ve korku yaratarak hakimiyetini güclendirmeye calisir.
    URAL EROGLU

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz