Analardır adam eder adamı – Ercan Kesal

“Dünyada ne kadar fazla kötülük varsa, güzellik yaratmak için de o kadar sebebimiz var demektir.” 

Yılmaz Güney’in annesi, Güllü Hanım da oğlu Fransa’ya kaçtıktan sonra onun sesini ancak telefondan duyabiliyordu. Yılmaz’ın hastalığının giderek ağırlaştığı günlerdi. Bir süre sonra da öldü Yılmaz. Haberi sakladılar ve söylemediler Güllü anaya. Yılmaz’ın ağzından mektuplar yazıldı, selamlar söylendi. Oğlunun sıkıntıda olduğu, ilk fırsatta yanına geleceği ve onu arayacağı anlatıldı. Epeyce devam etti bu masum oyun. Sonunda öldü Güllü Hanım, oğlu Yılmaz’ın ölüm acısını yaşamadan, çekip gitti bu dünyadan.

Altı üstü üç mahallesi vardı kasabamızın…
Rençberlerin oturduğu Aşağı Mahalle, rençberlikten bakkala, berberliğe, zanaata geçenlerin oturduğu Orta Mahalle, tüccarların, halıcıların, lastikçilerin, kahveci ve lokantacıların, memurların oturduğu mahalle de Yukarı Mahalle.

O zamanlar ebelerimizin ismi de mahalleleriyle anılırdı nedense. Babamın babası Köse Mustafa’nın mahallesi Aşağı Mahalle, annemin babası kasap Hacı Mehmet’in oturduğu mahalle de Yukarı Mahalle. Bu yüzden, anneannemin ismi ‘Yukarıana’, babaannemin ismi de ‘Aşağıana’ydı doğal olarak.
12 Eylül arifesi günler. Tapu kadastrocu solcu dayımı Ağrı’ya sürmüşler.

Yukarıanam eve gelmiş, annemle camekânda bir şeyler konuşuyor. Geçmiş zaman, gazozhaneden kaçmışım, somyada yatıyorum.
Yukarıanam bir rüya görmüş. Rüyasında jandarmalar evi basmış, dayımı soruyorlarmış. Evi aramışlar ama dayımı bulamamışlar. Kitap var mı diye soruyorlarmış yukarıanama. O da, “yok oğlum ne kitabı? Bizde kitap ne arar” demiş. Annem, dikkatlice dinledi rüyayı. Sonra ana-kız kafa kafaya verip fısır fısır bir şeyler konuştular. Annem dimisini çarını giydi, hazırlandı. Az sonra da, önde annem, hemen yanında yukarıanam, çabuk adımlarla kaybolup gittiler caddenin ucunda.

Ertesi gün annem hamur yoğurdu, fırını yaktı. Daha birkaç gün önce bir kazan hamuru ekmek yaptığı halde. Komşular şaşırdılar. Annem, “horanta çok, ekmek mi dayanıyor bize” diyerek yeni ekmek ve hamursuzları tepeleme yığdı mutfağın köşesine. Annem fırında yakmak için ya “kılamada” denilen kurumuş çubukları ya da “gazel” denilen yaprakları yakardı. O günkü yakıt, bir çuval dolusu kitap. Hiç okula gitmediği halde, yolda bulduğu kâğıt parçalarını alıp kenara koyan, benim ders notlarıma mushaf muamelesi yapan annem, acımadan yaktı dayımın kitaplarını!
Tüm klasikler, Toplu Yazılar, Lenin’den Ne Yapmalı, İki Taktik, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Marks’ın Kapital’i falan, hepsi de iştahlı alevler içinde bize hamursuz, gevrek ve keskiç olarak geri döndüler.

Yediğimiz ekmeğe yasak kitapların kokusu sindi, inkâr edemem!

Ebemin annemle işbirliği yaparak kitapları duman ettiği eylemin aynısını 12 Eylül’de iki oğlu ve iki kızı içeri alınan İsmet anne de yapmış. Üç ayrı cezaevinde yatan dört çocuğuna yıllarca gece gündüz, yiyecek, giyecek taşıyan, umut götüren bir anne. Oğlu cezaevindeyken, bir görüş gününde onun, “evin önündeki tarlada gömülü kitaplar var, onları çıkartıp başka yere gömün” sözleri üzerine bir yakınıyla kitapları bulunduğu yerden çıkarırlar. Bakarlar kitaplara, sonra da “Uşaklardan önemli değil ya, yakalım da kurtulalım şunlardan!” deyip yakarlar tüm kitapları. Bir sonraki görüşe gittiklerinde, “kitaplara ne oldu?” diye soran oğluna İsmet annenin cevabı: “Duman oldu!”
Yukarıanam da uzun bir süre söylemedi dayıma, kitapların başına geleni.
Dayım sürgünden geldi, kitapları sordu. Çok üzüldü.
“Çok değerli kitaplardı onlar, oğluma miras bırakacaktım” diyerek hayıflandı durdu.
Yalnızca kitaplar için değil, anneler de, oğullar da, çoğu zaman birbirlerine gerçeği söylemezler, kederlenmesin diye.

Darbe günlerinden bir gece yarısı, Avanoslu bir kardeşim annesiyle yalnız yaşadığı evinden alınırken, kapıdaki polislere bir tek şey için ricada bulunur, “Allah aşkına, sessizce götürün beni, annemi uyandırmayın, kaç gündür hasta, yatıyor. Yavaşça gidelim şurdan, ne yapacaksanız yapın, annemi uyandırmayın.”

Yılmaz Güney’in annesi, Güllü Hanım da oğlu Fransa’ya kaçtıktan sonra onun sesini ancak telefondan duyabiliyordu. Yılmaz’ın hastalığının giderek ağırlaştığı günlerdi. Bir süre sonra da öldü Yılmaz. Haberi sakladılar ve söylemediler Güllü anaya. Yılmaz’ın ağzından mektuplar yazıldı, selamlar söylendi. Oğlunun sıkıntıda olduğu, ilk fırsatta yanına geleceği ve onu arayacağı anlatıldı. Epeyce devam etti bu masum oyun. Sonunda öldü Güllü Hanım, oğlu Yılmaz’ın ölüm acısını yaşamadan, çekip gitti bu dünyadan.

4 Kasım 1980 akşamı kuşatıldığı yerde taranarak öldürülen Özgüç Tuncay beş kız çocuğu olan bir ailenin tek erkek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Çocuklarına Nâzım Hikmet şiirleriyle ninni okuyan bir adam olan baba, eşi Özgüç’e hamileyken bir sabah pür neşe kalkar yataktan ve gece gördüğü rüyayı anlatır:

“Hanım oğlun olacak. Dün akşam rüyama bir dede girdi ve dedi ki: Oğlun olacak, adını Özgüç koy. Çok meşhur olacak ama çok uzun yaşamayacak.” 1 Haziran günü doğar Özgüç, adını da Özgüç koyarlar tabii ki.

Özgüç öldürüldükten sonra Fatsa’da bir yere gömülür. Abla cenazeyi alarak köye getirir. Özgüç’ün annesi uzunca bir süre, kızının getirip defnettiği, kendisinin de katıldığı cenazenin, oğlunun cenazesi olduğunu bilmez. Zaten iki gün önce kocasını kaybetmiştir, bu yüzden söylemezler anneye.
Yıllar sonra kurulan bir mahkemede Özgüç’ün ablası haykırır: “Babamla kardeşimi geri istiyorum. Gücünüz yetiyorsa verin.”

Fatsa belediye başkanı Terzi Fikri’nin oğlu Naci, babasıyla aynı cezaevinde yattığı günlerde 17 yaşındaydı. Fikri Sönmez, mahkeme dönüşlerinde kelepçelenmeyi oğluyla değil, arkadaşlarıyla yaparmış. Sadece Naci’nin tahliyesinden bir gün önce ilk kez kelepçelenmeyi birlikte yapmış. Otobüse birlikte oturmuşlar, cezaevi koridoruna birlikte girmişler, kendi koğuşlarına ayrılıp gidecekleri sırada, Fikri sarılmış oğluna sıkı sıkı ve kulağına demiş ki:
“Annene iyi bak oğlum, çok çekti o. İyi bak ona…”
Annelerimiz çok çekti, hâlâ da çekiyorlar işte!

Alıcı kuşlar peşimizdeyken dara düşüp, gece yarısı kapılarını çaldığımızda, yere döşekler serip, sabahlara kadar kapılarda nöbet tutan,
“Siz rahat uykunuzu uyuyun. Arka kapıda nöbet tutarım ben oğlum, uyumasam da olur. Bu gece de uyumayayım ne olacak” diyen anneler için,
Ömrü cezaevi kapılarında geçen, görüş günlerinde tekmelenen, yere düşürülen, dipçiklenen, çamurlarda sürüklenen anneler için,
Oğlunun gece yarısı uykulardan uyanmasına kıyamayıp, evin bir kenarında duran boyayı fırçayı alarak, duvarlara yazılama yapıp eve dönen yiğit anneler için,
“Ölmeye hazır mısın?” diyerek polislerce götürülen oğlunun cansız da olsa bedenine kavuşmak için yirmi yıl, otuz yıl bekleyen anneler için,
Oğlunun karşısında dili yasaklandığı için konuşamayıp, içini ağuyla dolduran anneler için,
Kızı açlık grevlerinde ölümlere yatarken, cezaevlerinin kapısında cebinde şekerle bekleyen anneler için,
Oğlunun kemikleri peşinde ömrünü tüketip, “O gün bu gündür bekliyorum, hiç bir yere gitmiyorum. Evimi boyamadım, eşyalarımı değiştirmedim, gelirse yabancılık çekmesin. Döndüğünde dışarda kalmasın diye kapıları hiç kilitlemedim” diyen anneler için,
Veysel’in annesi için. Erdal’ın annesi için. Ali Korkmaz’ın, Ethem’in, Berkin’in ve diğerlerinin.
“Dünyada ne kadar fazla kötülük varsa, güzellik yaratmak için de o kadar sebebimiz var demektir.” **
Bu yüzden; iyiliğe, gerçeğe ve hayata sarılarak… İnançla.

* N.Hikmet
** Tarkovski
Kaynak kitap: Keşke Bir Öpüp Koklasaydım
E.Delikanlı,Ö.Delikanlı, Ayrıntı Yay.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz