Çağdaş dünyada akıldışı (extrarational) üç ana etkinlik din, savaş ve aşktır. Bunların üçü de akıl dışıdırlar fakat aşk akla karşıt değildir, yani aklı başında bir kişi sevginin varlığından oldukça tad alabilir.
Çağdaş dünyada din ile aşk arasında belli bir uzlaşmaz çelişki vardır. Ben bu çelişkinin engellenemiyeceği kanısında değilim, bu karşıtlığın kökü, diğer dinlerden farklı olarak, Hıristiyan dininin çileciliğe dayanmasında yatmaktadır.
Toplulukların bir çoğunda aşka karşı takınılan tavra egemen olan tuhaf bir ikilem vardır: bir yanda şiirin, romanın, oyunun ana konusu aşktır, diğer yanda en ciddi toplum bilimciler tarafından ekonomik ve politik dönüşüm (reform) planlarında aşkın varlığı göz ardı edilmektedir. Bu tutumun savunulabilir bir yanı olduğunu sanmıyorum. Ben aşkı insan yaşamındaki en önemli şey olarak görüyor ve sevginin özgürce gelişmesine gereksiz yere karışan düzenlere iyi gözle bakmıyorum.
Aşk, sözcüğüne gerçek anlamı verildiğinde, cinsiyetler arasındaki birtakım ya da tüm bağlantıları ifade etmez, o coşkun bir şekilde insanı saran bedensel olduğu Kadar ruhsal da olan duygu ve ilişkiyi dile getirir. Her düzeyde yoğunluk kazanabilir. Sayısız kadın ve erkek «Tristan und Isolde» de anlatılan böylesi duyguları kendi yaşamlarında duymaktadırlar. Aşk duygusunun sanatsal anlatım gücüne pek sık rastlanmaz fakat duygunun kendisine, en azından Avrupa” da, sıkça rastlanır. Bazı toplumlarda, aşk, diğerlerinden çok daha yaygındır. Bence bu durum o toplumun insanlarına değil gelenek ve kurumlarından kaynaklanmaktadır.
Aşka Çin’de seyrek rastlanır, tarihte aşk şeytansı cariyeler tarafından baştan çıkarılan kötü imparatorların özellikleri ola rak görülmüştür. Geleneksel Çin kültürü her tür güçlü duyguyu yadsır ve her koşulda insanın kendine hakim olmasını öne sürer. Bu bakımdan on sekizinci yüzyılın başlarını andırıyor. Geçmişlerinde romantizm hareketi, Fransız Devrimi ve Büyük Savaş bulunan bizler, aklın kapladığı yerin Kraliçe Anne devrinde sanıldığı gibi, insan yaşamında pek öyle egemen olmadığının bilincindeyiz. Ve akıl psikoanaliz yöntemini bularak kendi kendine ihanet etti. Çağdaş dünyada akıldışı (extrarational) üç ana etkinlik (activity, faaliyet) din, savaş ve aşktır. Bunların üçü de akıl dışıdırlar fakat aşk akla karşıt (antirational) değildir, yani aklı başında bir kişi sevginin varlığından oldukça tad alabilir. Daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz nedenlerden dolayı çağdaş dünyada din ile aşk arasında belli bir uzlaşmaz çelişki vardır. Ben bu çelişkinin engellenemiyeceği kanısında değilim, bu karşıtlığın kökü, diğer dinlerden farklı olarak, Hıristiyan dininin çileciliğe dayanmasında yatmaktadır.
Çağdaş dünyada aşkın dinden çok daha şiddetli bir düşmanı vardır, bu iş ve ekonomik başarının kutsal kitabıdır. Özellikle Amerika’da, çoğunluk tarafından kişinin aşkını işine karıştırmaması gerektiğine, böyle bir şey yaparsa bunun aptallık olduğuna inanılır. Ne varki burada da tüm insansal konularda olduğu gibi bir denge gereklidir. Mesleğini tümüyle aşkı uğruna feda etmek her ne kadar bazı durumlarda trajik bir kahramanlık olsa da, aptalca bir şeydir, ama aşkı meslek uğruna kurban etmek de aynı şekilde aptallıktır, üstelik yiğitçe hiçbir yanı olmıyan bir aptallık. Ne yazık ki istesek de istemesekte, tümüyle para kazanma temeline oturtulmuş bir toplumda, bu oluyor. Tipik bir iş adamım, özellikle Amerika’da, gözünüzün önüne getirin: gelişip büyüdüğü ilk günden itibaren en yetkin düşüncesinin tümünü ve tüm işe yarar gücünü parasal (finansial) başarısı için harcar, bunun dışında kalan herşey onun için önemsiz bir eğlencedir. Gençliğinde bedensel gereksinimlerini arasıra gittiği oruspularla giderir, gecikmeden de evlenir, ne varki ilgi duyduğu şeyler karısının ilgi duyduklarından tümüyle farklıdır ve hiçbir zaman karısıyla içten bir ilişki kuramaz. İşinden eve geç ve yorgun döner, sabahları daha karısı uyanmadan erkenden kalkar. Pazarlarını golf oynayarak geçirir, zira bu idman (exercise) para kazanma uğraşında onu dinç tutması için gereklidir. Karısının meraklarıysa ona son derece kadınsı gelirT bunları onaylasa bile onları paylaşmaktan yana değildir. Evlilik içi aşka olduğu gibi evlilik dm aşka da vakti yoktur ve böylece iş nedeniyle evden uzaklara gittiği zamanlar oruspuları ziyaret eder. Karısı ona karşı cinsel olarak çoğunlukla soğuk davranır, ama buna hiç şaşmaz zira onun da karısına kur yapacak zamanı yoktur. Bilinçaltında nedenini bir türlü bilemediği bir doyumsuzluk vardır. Bu duyumsuzluğunun büyük bir bölümünü işte bastırır, ama duyumsuzluğunun bahsi müşterekli döğüşleri izlemek ya da ilericileri kovuşturmak için sadistçe tadlar aldığı pek hoş olmayan başka biçimlerde de giderebüir. Aynı şekilde doyumsuz olan karısı da ikinci sınıf işlerle uğraşarak bir çıkış yolu bulur ve yaşamları özgür ve rahat olanların rahatlarını kaçırarak erdemli kalmaya çabalar. Böylece karı ve kocanın her ikisinde de eksik kalan cinsel doyum kamu ruhu ve yüksek ahlak prensipleri ardına gizlenerek insanlıktan nefrete dönüşür. İlişkilerin bu talihsiz durumu büyük ölçüde cinsel gereksinimlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Aziz Paul evlilikte gereksinilen tek şeyin cinsel birleşme olanağı olduğunu düşünmüş ve bu görüş Hıristiyan ahlakçıların öğretilerinde bütünüyle desteklenmiştir. Onların cinselliğe karşı olan nefretleri, cinsel yaşamın tüm güzel yanlarına karşı gözlerini kör kılmıştır. Bunun sonucundaysa gençliklerinde bu eğitimle yetişenler, dünyanın tüm güzel yanlarına gözlerini kapayarak bir kör gibi dolaşmaktadırlar. Aşk cinsel birleşme isteğinden çok daha başka bir şeydir, birçok kişinin yaşamlarının büyük bir bölümüne acı veren yanlızlıktan kaçmanın temel aracıdır. İnsanların çoğunda bu katı dünyadan ve çevrenin zalimliğinden kaynaklanan bir korku yüreklerinin derinliklerine işlemiştir. Erkeklerde çokluk sertlik, kabalık ya da zorbalık gibi tavırlarla, kadınlarda dır dır ve şirretlikle gizlenmeye çalışılan, sevgiye karşı bir özlem vardır. Bu duyguya karşılıklı coşkun bir sevgi son verebilir, benliğin (ego, ene) katı duvarlarını yıkar ve ikinin tekleştiği yepyeni bir varlık çıkartır ortaya. Doğa insanoğlunu yalnız yaşayacak biçimde meydana getirmemiştir öyleki insanoğlu diğerinin yardımı olmadan onun (doğanın) amacını gerçekleştiremez ve çağdaş insan cinsel içgüdülerini aşk olmadan bütünüyle doyuramaz. İnsan bütün varlığıyla (bedensel olduğu kadar düşünsel) ilişki kurmadan içgüdü tamamıyla doyurulamaz. Mutlu bir karşılıklı sevginin verdiği o engin içtenliği ve coşkun beraberliği hiç yaşamamış olanlar yaşamın onlara verebileceği en güzel şeyi yitirmişlerdir, bilinçle değil, bilinçsizce duyarlar bunu ve sonu, onları kıskançlığa, zorbalığa ve zalimliğe iten hüsranla biter. Şu halde coşkun sevgiye hak ettiği yeri vermek, toplum bilimciyi ilgilendiren bir konudur, zira eğer kadın ve erkek bu deneyimden yoksun kalırlarsa tamlığa erişmeleri olanaksızdır ve dünyada arda kalan diğer şeylere karşı bir yakınlık duyamazlar ki bunsuz toplumsal etkinliklerinin zararlı olacağı kesindir.
Birçok kadın ya da erkek yaşamlarının bir döneminde uygun koşullar altında coşkun sevgi duyacaklardır. Deneysiz biri için coşkun sevgiyi, cinsel açlıktan ayırmak güçtür, bu durum özellikle sevmedikleri bir erkeği öpemiyecekleri öğretilen iyi aile kızları için söz konusudur. Evlendiği zaman bakire çıkmak isteyen bir genç kız çoğu zaman olduğu gibi, cinsel deneyimi olan bir kadının kolayca düşmeyeceği, geçici ve sıradan bir cinsel çekimin tuzağına düşüverir. Bu, mutsuz evliliklerin şüphesiz sıkça rastlanan bir nedenidir. Hatta karşılıklı sevginin varlığında bile biri ya da her ikisi günâh işledikleri inancıyla zehirlenebilirler. Bu düşünce bir gerçeklikten de kaynaklanabilir. Örneğin Parnell hiç şüphesiz zina işleyerek günaha bulanmıştır zira İrlanda’nın umutlarının gerçekleşmesi bu yüzden yıllarca geriye atılmıştır. Ama hiç bir gerçekliği olmasa da günah düşüncesi aşkı aynı şekilde zehirler. Eğer sevgi olabilecek bütün güzelliklerin sergilenmesiyse, özgür, verimli, sınırsız ve içten olmalıdır.
Geleneksel eğitimin sevgiye bulaştırdığı günah duygusu, evlilikte bile, ister bilinçli, düşünceleri bağımsız olsun, isterse geleneğe bağlı, kadınlarda olduğu kadar erkeklerde de bilinçaltına işler. Bu tutumun etkileri çeşitlidir, çokluk erkekleri sevişirken haşin, beceriksiz ve sevimsiz yapar, kadının duygularını deşmek için bu konuda konuşmadıkları gibi ne de birçok kadının tad almasında temel olan son harekete yavaş yavaş yaklaşmayı, gerektiği gibi değerlendirebilirler. Aslında çoğu kez bir kadının da tad alması gerektiğini atlarlar. Eğer bir kadın tad almıyorsa suçlu sevgilisidir. Geleneğe bağlı olarak eğitilen kadmlarda soğuk davranmakta çoğu zaman belli bir gurur, büyük bir bedensel kayıtsızlık ve kolay bedensel yakınlaşmaya karşın bir isteksizlik vardır. Becerikli bir sevgili bu ürkekliklerin üstesinden gelebilir, fakat erkek bunlara namuslu bir kadının göstergeleri olarak saygı ve hayranlık duyuyorsa, bu ürkekliği yenmesi mümkün değildir ve yıllar sonra bile evliliklerindeki kan koca ilişkileri az ya da çok resmi ve donuk olarak kalır. Dedelerimizin günlerinde kocalar karılarını çıplak göremezlerdi ve karıları böylesi bir istek karşısında dehşete düşerlerdi. Bu tutum bugün de sanıldığından çok daha yaygın, hatta bu sorunun üstesinden gelenler de bile hala önemli ölçüde eskiden kalan o gerginlik devam ediyor.
Çağdaş dünyada sevginin bütünüyle gelişmesine diğerlerinden daha ruhsal olan bir başka engel vardır, bu bir çok kişinin kendi eldeğmemiş bireyselliklerini koruyamıyacakları korkusu duymalarıdır. Bu oldukça çağdaş ve aptalca bir korkudur. Bireysellik kendi içine kapalı bir son değildir, o dünya ile meyva verebileceği ilişkiler içine girmesi gereken, ve böylece ayrılığını yitirecek birşeydir. Cam bir fanus içine kapatılan bireysellik solar, insan ilişkileriyle büyüyen bireysellik ise zenginleşir. Aşk, çocuk ve çalışma bireyle dışta kalan dünya arasındaki ilişkiyi güçlendiren en önemli kaynaklardır. Bunların arasındaki sevgi sıralamada birinci gelir. Ayrıca anne ve babanın her ikisinin de karakterlerini yansıtması muhtemel olduğu için, sevgi, bir annebaba sevgisinin en iyi biçimde yaratılabilmesi için gereklidir. Eğer anne ve baba birbirlerini sevmiyorlarsa, herbiri kendi karakterini çocukta görmekten mutlu olacak, diğerinin karakterinin belirmesiyse ona acı verecektir. İş, her zaman kişiyi dış dünya ile verimli bir ilişkiye geçirme gücüne sahip değildir. Bunu başarıp başaramaması gerçekleştirilen çalışmanın özüne bağlıdır. Eğer çalışmanın itici gücü sadece para kazanmak ise bir değeri yoktur, insanlara, şeylere ya da sadece bir hayale bağlılığı somutlayan çalışma değerlidir. Ve sadece tahakküm eden sevgi de değersizdir, salt para kazanmayı amaçlayan çalışmayla aynı düzeydedir. Sevginin sözünü ettiğimiz değeri kazanabilmesi için sevilen kişinin ben’i kişinin kendi ben’i kadar önemli olmalı ve başkalarının duygu ve arzularını kişi kendi duygu ve arzuları gibi almalıdır. Bundan, sadece bilinçli değil içgüdüsel olarak da bencillik duygusunun boyutları diğer kişiyi de içine alacak kadar genişlemelidir anlamı çıkar. Tüm bunları vermek, rekabetçi, hırçın toplumumuz ve kısmen romantizm kısmen Protestanlık tarafından türetilen kişiliğe aptalca tapınma yüzünden güçleşmektedir.
Sevgi, çağımızın özgür insanları tarafından ilgimizi ciddi olarak çeken yeni bir tehlike karşısındadır. İnsanlar her fırsatta, hatta sıradan basit bir dürtüyle bile, cinsel ilişkide bulunabilmelerinin önünde hiç bir ahlaksal engelin kalmadığını hissetmeleriyle, seksi ciddi duygu ve sevgilerden ayırma alışkanlığı edindiler, hatta seksi nefret duygularıyla bir tuttular. Aldaus Huxley’in romanlarında bu konuda çok güzel örnekler vardır. Huxley’in kişüeri, cinsel birleşmeye St. Paul gibi sadece bedensel bir boşalım olarak bakmaktadırlar, ona katılabilecek yüce değerler onlar tarafından bilinmemektedir. Bu tutumun bir adım sonrası çileciliğin dirilmesidir. Aşkın kendine özge düşüncesi, özünden kaynaklanan ahlaksal ölçütleri vardır. Bu ölçütler bir yandan Hıristiyan öğretisiyle, diğer yandan gençliğin önemli bir bölümü arasında yaygınlaşan, tüm cinsel ahlaka karşı karmakarışık başkaldırıyla belirsizleştirilmiştir. Sevgiden koparılmış bir cinsel birleşme içgüdüye derinlemesine doygunluk vermeye yeterli değildir. Bunun asla gerçekleşmemesi gerektiğini söylemiyorum, bunun gerçekleşmesi için öylesine katı engeller koyarız ki sevginin gerçekleşmesi de son derec güç bir hale gelir. Söylemek istediğim, sevgiden ayrılıp kopartılmış cinsel birleşmenin pek az değeri olduğu ve buna öncelikle sevgi deneyimi gözüyle bakmak gerektiğidir.
Gördüğümüz gibi aşkın insan yaşamında iddia ettiği yer son derece büyüktür. Ne varki aşk, serbest bırakıldığında ne yasanın ne de törenin sınırları içinde kalmıyacak kadar anarşik bir güçtür de. Eğer çocuklar söz konusu olmasa pek önemli bir sorun değil. Fakat işin içine çocuklar girince aşkın özerkliğini yitirerek insan soyunun devamına hizmet ettiği farklı bir alana geçeriz. Bir çatışma çıktığında tutkun (passionate, ihtiraslı) sevginin iddialarının üstesinden gelebilecek çocuklara ilişkin toplumsal ahlakın olması gereklidir. Sağduyulu bir ahlak, sevgi sadece kendi içinde güzel olduğu için değil anne ve babanın birbirlerini sevmelerinin çocuklar için büyük değer taşımasından dolayı da çatışmayı en az düzeye indirir. Sevgiye olabildiğince az bulaşmaktan kaçınmak çocukların çıkarlarına olduğu kadar sağduyulu ahlakın da temel araçlarından biri olmalıdır. Bu konuyu aileyi ele almadan tartışamayız.
Bertrand Russell
Kaynak: Evlilik ve Ahlak