Sevgi ve Nefret Üzerine: Sevgi ve Nefret Birbirinin Karşıtı mı? – İlham Dilman

540

zıtlık1951’de Amsterdam’da düzenlenen Uluslararası Psikanaliz Kongresi’nde sunduğu makalesi “Sevgi ve Nefret Üzerine”de, Michael Balint bir kadın hastasını tarif eder: Kadının “tüm hayatı”, diye anlatır, “aynı örüntünün sürekli bir tekrarı”ndan ibarettir. Kadın her zaman sevgi ve duygulanım ihtiyacı içindedir. Kendisini “gördüğü ilk en ufak ilgi işaretine teslim etmiş”tir. Ona ilgi gösteren kişi kadının zihninde bir meleğe dönüşmüş ve kadın bir süreliğine mutlu bir beklentiyle yaşamış. Derken ilgi gösteren kişi kadınınkinden bağımsız bir varlığa sahip olduğu için onun mutlak taleplerini karşılayamamış. Kadın da bunu acımasız ve kalpsiz bir ihmal olarak görünce sonuç, ıstıraplı bir hayal kırıklığı olmuş. Bu duygu da ardından nefrete dönüşmüş ve kadın, o kişiyi kötü, kalpsiz, bayağı ve acımasız biri olduğu düşüncesiyle kendinden uzaklaştırmış. Bunun sonucunda da kadın anksiyeteden mustarip hale gelmiş.

Kadının nefret etmeye başladığı kişiye duyduğu sevgi gerçek bir sevgi miydi? Balint, bunun gerçek, ama ilkel, olgunluktan yoksun bir tür sevgi olduğunu savunur. Bunun aksine, der, hastasının nefreti olgun ya da çocuksu veya ilkel olarak adlandırılamaz; bunu söyledikten hemen sonra da şöyle ekler: “anksiyete ve bir ölçüde nefret sadece ilkel biçimleriyle varolur.” Balint ilk olarak sevgiye odaklanır: İlkel sevgiyle olgun sevgi arasında ne fark vardır? İlkel, olgunlaşmamış sevgiyi olgun sevgiden ayıran yedi özellik sıralar:

Kişinin benlik hissi zayıftır ve kendi içinde kendisini güvensiz hissetmektedir. Bu yüzden sevgi, duygulanım ve ilgi görerek kendi varlığını onaylatma ihtiyacı hisseder. Öteki, kendi bağımsız varlığı içerisinde, kadının taleplerini karşılayamayınca da sonuç felaket olur. Kadın kafa karışıklığının yanı sıra hayal kırıklığı ve bir tür ihanete uğramışlık hissi de duyar. Kendisini terk edilmiş, sevgi ve duygulanımın onayından mahrum bırakılarak hiçliğe mahkûm edilmiş gibi hisseder.

Kadının onaylanmaya duyduğu ihtiyaç arttıkça, kendi beklentilerini ve ötekinin ona gösterdiği tepkileri değerlendirmekte gitgide daha az gerçekçi olmaya başlar. Ötekinden, ona veremeyeceği veya devamlı veremeyeceği bir şey ister ve hissettiği hayal kırıklığı da gerçeklikle kıyaslandığında ölçüsüzdür: Kadının idealleştirmeleri küçümsemenin takip ettiği gerçekçi olmayan bir hayal kırıklığına dönüşür.

Zayıf benlik hissi ve içsel mahrumiyeti düşünüldüğünde kadın, kendi içlerinde rahat ve güvenli hissedenleri kıskanmaktan kendini alamaz ve duyduğu kıskançlıkla beraber gelen yıkıcılıkla dolar. “Böyle kişiler [diye yazar Balint] ancak hırslı ilişkiler kurabilir…” ve onların sevgileri “kolayca kendi yıkıcı eğilimleri tarafından boğulur.”

Kadın ötekine dair gerçekçi bir imge oluşturmayı başaramaz ve onu iki ayrı kişiliğe ayırır: Kadının beklentilerini karşılayan sevgi ve ilgi dolu kişi ile, onu hiç umursamayan düşüncesiz kişi. Böylece kadın kendi algısında, bu iki uzlaştırılamaz veçhe arasında gidip gelir. Aynı şekilde ötekine karşı hisleri de sevgi ve anksiyete ve bazen de savunmacı bir nefret arasında gidip gelir. Ne onun yanındayken kendini rahat hissedebilir ne de kendi onaylanma ihtiyacıyla baş başayken.

Balint böyle bir kişinin büyüyerek aşmayı başaramadığı güçlü narsistik eğilimler taşıması olasılığını belirtir. Bu kişileri bu kadar talepkar ve ötekinde gördüğü herhangi bir kusur veya yetersizliğe karşı bu kadar hoşgörüsüz kılan da budur: Öteki, gösterdiği sevgi ve ilgide kusursuz olmalıdır.

Altıncı bir olasılık da Freud’u izleyen Balint’in deyişiyle “oral açgözlülüktür. Bu kişiler bekledikleri ve talep ettikleri sevgide kendi varlığının idamesini arar ve asla tatmin olmazlar. Bu açgözlülük kişinin ilk çocukluk dönemine kadar uzanan mutlak bağımlılığından kaynaklanır. Büyüyüp bu bağımlılığı geride bırakmayı başaramaz ve kurduğu ilişkilerin hepsine bu açıdan yaklaşır. Bir yandan bu bağımlılık ötekini bu kişiler için tamamen önemli hale getirirken, öte yandan bu kişilerin ötekinin ilgi, ihtiyaç, hassasiyet ve mutluluklarını düşünmelerini engeller. Öteki sadece bu kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere orada olan bir varlık olarak görülür.

Bu tür kişilerin kurtulmayı başaramadığı ilkel, olgunlaşmamış ilişki biçiminin yedinci özelliği de onların bu ilişkiyi kayıtsız şartsız kontrol etme ihtiyaçlarıdır. Bu, ilişkiyi kontrol etme, kendi şartlarını ilişkiye dayatma ihtiyacı kendi savunmasızlıklarına verilen bir tepkidir.

Balint burada hastasının muktedir olduğu tek sevgi türünün ve kişiliğin bir betimlemesini sunar. Kadını bu tür bir sevgi türüyle kısıtlayan da zaten onun kişiliğidir. Bu özelliklerin bir kısmı, belli ölçülerde ve açılardan her ilişkide bulunabilir. Bahsedilen sevgi türü sevginin ilk hallerinden biri, çocuğun annesine duyduğu sevgidir, ki burada çocuğun benlik hissi hassas bir dengededir; çocuk ihtiyaçlarının karşılanması için annesine bağımlıdır, onun dünyası büyüdüğü cemaatin yetişkin üyelerinin dünyasının ancak cüzi bir kısmıyla örtüşür. Bu dünya çok büyük ölçüde çocuğun duygu ve hayalleriyle belirlenen bir dünyadır. Çocuk duygusal olarak büyüyerek bu duyguları geride bırakmayı başaramazsa, onun yetişkinler dünyasıyla teması da, özellikle bu duyguları açığa çıkartabilecek durumlarda gene hassas bir dengede olacaktır.

Öte yandan bu tür duygulardan sıyrılmış yetişkinlerse, ya kendilerini bu hislere karşı savundukları ya da hayal güçleri köreldiği için, çocuğun dünyasıyla ancak yüzeysel bir temasta bulunabileceklerdir. Gelgelelim bu, yetişkinlerin ilişkilerine de müdahale eden bir dünya olduğu için, ötekilerde bu dünyayla karşılaştıklarında onlar da kendilerini çaresiz ve güçsüz hissedeceklerdir. Sevdikleri bu tür kişilere yardım etmekte başarısız olup, sadece onların anksiyetelerini şiddetlendirmekle kalacaklardır.

Şu hususu vurgulayayım: Büyüyüp böylesi bir dünyadan kurtulmak bu dünyayla bağlantıyı kopartmak anlamına gelmez. Onunla bağlantıyı kopartanlar, ancak büyüyüp bu duygulardan kurtulamamış ve onu kendi içinde bulmaya tahammül edemeyen kişilerdir. Sonuç olarak da ötekilerle kurdukları ilişkiler sınırlı olur ve hayatları da duygusal olarak fakirleşir. Bu madalyonun iki yüzüdür: Bir yandan, yetişkin sevgisi duymayı başaramayan bir kadın var elimizde, öte yandansa büyüyerek bu kadının yaşadıklarını geride bırakamayan bir kişi. Bu ikinci kişi en fazla duygusal alışverişi kısırlaştıran kısıtlı bir çerçeve içinde yaşar ve kendi hayatını fakirleştirir.

Balint’in hastasının örneklendirdiği kişi tipine dönersek: Bu kişi özgüvensiz, onaylanma ihtiyacı duyan, her türlü yakın ilişkide ötekinin ayrı varoluşuna tahammül edemeyen, bunu kendisine bir tehdit olarak gören bir kişidir. Ötekini, kendi bağımsız varlığı içinde takdir edemez: onun bağımsız bir varlığının olmasına izin vermez ve ondan bağımsız deneyimlediklerini ihmal veya ihanet olarak görüp bunun için ondan nefret eder. Duyduğu sevgi bu yüzden narsistik veya sahiplenicidir (ki ikisi aynı anlama gelmez); bu sevgi aşırı talepkar ve tüketicidir. Bu kişiler ötekine verebileceklerini de kendi koşul ve şartlarına göre verirler; dolayısıyla bu da ötekinin istediği gibi olması koşuluna bağlıdır.

Oysa bu sevginin tam zıddı, ilgi ve sevginin koşulsuz olarak verildiği ve kendi ayrı varlığı içindeki ötekine yöneldiği sevgi türüdür. Bu, düşünceli, ötekinin acı ve zorluklarını takdir edebilen ve bunlara tepki verebilen bir sevgidir. Ötekinin farklılıklarını takdir edebilir, onun zaaf, hatta kusurlarını hoşgörebilir. Bu sevgi olgundur, yani bu kişiyi böyle bir sevgiye muktedir kılan, olgunlaşarak onu kısıtlayan eski hayatından yeni kişilik özellikleri oluşturabilmesidir. Bu özellikler (sabır, hoşgörü ve ötekine saygı, koşulsuz ilgi, takdir ve bilfiil alaka, duygusal destek verebilme, onun acılarını taşıma ve sıkıntılarını paylaşma, kendini düşünmekten vazgeçebilme yetileri) bizatihi ahlaki olgunluğun işaretleridir. İnsan böyle bir olgunluğa ancak büyüyüp eski duygusal hayatına ait özelliklerden kurtularak ve kendi iç hayatı üzerinde çalışarak ulaşabilir. Tıpkı bir ağacın büyümek için zamana ihtiyaç duyması gibi, bu özellikler de çok farklı bir açıdan gelişmek için zamana ihtiyaç duyan ve ancak böyle gelişen özelliklerdir. Denildiği gibi, insan nasıl iyiliği gümüş bir tabakta elde edemiyorsa, bu özelliklere de sihirli bir değnek yardımıyla bir anda ulaşamaz. Kişinin ilerlemesi, büyümesi ve bu özellikleri edinmesi de zaman, kendi iç hayatının üzerinde emek harcama, kendini rahat bırakma ve inanç gerektirir.

Sevgi ve Nefretin Asimetrisi

Felsefi açıdan bu noktada en ilginç husus da, bizzat Balint’in de belirttiği, sevgi ve nefret arasındaki asimetridir. Ben de bu hususu geliştirip, aslında kalpten kaynaklanmasına rağmen sevginin bir duygu olmadığını, ama nefretin bir duygu olduğunu belirteceğim.

Balint’in, sevgi için geçerli olan olgunluk ve olgunlaşmamıştık ayrımının nefret için geçerli olmadığını söylediğini gördük. Ama derken Balint nefretin sadece ilkel biçimleriyle varolduğunu da sözlerine ekledi. Önce bu çelişkiyi çözmeye yardımcı olayım ve hangi konuda Balint’in tereddüt ettiğini açıklayayım.

Korku kesinlikle bir duygudur. Bir yanda fobik ve akıldışı korkular vardır, bir yanda da gerçekçi korkular denilebilecekler. Fobik korkular, bence, kişinin çocukluğuna uzanan çözülmemiş çatışmalardan kaynaklansa da, olgun ve olgunlaşmamış korkulardan bahsetmeyeceğim. Gerçekçi bir korkuda ojgunluk, kişinin bu korku karşısında sergilediği cesarettir. Bu da olgun bir kişiliğin işaretidir. Sabrın da ahlaki olgunluğun işareti olduğunu söylemiştim; bu minvalde cesaretle sabrı aynı kefeye koyuyorum. Cesaret elbet bir duygu değil, bir kişilik özelliğidir.

Aynı şekilde nefret de bir duygudur. Ama korkunun aksine, gerçekçi nefret diye bir şeyden söz edemem. Korku genellikle tehlikeye yöneltilir. Nefret nesnesinin genel bir tarifini vermekse zordur. Ama gene de düşmanlıkla dolu bir nefretle kişisel olmayan nefret arasında bir ayrım yapabilirim. Bu yüzden beni sürekli rahatsız eden, bana kendimi savunma fırsatı vermeden beni sinsi bir şekilde aşağılayıp dalga konusu yapan birisinden nefret edebilirim. Yani, bunları öyle bir şekilde yapıyordur ki uygun bir karşılık vermek durumunu benim için daha da güçleştirecektir. Nefrete dönüşen de beni rahatsız etmesi ve bunu kabullenmek zorunda olmanın acısıdır. Elimde olsa ona saldırırım ama acıyı kabul etmek zorundayımdır. İşte ona karşı duyduğum nefretin düşmanlığı da burada yatar. Bu nefret anlaşılır olabilir, ama ne gerçekçi ne de gerçek dışıdır, ne akılcı, ne de akıl dışıdır. Bu duyguyu tarif etmek için bu terimlerin hiçbirini kullanamam.

İmdi, bunun aksine, “Rüşvet alan kişilerden nefret ederim” diyebilirim. Bu, rüşvet alan herhangi biri için geçerlidir. Rüşvet alan her türlü kişiden nefret etmemin sebebi bizzat rüşvet vermek zorunda kalmam ya da vermeyi reddedip ağır bir bedel ödemem değildir. Rüşvetçilikten nefret etmemin sebebi, bu hususa ahlaki bir önem atfetmemdir. “Midemi bulandırıyor,” derim. Bu noktada nefret kişisel olmayan bir türdedir. Aklımdaki ayrım, kişisel olan intikamla, böyle olması gerekmeyen tazminat arasındaki ayrıma benziyor. Bu husus, cezanın gerekçesini tartışan kişilerin göz önüne almadığı bir husus.

İmdi ilk örneğime, beni rahatsız eden kişiye geri dönelim/ Burada duyduğum nefretin kişisel olmayan bir yanı yoktur; as’ lında bunun kaynağı tam da kişisel bir mesele, yani bu kişiden intikam alamamamdır. Eğer intikamımı alıp onu engelleyebilirsem, duyduğum nefret de ortadan kaybolup gider. Bu noktada nefret etmeyi bırakırım ama ben kendi içimde değişmem. Ona karşı yaklaşımımda değişirim sadece. Ama öyle olabilir ki, o beni rahatsız etmeyi sürdürse de benim bakış açım gene değişebilir: Beni sürekli iğnelemesi veya benimle alay etmesi artık umrumda olmayabilir. Kendi kendime, “O da böyle biri; sırf kendi kişiliğim yüzünden bam teline veya hassas bir noktasına dokunuyor olmalıyım” diyebilirim. Hatta bunu daha da belirli hale getirebilirim. Tarif etmeye çalıştıklarımı Spinoza’da buluyoruz. O buna tarafsızlık diyor. Onun aklında olan tarafsızlık da bir olgunluk işaret!

Aynı tür olgunluğu gene, hiçbir intikam duygusu taşımdan bir suçlunun cezalandırılmasını isteyen kişilerde de görürüz. Örneğin Gorgias’ta cezadan bahseden Sokrates. Rüşvetçilik midemi bulandırıyor ve rüşvetçilerden nefret ediyorum derken, ben de egodan yoksun, benmerkezci olmayan bir şekilde konuşuyor olabilirim. Kişinin büyüyüp benmerkezcilikten kurtulması Spinoza’nın bahsettiği tarafsızlığın öteki yüzüdür: Aslında bunlar madalyonun iki yüzüdür.

‘kP’ Önceki örnekte nefret benim mustarip olduğum bir duygudur; Spinoza’nın deyişiyle bir “edilgen duygu”dur. Bu duyguyu v hissederken ben edilgenimdir; ona boyun eğerim. Rüşvetçi örneğindeyse hissettiğim nefret boyun eğdiğim bir duygu değildir. Ben ona sahip olurum, o bana sahip olmaz. Benim içinde bulunduğum hal, rüşvetçiliğe karşı verilen duygulanımlı, ahlaki bir tepkidir. Bunun aksine, beni rahatsız eden ve duyduğum acı x! ve aşağılanmayı bana yapacak hiçbir şey bırakmadan kabullenilmek zorunda bırakan kişinin durumunda ben kendim değilim dir. Ondan nefret edişim, tamamen edilgenliğim içinde gerçekleşir. Bu duyguya karşı tarafsız yaklaşabildiğimdeyse kendim v olurum ve Platon’un deyişiyle “kendine hakim olma” halini sergilerim.

Sevginin Zenginliği ve Nefretin Yoksulluğu

Balint’in hastası tam da böyle bir kendine hakim olma becerisinden yoksundur. Sokrates’in Phaedros’ta kullandığı dille ifade edersek, onun sevgisi “kendi isteklerine düşkünlük”tür. Yani, kalbini, kendi ihtiyaçlarını tatmin edecek birine verir; kendisi olmayı başaramadığı, şu veya bu şekilde duygusal olarak açlık çektiği, ona verilenleri kabul etmekte veya içselleştiremediği, büyüyüp kendi narsisizmini geride bırakamadığı için sahip olduğu ihtiyaçları karşılayabilecek birini sever. Kalbini koşullu verir; onun vericiliği koşulludur. Spinoza’nın “etken” ve “edilgen” ayrımı buraya da uygulanabilir.

Kişinin ötekilere duyduğu sevgi ne kadar etken hale gelirse, o kadar kendisi olabileceği bir varlık biçimine dönüşür bu sevgi. Şüphesiz bu, duygulanımlı, kişinin sevilen kişiye yöneldiği bir varlık biçimidir. Birini sevmek duygulanımlı bir hal içinde olmak değildir. İnsan böyle bir duruma belki aşık olduğunda düşer. Aşık, çekilir, ele geçirilir, “çarpılır.” Bir duygunun esiri olur. Aşık, maşuğundan başka bir şey düşünemez, maşuğuyla beraber olmaktan daha güzel hiçbir şey istemez. Hislerine karşılık bulma beklentisiyle ışıl ışıl parlar. Ama maşuğundan başka bir şey düşünemese de, onu düşünmekten büyük bir keyif alır. Sanki bir rüyanın içindeymiş gibi yaşar; aşık ve maşuk bu rüyayı paylaşır, o paylaştıkları rüyanın içinde kaybederler kendilerini.

Ancak birbirlerini tanıyıp karşılıklı sıkıntıları üstlenme, birbirlerinin sorunlarıyla yapıcı bir şekilde iştigal etme, birbirlerine kendileri olabilecekleri, bağımsız ilgiler taşıyabilecekleri ayrı bir alan vermeyi öğrenme sınavından geçtikleri takdirde birbirlerini sevmeyi öğrenebilirler. Artık aşık olmazlar, ama bunun sebebi aşklarının bitmesi değildir. Birbirlerine duydukları aşk etkin bir sevgiye dönüşmüştür, yani özen ve adanmışlığa. Diğer her türlü şeyi düşünmekte özgürdürler, ama bunu yaparken daima birbirlerini de hesaba katarlar. Bu noktada “ötekini düşünmek” ayrı bir anlam kazanır; insanın kendi düşüncelerinde keyifle ötekinin üzerinde durması değildir artık.

Birbirlerine adanmışlık demek olan sevgi, insanın öteki için gösterdiği özende, sunduğu dostlukta, gerektiğinde verdiği destek ve korumada ve o sözsüz sadakatte ifade bulan bir sevgi, bir hal değildir; bir duygu da değildir. Zıddı olarak nefretle bile karşılaştırılamaz; sevgiyle nefret aynı gramerde değillerdir.

Kişi bir başkasından nefret edebilir, onun kendisine davranışına içerleyebilir, hatta bu ömür boyunca bile sürebilir. Bu, kişinin sürekli beslediği veya güçlendirdiği bir şeydir ve kişinin çektiği ıstırabın, Wittgenstein’ın deyimiyle, bir “hakiki süre”si [genuine duration] vardır. Bir yönelim hali [intention] veya bilgininse, der, hakiki süresi yoktur; yani kendine ait bir tözleri yoktur. Bu husus etken sevgi, özen, sadakat ve kendini adama için de geçerlidir. Ben birisini seversem, ona karşı kesinlikle belli hisler beslerim ama bizatihi benim ona karşı sevgim bir his veya duygu değildir.

Birini sevmekle birinden hoşlanmayı karşılaştıralım. Birinden hoşlanmak onu hoş bulmak, onun eşliğinden keyif almak, o kişide keyifli veya hayranlık uyandırıcı belli özellikler görmektir. Eğer birinden hoşlanırsam onun yanında olmayı isterim ve elbette o kişi bende sıcak arkadaşlık hisleri uyandırır. Eğer onunla beraber vakit geçirirsem, arkadaş olabiliriz. Arkadaşlık sadakat ve güven içeren bir bağdır.

Onunla beraber zaman geçirmekten (konuşmaktan, şakalaşmaktan, beraber ikimizin de hoşlandığı bir şeyler yapmaktan) keyif alacağım bir kişi olduğu için o kişiden hoşlanırım. Onunla ortak hobilerimiz ve ilgilerimiz de olabilir. Birinin eşliğinden keyif almak hayatın masum zevklerinden biridir. İnsan birinden hoşlanınca da ona karşı tarafsızlaşır, ki bu, ona karşı kayıtsız olması anlamına gelmez. Sevgi ise bir duygu olmasa da insanın duygularının işin içine katılmasını sağlar.

Birini seversem onun acılarına ve keyiflerine karşı hassas olurum. Onun acıları benim de acılarım olur, onun başarısı ve keyfi bana da keyif verir. Ona karşı duyduğum sevgide ne kadar olgunlaşırsam, onun eşliğinden de o kadar az bencilce bir keyif alırım: Yani, onun adına keyif alırım. Hissettiğim keyif, onunla özdeşleşmenin gelgeç keyfi değildir. Yani onun benden ayrı olduğunu, onun bağımsız varlığını kabullenirim. Bu tarafsızlık değildir; benim ona bağlılığımın biçimini gösterir. Bu noktada kişisel sevgiyi, örneğin bir erkeğin bir kadına, bir ebeveynin çocuğuna veya çocuğun ebeveynine duyduğu, ya da kardeşler arasındaki sevgiyi, kişisel olmayan anlamda, yani herkesin benim şefkatimin nesnesi olabilmesi anlamında şefkatin karşısına koyuyorum.

Sevdiğimin acılarının nasıl benim acılarım olduğundan, nasıl onun keyfini ve şansını paylaştığımdan bahsettim. Böylece onu korur, destekler, kendimi onun yerine koyar, sınama zamanlarında, yani ona karşı sevgim sınanıp denendiğinde ona sadık kalırım. Aynı zamanda ona güvenir, onu affeder, ondan başkalarından kabul edemeyeceğim şeyler alır, hatta başkalarından isteyemeyeceğini şeyleri ondan isterim. Tüm bunlar duygulanımlı olarak, tüm varlığımla ona katılımımı sağlar. Ama bu şekilde katılabilmek için, tüm varlığımla kendim olmam gerekir. Gündelik dilde söylersek, kalbimi ona vermişimdir. Bu bizatihi beni incinebilir halde savunmasız bırakan bir güven ve iman edimidir: Kalbimi aziz tutmak veya kırmak ona kalmıştır. Eğer kalbimi kırarsa beni de yerle bir eder. İnsanların sıklıkla sevgiden korkup kaçmasının sebeplerinden biri de budur. Birini sevebilmek, kendini ona bağlayabilmek belli bir cesaret ister. Özellikle cinsel sevgiden, yani bir erkekle kadın arasındaki sevgiden bahsediyorum. Böyle beklenmedik durumlarda nasıl tepki verdiğim de ona duyduğum sevginin bir ölçüsü olacaktır. Elbette bağışlama kadar şefkatin bile böyle kişisel bir meselede bir rolü vardır. Onlar sevginin bir parçasıdır.

Bunların hepsi de sevginin karmaşıklığının ve zenginliğinin birer parçasıdır. Sevginin pek çok boyutu vardır ve Balint’in bahsettiği ilkellik ve olgunluk da onun boyutlarından birini belirleyen zıt kutuplardandır. Denildiği gibi, “herkes kendince seyer; sevgisi nasılsa, kendisi de öyledir.” Bunu nefret veya korku için söyleyemeyiz. Kişinin sevgisi nasılsa, kendisinin de öyle olduğu doğru olsa da, kişinin büyüyüp sevgi aracılığıyla kendisi olması da eşit ölçüde doğrudur. Bu da nefret veya korku için söylenemez.

Elbette nefret veya korku da bir kişiyi değiştirebilir; ama bu hiçbir zaman büyüme anlamına gelmez, ta ki kişi bağışlama veya tarafsızlık yoluyla nefretinden uzaklaşsın veya cesaret büyütüp korkusunu yensin. Ama her iki durumda da bunu mümkün . kılan, onun değer verdiği bir şeylerdir; ancak sevgi ve inanç marifetiyle affedebilir, kırgınlıktan vazgeçebilir ve korkusunu yenmek için kendi içinde cesaret bulabilir.

Bu yüzden insan sevgide gelişme ve büyüme fırsatı bulur, tabii bunları özellikle aramadığı, sevgiyi bunlara alet etmediği sürece. Aslında insanların sevgide aradıkları destek ile kendilerini unutup nihayet yakaladıkları gelişme asla aynı şeyler değildir. Aradıkları destek, kendi egolarını desteklemek içindir. Florida Maxwell Scott’ın Women and Sometimes Men [Kadınlar ve Bazen de Erkekler] adlı küçük kitabında dediği gibi:

Hem erkek hem de kadınların sevgi için duydukları özlem, sevgi için kopan bunca yaygara ve debelenme, kendisini vermesi gereken dolu kalplerden kaynaklanmaz; dolu kalpler kendiliğinden, öylece taşar, usulca. Sevgi hakkındaki bunca kuru gürültü, açlığın uyandırdığı karın gurultusuna benzer. Boşluğumuz doldurulmalı, hiçliğimiz yadsınmalıdır. Zavallı olduğumuzu sevginin yadsımasını isteriz, hakikati tersine çevirmesini, değerimizi artırmasını, yalnızlığı biricikliğe çevirmesini isteriz. Kendimizi bize sunması için yanıp tutuşuruz.[1]

Bu tam da Balint’in tarif ettiği ilkel, olgunlaşmamış sevgidir.

Bunun aksine, sevginin sağladığı gelişme, kendimizi sevgiye kaptırıp unutmamız, her şeyden önce sevdiğimizi düşünmemiz yoluyla gelir. Kendi egomuzu yitirirken, kendimizi buluruz; artık kendimizin bize sunulmasına ihtiyacımız yoktur; zavallılığımız artık umrumuzda değildir, boşluğumuz doldurulmaz, bilakis ortadan kaybolur.

Sevgide, dedim, büyüyüp daha olgun hale geliriz. Öte yandan nefret bizi hareketsiz kılar, elimizi kolumuzu bağlar. Bu da bizatihi bir değişim getirebilir; bir şeylere takılıp kalır, aynı örüntüyü tekrarlayıp dururuz. Buna da hiç kimse gelişme veya ilerleme demez. Bu benim deyişimle kişinin çürümesidir: Çürüme, tek başına kalmak ve pes etmekle gelir. İşte bu açıdan sevgiyle nefretin birbirinin zıddı olduğu söylenebilir, ama onların zıtlığı, siyahla beyazın zıtlığı, karşıt renklerin, karşıt duyguların zıtlığı değildir.

Sevgi ve Nefret: İyilik ve Kötülük

Bu bölümü, sevgiyle nefreti iyilik ve kötülüğe bağlayarak bitirmek istiyorum. Kısa ama öz bir şekilde, sadece aradaki bağlantıya işaret edeceğim.

Bir erdem olarak iyiliğe aşinayızdır; bir kişinin iyiliğinden bahsetmek ne anlama gelir biliriz. İçinde iyilik taşıyan bir kişi ötekilere karşı nazik ve düşüncelidir. Onlara adil davranıp,75nların haklarına saygı gösterir. Onlara yalan söylemez, onları kandırıp sömürmez. Yardıma ihtiyacı olduklarında elinden geldiğince onlara yardım eder. Kendini ötekilerin yerine koymaya gönüllüdür. Bağışlayıcıdır. Kışkırtıldığında kendini denetler; hemen kendini yitirmez. Önemseyip değer verdiği şeyleri savunurken cesaret gösterir. Bu erdemler, şefkat veya yardımseverlik, cömertlik, bağışlayıcılık, sabır ve kendini denetleme yetisi, bir bütün haline gelip iyiliği oluşturur.

İyilik bir ideal, Platon’un etiği kadar Hıristiyan ahlakının da merkezinde bulduğumuz bir değer ve erdemdir. Onun bir araya getirdiği erdemlerin hepsinin kaynağında bizim doğamızın sevecen tarafı yatar. Biz, muktedir olduğumuz sevginin arındırıcı gücüyle bu erdemleri edinir veya onlara doğru ilerleriz; yani onun insanı egodan arındıran gücüyle. Sevgimiz ne kadar arı olursa, ötekileri de o kadar düşünür, kendimizi kayıtsız şartsız, karşılığında hiçbir şey beklemeden onların yerine koyarız. Onlara karşı sergilediğimiz adalet, bizim kendimizi onların yerine koyabilme yetimizden kaynaklanır. Aynısı, güvenilirliğimizin bir parçası olduğu ve onlara karşı sergilediğimiz dürüstlük için de geçerlidir. Ötekilerin bize güvenlerine sadık kalmak için gereken cesaret de bizim onlara karşı sergilediğimiz diğerkam özen tarafından mümkün kılınır. Nihayet ötekilerin bize verebileceği sıkıntıları atlatabilme, onların bize verdiği acı ve yaraların intikamını almaktansa onları affedebilme yetisi de bizim ulaştığımız diğerkamlık seviyesiyle mümkün kılınır.

Elbette her tür sevgi diğerkam değildir, ama sevgi olmadan diğerkamlık da olmaz. Ancak sevginin arındırıcılığı marifetiyle benliğimizi unutup diğerkam oluruz, ancak sevgide diğerkam oluruz; diğerkamlığı bir tek ötekilere duyduğumuz sevgide buluruz. Ancak öteki kendi başına, kendi varoluşu içinde, bizim çıkarlarımıza hizmet edecek özelliklerinden azade olarak bizim için önem arzettiğinde, yani Platon’un deyişiyle “kendimize dürüstçe kayıtsız” kaldığımızda, benliğimizi unutup diğerkam oluruz; benliğimizden uzaklaşarak onu sustururuz. Ancak, ötekinin bizim için önem arzetmesi bir tek sevginin bir parçası olan, ona karşı gösterdiğimiz özen, düşüncelilik ve ilgiyle mümkündür. Hatta bu önem o arı haliyle bizim sevgi ve şefkat nesnemize içrektir.

Asıl önemlisi, Balint’in kastettiği anlamda olgun sevgiye doğru gelişme, tüm benmerkezcilikten arınmayla çakışır. Bahsedilen gelişme aynı zamanda daha iyi olmaya, kendimiz hakkında daha bilgili olmaya ve kendimizi daha iyi denetlemeye doğru bir gelişmedir. Aradaki bağlantı da ruhun, tüm çocuksu varoluş biçim ve yönelimlerinin nihayetinde en önemli niteliği olan benmerkezcilikten arınmasıdır. Eğer bu tür bir benmerkezcilik yetişkin yaşamında da bu kadar yaygınsa, bunun nedeni, bu kadar direngen olmasıdır; hatta benmerkezcilik o kadar inatçıdır ki, insan tininin kutuplarından biri, ya da kutuplarından birininin çarpıklığı olduğunu söylemek mümkündür.

İyiliğin bir parçası olan, hatta onu meydana getiren tüm erdemlerin en önemli özelliği diğerkamlığın saflığı; kişinin ötekilere karşı duymaya muktedir olduğu sevgi ve özen aracılığıyla eriştiği diğerkamlık seviyesidir. Bunun aksine, bir sevgi ahlakında kötü olarak görülenlerin de en önemli özelliği benmerkezciliktir. Dolayısıyla kötü bir kişi de salt kendini düşünen ve ötekileri ya kendi planlarının önünde engel teşkil eden ya da bu uğurda kullanılacak araçlar olarak gören kişidir. Ötekiler bu kişinin gözünde sömürülmeli, avlanmalı veya ortadan kaldırılmalıdır. Eğer bu kişinin egosunu artırıyorlarsa, onların peşine düşmelidir, eğer kendisini egosunda zavallı hissettiriyorlarsa, ya da egosunu genişletecek yolu bir şekilde tıkıyorlarsa, nefret edilmeli ve “cezalandırılmalı,” mümkün olan her zaman bir ders almaları sağlanmalıdır.

Tek kelimeyle ifade edecek olursak, kötülük ötekileri tamamen hiçe saymaktır; benmerkezciliğin saldırgan bir biçimidir; örneğin hainlik, herhangi bir ahlaki kaygıyla gemlenmeyen hırs, şehvet düşkünlüğü ve kincilikte olduğu gibi. Bu tür bir hiçe sayma sevginin tam karşıtı, bizatihi antitezidir. Bu bağlamda nefret de, genişlemesini, yanıp tutuştuğu sınırsız hakimiyete erişmesini engelleyecek bir tehdide karşı egonun verdiği bir tepkidir. Ego yolunu kesen herkesin ve her şeyin acı çekip ortadan yok olmasını diler ve bunun için uğraşır. Egonun yok sayıldığı, engellendiği veya aşağılandığında duyduğu azalma hissini, ancak böyle bir nefret telafi edebilir. Zira ego nefrette bir iktidar hissi ve varlık bulur.

Belirtmek gerekir ki, burada kötü olarak betimlediklerimin, sevgi ahlakının bakış açısından bir mahiyet, önem ve kimliği vardır. “Peki ama bütün bunların nesi kötü?” diye sorulacak olursa, bu soruyu yönelten kişiye verecek tek cevabım, iyiliğin ne olduğu konusunda mutabık olduğumuz yönündedir. Bahsettiğim, ötekileri ezip geçen hainlik, kibir, sınırsız hırs ve şehvet gibi şeylerin kötü olması, ancak bütün bunların sevgi ahlakında kazandığı niteliklerin bakış açısındandır.

[1] Maxwell-Scott, Florida, Women and Sometimes Men, Routledge, 1957, s. 185.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz