Mektuplara, fotoğraflara, yazılara özel bir itina gösteriyorum. Bütün mektupları ve yazıları dikkatle okuyorum… Bir çeşit kitle haberleşme aracı oluyor benim için. Cevap yazdığım arkadaşlardan, kendi bölgelerinin ekonomik yapısını, türkülerini, o bölgelerde yaygın olan efsaneleri işçilerin köylülerin durumunu soruyorum. Çoğu yoksul kesimin çocukları. Doğal olan da budur. Milyoner çocukları beni arayacak değiller ya! Her milliyetten, her siyasi kanattan arkadaşlar var yazanlar içinde. İster revizyonist olsun, ister faşist eğilimli, ister gerici. Hiçbirini ayırdetmiyorum aslında… Bana mektup yazan ülkücüler var örneğin; mektuplarına, “bismillahirrahmanirrahim” diye başlayanlar var. Bunlar hepsi benim halkımın çocukları. Şu an taşıdıkları düşünce hayat tarafından değiştirilecektir.
Asiye kardeşim,
26 Nisan tarihli mektubunu aldım. Yine kırık ve sitem dolusun. Durumu kavrayabilmen için, mümkün olduğunca geniş bir biçimde yaşadığım koşulları anlatmaya çalışacağım. Umarım ki beni anlayacaksın, gereksiz kuruntularından kurtulacaksın ve her mektubuna neden cevap vermediğime hak vereceksin.
Öncelikle, bilincinde olduğunu sandığım sorumluluklarıma değinmek isterim. Ben, ülkemin tüm sorunları üzerine düşünmek, araştırma yapmak, gerekli kitapları okumak, bazı konularda yazı yazmak, günlük siyasal ve toplumsal gelişmeleri izlemek zorunda olan ve kendisini geleceğin daha zor, daha karmaşık sorunlarına hazırlamakla yükümlü, siyasal yanı ağır basan bir sanatçıyım. Ne düşündüğü, ne söylediği, milyonlarca insan tarafından merakla izlenen bir adam, bu öneme uygun bir ciddiyetle çalışmasını sürdürmek zorundadır.
Halkımı seviyorum. Halkı sevmek, içinde bulunduğumuz zor günlerin sorunlarına ciddiyetle eğilmemizi emrediyor. Halkı sevmek, tek tek insanların, tanıdıkların, arkadaşların çıkarlarını halkın genel çıkarlarına tabi kılmayı gerektirir. Halkı sevmek, mektup yazarak, tek tek kişileri memnun etmeyi değil, büyük çoğunluğun gerçek çıkarlarını temel alan çalışmaları ön palana almayı gerektiriyor.
Onbinlerce arkadaştan mektup alıyorum. İçten, üzüntülü, sıcak, dost ve duygulu mektuplar çoğu. Dokuz yaşından, yetmişbeş yaşına dek, kadın erkek, genç kız ve delikanlı ve çocuk; halkımın insanları hepsi. Benimle yazışmak, mektupla arkadaşlık kurmak, bilgi alışverişi yapmak, tartışmak istiyorlar. Acıma, sevincime, mücadeleme ortak olmak istiyorlar. İçtenliklerine yürekten katılıyorum. Resim istiyorlar, hayatımı anlatmamı istiyorlar, bazı filimlerim hakkında görüşlerimi bilmek istiyorlar. Kimi zarfın içinde, üzerine adı soyadı yazılı cigaralar gönderiyor… Kimi arkadaş kurutulmuş çiçek, kimisi kurutulmuş arnavut biberi, kimisi pul, kurşun kalem gönderiyor. Şiir, hikaye, roman, senaryo, anı gönderiyorlar. Kimi mektuplar çiçek, kuş resimleriyle dolu… Genç kızlar kolonya, esans döküyorlar mektup kağıtlarına, kimisi saçından teller gönderiyor. Yazdıklarını okumam ve düşüncelerimi yazmamı istiyorlar. Bir kısım arkadaşlar kendileri için şiir yazmamı, roman yazmamı, senaryo yazmamı istiyorlar. Aslında çok güzel şeyler… Sevindirici, umut edici. Gelgelelim tam anlamıyla karşılık vermek ve bütün istek ve dileklere aynı sıcaklıkta ve aynı uzunlukta yanıt vermek benim için olanaksız. Evet, üzücü ama olanaksız…
Mektuplara, fotoğraflara, yazılara özel bir itina gösteriyorum. Bütün mektupları ve yazıları dikkatle okuyorum… Bir çeşit kitle haberleşme aracı oluyor benim için. Cevap yazdığım arkadaşlardan, kendi bölgelerinin ekonomik yapısını, türkülerini, o bölgelerde yaygın olan efsaneleri işçilerin köylülerin durumunu soruyorum. Çoğu yoksul kesimin çocukları. Doğal olan da budur. Milyoner çocukları beni arayacak değiller ya! Her milliyetten, her siyasi kanattan arkadaşlar var yazanlar içinde. İster revizyonist olsun, ister faşist eğilimli, ister gerici. Hiçbirini ayırdetmiyorum aslında… Bana mektup yazan ülkücüler var örneğin; mektuplarına, “bismillahirrahmanirrahim” diye başlayanlar var. Bunlar hepsi benim halkımın çocukları. Şu an taşıdıkları düşünce hayat tarafından değiştirilecektir. Örneğin Adıyaman’dan Mustafa Öncel adında bir arkadaş tam kırkbeş parşömen sayfası mektup yazmış bana. Ne sağcı, ne solcu… Bu arkadaş tipik Yılmaz Güney sevenlerin bütün özelliklerini taşıyor. Dürüst ve açık yürekli. Halkının değerlerine bağlı. Yozlaşmamış. Bana yöneltilen suçlama ve kötüleme kampanyaları karşısında direniyor. Onun mektubu çok şeyler öğretti bana.
Mektupların hiçbirini atmadan saklıyorum. Niyetim, özgürlüğüme kavuştuktan sonra, mektup yazan, tel çeken, pusula gönderen bütün arkadaşlarla fırsatını bulup konuşmak ve onları daha yakından tanımak. Gerekirse onlarla çalışmak, onları eğitmek, öğrenebileceğim şeyleri onlardan öğrenmek. Çünkü onlar beni hiç yalnız bırakmadılar, bırakmayacaklar da… Onların gerçek arkadaşlarım olduklarına inanıyorum. Onların içinde var olan köklü sevgi cevheri ve inaç işlenirse, kopmaz bağlarla birbirimize ve halkımızın mücadelesine bağlanabiliriz. Bir örnek olarak sen kendini al. Birbirimizi hiç görmedik. Üstelik farklı siyasi anlayışlarımız da söz konusu. Ama duyduğun dostça sevginin içtenliğine ve senin de dediğin gibi, “Çok erkekten erkek” olduğuna inanıyorum. Bu dostluk mutlaka değerlendirilmelidir.
Bazı arkadaşlar siyasi görüşlerimi bütün yönleriyle bilmek istiyorlar. Ben de isterim öğrenmelerini; ne var ki, tek tek her arkadaşa bu konularda yazabilmem mümkün değil. Örneğin öyle konular var ki, yüz arkadaş iki yüz arkadaş aynı soru ve isteklerde birleşiyor. Şimdi bu arkadaşlara ayrı ayrı aynı konuları cevaplayan yazılar yazmak söz konusu. Yazamıyorum. Mektupların ancak çok az kısmına günü gününe cevap verebiliyorum. O da iki satırı geçmiyor. Bir selam ve imza. Ne yazık ki, her gelen mektubu anında cevaplandırma olanağım yok. Cezaevindeki bir insanın, mektuplara cevap verme olanağının bile olmaması, zaman bulamaması başlangıçta yadırgatıcı gelebilir. Aslında yadırganacak bir şey yok. İçinde bulunduğumuz durumu bilmedikleri için farklı düşünmeleri ve kimi arkadaşların subjektif kızgınlıkları ve öfkeleri ve çocukça alınganlıkları hoşgörülebilir. Öyle yapıyorum zaten; bunlardan biri de sensin. Sana yazmama durumumu çeşitli olasılıklara dayandırıyorsun. Örneğin diyorsun ki: “…acaba çalıştığım yer Yılmaz tarafından biliniyor da, onun için mi kardeşim aramıyor. İşyerim sana ters, tamam. Bu bir nedense Ağustos 1977’de işten ayrılıyorum.”
Bu çok yanlış bir yaklaşım. Biz her yerde çalışabiliriz. Bildiğim kadarıyla ticari bir kurumda sekretersin. Benim arkadaşlarımın çoğu, işçiler, memurlar ve emekçiler, hayatlarını kazanmak için zengin sınıfa, onların fabrikalarında, bürolarında, bankalarında, tarlalarında, hatta polis örgütlerinde çalışarak hizmet ederler… Şimdi ben herhangi bir burjuvaya, burjuva kurumuna hizmet ediyor diye, arkadaşlarıma olumsuz tavır gösterebilir milim? Hayır, kesinlikle yanlıştır. Biz her yerde çalışacağız. Gericilerin, faşistlerin hepsinin içinde ve işyerlerinde. Biz gerici arkadaşlarımızla da bağlarımızı koparmayacağız. Bazı arkadaşlar, işi öylesine ileri götürüyorlar ki, ailesini gericilikle ya da burjuva olmakla suçlayıp evden ayrılıyorlar. Varlıklı akrabalarını hasım olarak görüyorlar. Bütün bunlar yanlıştır. Sekterce bir tutumdur. Biz sadece ideolojik anlamda, gerici faşist ideolojiyle, revizyonist olsun, reformist olsun, burjuva ideolojisinin her çeşidiyle bağlarımızı kesinlikle kopartırız. Fakat işimizle, arkadaşlarımızla, ailemiz ve akrabalarımızla bağlarımızı sürdürürüz. Örneğin, bir arkadaşımız gerici bir düşünceye sahip ise bu nedenden ötürü ilişkimizi kesmemiz değil, onu eğitmek ve değiştirmek için daha çok çaba göstermemiz gerekir. Fakat ilişkiler öyle bir noktaya gelir ki, artık onunla beraber olmak gericiliğe hizmettir, o zaman ilişkimizi keseriz. Ben böyle bakıyorum olaylara ve senin işin ile ilgili olarak kötü bir şey düşünmüyorum.
Bir noktaya değinmek istiyorum. Bazı arkadaşlar, uzun uzun, sayfalarca mektup yazıyorlar. Ben de, kısaca bir cevap ya da iki satırlık resim arkası yazarak cevaplıyorum. Bir hafta geçmeden bir mektup geliyor o arkadaşlardan birinden. Kızgınlık ve öfke dolu. Kırıklık dolu. Niye kendisi gibi uzun yazmamışım? Cevap yazmadıklarım da şöyle düşünüyorlar. Yılmaz Güney’in işi yok da bize cevap mı verecek, kim bilir mektubumuzu okumadan bile yırtıp atmıştır. Ne denli bir yanlış düşünce. Bu ruh halini çok iyi bilirim. “Tenezzül edip” iki satır bile yazmadı derler. Bir kısım arkadaşlar da, pul ve kağıt masraflarından kaçındığım için yazmadığımı düşünüyorlar. Ve kendilerine göre akla uygun gelen çeşitli nedenler buluyorlar. Onların neler düşünebileceklerini biliyorum. İçim yanarak söylüyebilirim ki, onların içten ve tertemiz sevgi ve yakınlıklarına gölge düşürmemek için elimden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorum. Bütün isteklerime karşın yazamıyorum. Yetemiyorum. Bazı arkadaşlar kızgınlıklarını, bir daha bana yazmayacaklarını, bir daha filmlerime gitmeyecekerini, biriktirdikleri resimlerimi yırtacaklarını söyleyerek ifade ediyorlar. Bu tip, yakınlıkları kısa zamanda, nefrete ve kızgınlığa dönüşen arkadaşlar, özünde bana karşı bilinçsiz sevgi duyanlardır. Böylesi kırıklıklarla dolu arkadaşların sayısı oldukça az olmakla birlikte, yine de önemli. Sadece bu kırık arkadaşlara, değil uzun mektup, normal mektup yazmaya kalkışsam bile, inan cezam yetmez. Kaldı ki, hepsini gerçekten sıcak bir duyguyla karşılamama rağmen, benim işim sadece mektup yazmak değil, gerçekten halkımızın büyük çoğunluğunu hayati derecede ilgilendiren sorunların çözümü için çalışmak, örneğin 1 Mayıs gösterilerinde çıkan olaylar. TV, radyo ve burjuva basın, kitleleri, olayı yanlış aksettirerek aldatıyorlar. Faşist çetelerin komplosunu örtbas etmeye çalışıyorlar. İşte ben, bütün kırıklıklara, yanlış düşünmelere göğüs gererek, bir kısım arkadaşların benden kopması pahasına da olsa, ikinci şıkkı seçmek, halkın çıkarlarını zedeleyen şeylerle mücadele etmek ve kendimi hazırlamak zorundayım. Bugün bana kızanlar, alınanlar, kendilerine mektup yazmadığım için hakkımda olumsuz düşünenler, ilerde beni anlayacaklar ve hak vereceklerdir.
Normal aylarda, ortalama ikibin mektup alıyorum. Bayramlarda ve yılbaşlarında bu sayı beşbine kadar çıkıyor. Binlerce arkadaşa, bir insanın tek tek mektup yazarak cevap vermesi, bütün zamanını mektup okumaya ve yazmaya vermesi halinde bile mümkün değildir. Ama ben canımı dişime takarak bayramlarda, yılbaşlarında, ayın bazı haftalarında, mektup yazmaya, resim göndermeye zaman ayırarak, gücüm oranında cevap vermeye çalışıyorum. Zarf üstlerini yazması için arkadaşlarımdan yardım istiyorum. Zarftaki yazıyla mektuptaki ya da resimdeki yazı farklılığını gören arkadaşlar da soruyorlar mektuplarında: “Zarfımızın üzerine adres yazmaya tenezzül etmedin mi?” diyorlar. Böylesine bencil ve düşüncesiz tavırlar karşısında ne diyeceksin şimdi… nasıl baş edeceksin, söyle bakalım. Örneğin sana, bayramlarda, yılbaşlarında hiç değilse ara sıra, üç dört mektubuna bir tane de düşse, kısa da olsa cevap verdim. Ama son mektubun yine sitem dolu. Unutma ki, cevap isteyen yanlız sen değilsin…
Şimdi hesap edelim. Ortalama 6 saat uyuyorum günde. Üstelik uykuya da öylesine ihtiyacım var ki… Ama zamanım yok. Zaman kazanmak için uykudan çalmak zorundayım, iki saat spor. Birbuçuk saat de kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeklerine ayıralım. Yemeklerden sonra onar dakika volta attığımı düşün. Bir saat de TV izlediğimizi kabul edelim; haberlerden başka bir şey izlemiyorum, bir de, Heidi çizgi filmini izliyorum; çünkü oğlum onu çok seviyor, ben de oğlumu çok seviyorum; hiçbir iş yapmadan onbir saat gitti mi? Kaldı onüç saat. Günlük gazeteleri gözden geçirmek en az birbuçuk saatimi alıyor. Günde en az bir saat dergilere ayırmak zorundayım. Günlük mektupların okunması, bir kısmının cevaplanması iki saat tutuyor. Kaldı mı sekiz saat? Bu sekiz saat içinde düşüneceksin, okuyacaksın, arkadaşlarla günlük sorunlarını konuşacaksın, nöbetçi isen yemek yapıp bulaşık yıkayacaksın, temizlik yapacaksın. Açıkçası gün yetmiyor. Bir sonraki güne, üst üste yığılmış bir yığın işle giriyorsun ve bu birikimler günden güne çoğalıyor.
Arkadaşlar şöyle düşünmeli bence: “Yılmaz arkadaşa benim gibi binlerce arkadaş mektup yazıyor. Ondan benim gibi binlerce arkadaş cevap bekliyor. Bir insanın bu koşullarda bütün mektuplara cevap yetiştirmesi mümkün değil. Kaldı ki, bu arkadaşın yapacağı, bütün halkımızı ilgilendiren, çok daha önemli sorunlar var. Benim yaptığım biraz bencillik, yalnızca kendimi düşünmek oluyor. O her zaman bizi düşünüyor. Onun bizi ve sorunlarımızı daha iyi düşünmesi için zamana ihtiyacı var” demeli.
Mektuplarda en çok kullanılan cümle şu: “Biliyorum” diyorlar. “Sana benim gibi binlercesi mektup yazıyor, ama sen benim mektubuma mutlaka cevap yaz.” Ayrıcalık istiyor. Ah, ne kadar isterim hepsine yazmayı. Kimseyi ayırdetmeden. Hele askerdekilere, cezaevlerindekilere, okulların adreslerini verenlere —okulları tatil olmadan— yazabilsem.
Bir hesap yapalım: Şu an cevap için bekleyen onbini aşkın mektup var. Mektupları donduralım, yani artık mektup gelmediğini varsayalım. Elli mektubu yeniden okuyup, elli mektuba bir günde cevap yazsam. Kısaca, selam kelam, imza… tam ikiyüz gün tutar, yani altı ay yirmi gün. Bu altı ay yirmi gün içinde gelenleri ve yazdığın cevapların karşılığını hesap et; üstelik yazdığın hiçbir mektup ve yazı doyurucu olmaz… hepsi de, neden kısa yazmış diye kırıklık ve soğukluk duyar. Bu bir koyunu bin kişi arasında paylaştırmaya benzer; kimsenin karnı doymaz, eti dağıtan da hiçbir şey kazanamaz. Ne sevgi ne saygı… Ne yapmalıyım, haydi bir çıkış yolu göster ki, bütün arkadaşlarımızı memnun edelim.
Kızan arkadaşların bir kısmı da, para isteklerine cevap verilmeyenler. Mektupla para istiyorlar. Kimi evlenmek için, kimi iş kurmak için, kimi borcunu ödemek için; kimi elbise, ayakkabı istiyor, kimi saat istiyor. İsteklerini toplasan milyonlar tutuyor. Biliyorum ki, hayat pahalılığı ve içinde bulundukları çaresizlik onları böyle davranmaya itiyor. Bir kısmı gerçekten çeresizlik içindedir, fakat bir kısmı sözde açıkgöz. Ama ne olursa olsun, düşüncesizlik değil midir bu? Ben ancak film çevirdiğim zaman para kazanabilen bir adamım. Beş yıldan beri de cezaevindeyim. Ne fabrikam var, ne çiftliğim. Bunları düşünen yok. Güney Film ortaklıktır… oradan ayda bana ikibinbeşyüz lira gelir… Ayda beşyüz-altıyüz lira gazeteye, dergiye gider. Ayda bin lira, telfraftı, mektup puluydu, zarftı vb. gider… Cezaevinde ihtiyaç içinde olan, mutlaka yardım edilmesi gereken arkadaşlar var. Bu koşullarda, dışardaki adam beş yıldan beri cezaevlerinde yatan bir adamdan para istiyor. Öyle tanıdık filan da değil… ilk mektup ve para! Öyle az falan da değil; beşbin isteyenler var, onbin isteyenler var. Düşünmüyorlar ki bu adam parayı nereden bulsun? Param olsa da, her mektup yazana, üstelik neci olduğunu bilmediğim adamlara neden para göndereyim ki? Dışardayken binlerce adama yardım ettim… kimini evlendirdim, kiminin hayatını kurdum, kimine işyeri açtım, kimine yıllarca baktım; onların hiçbiri bu beş yıldır, ne bir mektup yazdı bana, ne de bir paket cigara gönderdi. Kişisel yardımlarla kimseyi içinde bulunduğu çaresizlikten kurtarmak mümkün değil. Adam askerlik yaptığı, vergi ödediği, her türlü angaryasına katlandığı devletten, hükümetten yardım istemiyor da, benden istiyor. Göndermediğin zaman da kendisini bu çaresizlik ve yoksul duruma sokanlara değil de, sana kızıyor…
Göndermediğin zaman şöyle diyor:“Hani sen sosyalisttin, fakirleri severdin. Filmlerinde onları anlatırdın. Bize neden yardım etmiyorsun?” İşte böyle diyorlar. Düşünmüyorlar ki, ülkemizin insanlarının otuz milyonu gerçekten yoksul ve muhtaç durumda. Bunlara birer lira yardım etsen, otuz milyon eder. Onar lira yardım etsen, üçyüz milyon eder. Yüz lira versen üçmilyar eder. Bir liralık, beş liralık, on liralık, yüz liralık yardımlarla kimsenin hayatını kurtaramazsın, değiştiremezsin. Bu tip yardımlar havaya atılmış sayılır… hiçbir işe yaramaz. Sosyalistler kişisel maddi yardımlarla insanların kurtulacağına inanmazlar. Sorun, yoksulluğu var eden bütün koşulları yok etmektir. Bunu anlamıyorlar ve hep kendilerini temel alarak düşünüyorlar. Üstelik bu tip adamlara yapılan yardım, parayla düşman kazanmak anlamına gelir. Hakedilmemiş yardım, hakedilmemiş sevgi, hakedilmemiş iyilik gösterileri en kısa zamanda düşmanlığa dönüşür. Benim hayatımda, kendilerine maddi yardım yaptığım, fakat bugün bana olan borçlarını ödemedikleri gibi düşman olan adamlar var. Kendilerini çamurdan, bataklıktan çıkardığım adamlar var… İşte bu tip insanlar bana, daha gerçekçi ve hayatın yasalarına daha bağlı davranmam gerektiğini öğretiyor. Biz burada fasulyeye, nohuta kaşık sallıyoruz, karavanaya talim ediyoruz, bundan kimsenin haberi yok, o başka.
Bazı arkadaşlar da şaşkın. Resim istiyor, cevap istiyor; fakat ya adresi unutuyor, ya da adını soyadını. Kimi adres yazıyor, ama ilini, ilçesini yazmıyor. Çoğu yeri, pula vurulmuş PTT damgasından bulmaya çalışıyorum. Sonra sitem dolu bir mektup: “Neden cevap yazmadın?” Nasıl yazayım aslan kardeşim, istesem de yazamam ki… Bir kısım arkadaşlar kendi adreslerini tam bilmiyorlar. Yazdığım mektupların bir kısmı geri geliyor. Zarfın üzerinde şöyle bir yazı. “Burada böyle bir sokak yoktur.” “Bu adreste böyle bir şahıs oturmuyor” gibi.
Bazı arkadaşlar da senin gibi, ilk mektuba bir adres yazıyor. Sonraki mektup adressiz. Yazdı ya bir defa adresini, tamam sanıyor. Üç-dört mektup üst üste aynı arkadaştan gelince, diyorsun ki şu arkadaşa bir mektup yazayım. Daha önce binlerce mektubun arasından, adres yazılı mektubu bulmak mümkün mü? Mümkün ama bir günün gider. Benim de öyle her mektup için bir günüm yok işte.
Mektup yazan arkadaşların benim durumumu anlamaları gerçekten zor. İki satır yazsa ne olur denir. Acaba kendileri benim yerimde olsa ne yaparlardı. Mutlaka benim yaptıklarımın aynısını…
Bana mektup yazan her arkadaş benim arkadaşım olmaya adaydır. Ama zaman içinde birbirimizi tanıyarak, bir kısmını eleyerek, halkımıza karşı sorumluluklarımızı yerine getirerek…
İşte böyle sevgili kardeş. Gözlerinden öperim…
Yılmaz Güney’in bir arkadaşına yazdığı bu mektubu 14 Mayıs 1977’de yazdı.