YENİ BİR TÜR IRKÇILIK: IRKSIZ IRKÇILIK, KÜLTÜR IRKÇILIĞI- ETIENNE BALIBAR

1

Bir “Yeni-Irkçılık” Var mı?

Bir yeni-ırkçılıktan söz etmek ne derece uygundur? Günümüzün olayları bu soruyu bize, bir ülkeden diğerine biraz değişen ama uluslarüstü bir görüngünün varlığını telkin eden çeşitli biçimlerle dayatmaktadır. Ancak bu iki anlamda anlaşılabilir. Bir yanda; ırkçı hareket ve politikaların, bir kriz konjonktürüyle ya da başka nedenlerle açıklanabilecek tarihsel bir baharına mı tanık oluyoruz? Diğer yandan; temaları ve toplumsal anlatımlarıyla önceki “model”lere indirgenemeyecek yeni bir ırkçılık mı, yoksa basit bir uyum sağlama taktiği mi söz konusu? Burada her şeyden önce sorunun ikinci yanı üzerinde duracağım.

İlk olarak bir uyarı yapmak zorunludur. En azından Fransa’yı söz konusu eden bir yeni-ırkçılık varsayımı, temelde dışlama politikalarını antropoloji ve tarih felsefesi terimleriyle meşrulaştırmaya yönelik kuramların ve söylemlerin içeriden bir eleştirisinden yola çıkılarak biçimlendirilmiştir, öğretilerin yeniliği ile bu öğretilere vesile olan toplumsal dönüşümlerin, siyasal durumların yeniliği arasındaki bağı bulmakla pek az ilgilenilmiştir. Birazdan ırkçılığın kuramsal boyutunun, daha önce olduğu gibi bugün de tarihsel olarak esas olduğunu, ama ne ilk ne de özerk olduğunu savunacağım. Irkçılık —gerçek bir “bütüncül toplumsal görüngü”— farklılık işaretlerinin (isim, derinin rengi, dinsel ibadet) etrafında eklemlenen ve korunma ya da ayrım hayalinin (toplumsal bünyeyi arılaştırma, “kendi”, “biz” kimliğini her türlü melez­leşme, karışma ve istiladan koruma zorunluluğu) zihinsel ürünleri olan söylemlerde, temsillerde ve pratiklerde (şiddet, horgörme, hoşgörüsüzlük, aşağılama, sömürü biçimlerinde) kayıtlıdır. Böy­lece (psikolojisi, saplantılı karakter yapısının ama aynı zamanda “akıldışı” çelişikliğin anlatımına bağlı olan) kimi duygulanımlar düzenler; bunu, onlara “nesne”leri açısından olduğu kadar “özne”leri açısından da klişeleşmiş bir biçim vererek yapar. Bir ırkçı ce­maatin (ya da aralarında uzaktan “taklit” bağlarının bulunduğu bir ırkçılar cemaatinin) oluşumunun ve aynı zamanda ırkçılığın hedefi (“nesne”leri) olan bireylerin ve toplulukların kendilerini cemaat olarak algılamakta nasıl sıkıntı çektiklerinin fark edilmesini sağ­layan şey, dokunaklı bir klişeler ağı içindeki bu pratikler, söy­lemler ve temsiller birleşimidir.

Ancak baskı ne denli mutlak olursa olsun, kuşkusuz, kurban­ları için baskı olmaktan çıkamaz: Ne çelişkisiz bir biçimde içselleştirilebilir (Memmi’yi yeniden okuyalım); ne cemaat kimliğinin tam da kendi kendilerini tanımlama hakları inkâr edilen toplulukla­ra atfedilmesindeki çelişkiyi silebilir (Fanon’u yeniden okuyalım); ne de uygulanan şiddetin ve eylemlerin, söylemler, kuramlar ve akılcılaştırmalardan her zaman daha fazla olduğu gerçeğini değiş­tirebilir. Öyleyse eylemleri ve eyleme geçişi, tartışmasız biçimde öğretilere üstün tutan ırkçı karmaşık, kurbanları açısından temel bir simetrisizlik taşımaktadır; doğal olarak bu eylemlere yalnızca fiziksel şiddet ve ayrımcılık değil, bizzat sözler de —sözlerin bir horgörme ve saldırı tavrı olarak şiddeti de— dahildir. Başlangıç­ta bizi dil ve öğreti mutasyonlarını görelileştirmeye iten de budur; pratikte aynı eylemlere yol açtıklarına göre, dinin dilinden biliminkine ya da biyolojininkinden kültürün ve tarihin diline kadar hep aynı yapıyı (hakların inkârını) koruyan savlara bu denli önem at­fetmek gerekli midir?

Bu uyarı doğrudur, hatta canalıcı önemdedir ama sorunu orta­dan kaldırmaz. Irkçı karmaşığın yok edilmesi yalnızca kurbanla­rının başkaldırmasını değil, aynı zamanda bizzat ırkçıların dö­nüşümünü ve sonuç olarak ırkçılığın varettiği cemaatin iç çözü­lüşünü gerektirir. Yirmi yıldan beri sık sık belirtildiği gibi durum bu açıdan tamamen cinsiyetçilikle benzerdir; cinsiyetçiliğin aşıl­ması, hem kadınların başkaldırmasını hem de “erkekler” cemaati­nin çözülmesini gerektirir. Oysa ki bu cemaatin oluşumu için ırkçı kuramlar vazgeçilmezdir. Aslında kuramı (kuramları) olmayan ırkçılık yoktur. Kendimize ırkçı kuramların daha çok seçkinler­den mi yoksa kitlelerden mi, egemen sınıflardan mı yoksa ezilen sınıflardan mı çıktığını sormak tümüyle boşuna olacaktır. Buna karşın entelektüeller tarafından “akılcılaştırıldıkları” apaçıktır. Da­hası üst düzey ırkçılık kuramlaştırmalarının —bunların prototipi 19. yüzyılın sonunda oluşturulan evrimci “biyolojik ırklar” antropolojisidir— ırk “gösteren”i etrafında kurulan cemaatin kristalleşmesindeki işlevleri üzerine kendimizi sorgulamak son derece önemlidir.

Bana göre bu işlevin kaynağı, ne yalnızca entelektüellerin akılcılaştırmalarının genel düzenleyici gücünde —ki Gramsci bu­nu onların “organikliği”, Auguste Comte ise “manevi gücü” ola­rak adlandırır— ne de üst düzey ırkçılık kuramlarının her toplum­sal sınıftan insanın kendini bulabileceği bir cemaat, bir asıl kimlik imgesi oluşturmalarındadır. Bu işlev daha çok, üst düzey ırkçılık kuramlarının gözle görülür “kanıtlara” (ırksal işaretler ve özellikle de bedensel işaretler çok önemlidir) dayanarak bilimsel gidimliliği taklit edişlerindedir. Ya da daha doğrusu, bilimsel gidimliliğin “görülebilir olguları” “gizli” nedenlere eklemleme şeklini tak­lit edişlerinde ve böylece kitlelerin ırkçılığının özünde bulunan bir kendiliğinden kuramlaştırmanın önünde gidişlerindedir.1 O halde ırkçı karmaşığın çok önemli bir bilmezlikten/tanımazlıktan gelme işleviyle (ki bu olmadan şiddet, onu kullananlar için bile taham­mül edilebilir olmaktan çıkardı), toplumsal ilişkilere dair güçlü bir doğrudan bilme arzusunu, bir “bilme istemi”ni, içinden çıkılamaz bir şekilde birbirine karıştırdığını söyleyeceğim. Bunlar birbirleri­ni besleyen işlevlerdir çünkü kendi kolektif şiddetleri bireyler ve toplumsal gruplar için ivedi bir açıklama bekleyen, boğucu birer muamma oluşturmaktadır. Irkçılık ideologlarının, ortaya çıkardık­ları şey ne denli inceltilmiş olursa olsun, entelektüel konumlarını benzersiz kılan şey budur. Tarihsel olarak etkili olan ırkçılık ideo­logları her zaman, örneğin içrek spekülasyonla halkın anlayabi­leceği öğreti arasında bir mesafe (“gnose” yoluna sapmadıkça mutlak bir kopukluk değil) bırakmak zorunda olan tanrıbilimcilerden farklı olarak, kolay kavranabilir ve adeta peşinen kitlelerin sözde aşağı düzeylerine uyarlanmış “demokratik” öğretiler oluş­turmuşlardır; seçkinci temaların hazırlanması bile buna dahildir. Bu, bireylerin yalnızca yaşadıklarına değil, toplumsal dünyada ne olduklarına da dolaysız açıklama anahtarları vermeye —ki bu bakımdan astrolojiye, karakter okumaya, vb. yakındırlar— elve­rişli öğretiler demektir: Bu anahtarlar insani durumun bir “sır”rının açığa vurulması biçimini aldıklarında bile (yani hayali etkili­likleri için esas olan bir sır etkisine sahip olduklarında bile — Leon Poliakov bu noktayı epeyce açıklamıştı)2 bu böyledir.

Üst düzey ırkçılığın içeriğini, özellikle de etkisinin içeriğini eleştirmeyi güçleştirenin de bu olduğunu belirtelim. Nitekim ku­ramlarının yapısında, gerçekte kitleler tarafından aranan, arzula­nan “bilgi”nin, yalnızca onların içten gelen duygularını doğrula­maktan ya da onları içgüdülerinin doğruluğuna götürmekten baş­ka bir şey yapmayan basit bir bilgi olduğu varsayımı görülür. Bi­lindiği gibi Bebel, antisemitizmi “budalalar sosyalizmi” olarak, Nietzsche ise nerdeyse bir geri zekâlılar siyaseti olarak niteliyordu (ama bu onu kendi hesabına ırklara dair mitolojinin büyük bir bölümünü yeniden ele almaktan hiç de alıkoymadı). Biz bile ırkçı öğretileri, etkililikleri kitlelerin bilme arzusuna verdikleri peşin ce­vaptan ileri gelen, tümüyle demagojik kuramsal yapımlar olarak belirlediğimize göre bu ikircil anlamdan kaçabilir miyiz? “Kitle”(ya da “halk”) kategorisi bile yansız değildir, toplumsal olanın ırksal ve yurtsal kılınması mantığıyla doğrudan ilişkilidir. Bu ikir­cil anlamı gidermek için ırkçı “mit’in kitleler üzerinde nasıl nüfuz kazandığını dikkate almak kuşkusuz yeterli olmayacaktır; aynı za­manda kendimize, “zihinsel” ve geniş anlamda “elle yapılan” et­kinlikler ayrımı çerçevesinde işlenmiş diğer sosyolojik kuramların neden bu bilme arzusuyla kolayca kaynaşamadıklarını sormamız gerekir. Irkçı mitler (“arilik miti”, soyaçekim miti) yalnızca sahte-bilimsel içerikleri gereğince değil, entelektüelliği kitleden ayıran uçurumu hayali olarak aşmanın, yine kitleleri sözde doğal çocuksuluklarına hapseden örtük bir kadercilikten ayrılamayacak yolları oldukları için böyledirler.

Artık “yeni-ırkçılığa” dönebiliriz. Burada güçlük çıkaran ırk­çılık olgusu değildir. Daha önce de söyledim, eğer pratiğin yol açtığı inkârların —özellikle de bu yolla basiretsizliğini ya da dal­kavukluğunu ortaya koyan “siyasal sınıfın büyük bir bölümü ta­rafından yapılan inkârların— bizi aldatmasına izin vermezsek pra­tik yeterince güvenli bir ölçüttür. Güçlük, dilin görece yeniliğinin, yeni ve sürekli bir toplumsal pratikler ve kolektif temsiller, üst düzey öğretiler ve siyasal hareketler eklemlenmesini ne derece ifade ettiğini bilmektedir. Kısacası Gramsci’nin diliyle konuşacak olursak, burada hegemonya gibi bir şeyin ortaya çıkıp çıkmadı­ğını bilmektedir.

Göç kategorisinin —ırk kavramını ikâme edici ve “sınıf bilin­ci”ni parçalayıcı etken olarak— işleyişi, bize bir ipucu veriyor. Şurası açık ki işimiz, ne sadece ırk teriminin ve onun türevlerinin iğrençliğinin gerekli kıldığı bir kamuflaj işlemiyle ne de özelde Fransız toplumunun dönüşümlerinin sonuçlarından biriyle ilgili. Göçmen işçi toplulukları uzun zamandan beri ayrımcılığa ve ırkçı klişelerle dolu yabancı düşmanı şiddet hareketlerine maruz kalmaktalar. Diğer bir kriz dönemi, iki savaş arası da, Yahudi olsun olmasın “pis yabancılar”a karşı —faşist hareketlerin dışına taşan ve mantıksal sonuçları Vichy yönetiminin Hitlerci girişimi destek­lemesi olan— kampanyaların birbiri ardına gelişine tanık olmuştu. Neden “biyolojik” gösteren’in, “öteki”ne duyulan nefret ve kor­kunun simgeleri için dayanak noktası olarak yerini kesin biçimde “sosyolojik” gösteren’e bırakışına tanık olunmadı? Bunun, antro­polojik mitin Fransızlara özgü geleneğinin ağırlığı dışındaki ne­denlerinden biri, temelde Avrupalı olan göç kavrayışıyla sö­mürgeci deneyimlerin (Fransa bir yandan “istila” edilmiştir, diğer yandan “hükmeden”dir) arasında sürüp giden ideolojik ve kurum­sal kopukluktur. Diğer neden ise dünya ölçeğinde, devletler, halklar ve kültürler arasında yeni bir eklemlenme modelinin yok­luğudur.3 Ayrıca bu iki neden birbirine bağlıdır. Yeni-ırkçılık, “sömürgelikten kurtuluş” çağına, eski sömürgelerle eski metro­poller arasındaki nüfus hareketlerinin tersine çevrilişi, insanlığın tek bir siyasal alan içinde parçalanışı çağına ait bir ırkçılıktır. Biz­de göç karmaşığını merkez alan günümüz ırkçılığı ideolojik ola­rak, Fransa dışında, özellikle de Anglosakson ülkelerde çoktan beridir gelişmiş olan bir “ırksız ırkçılık” çerçevesi içinde yer alır: Baskın temanın biyolojik soyaçekim değil, kültürel farklılıkların aşılamazlığı olduğu bir ırkçılık; ilk bakışta bazı grup ya da halk­ların diğerlerine üstünlüğünü değil, “sadece” sınırların kaldırılma­sının sakıncasını, hayat tarzlarının ve geleneklerin bağdaşmazlı­ğını savunan böyle bir ırkçılık, haklılıkla, farkçı-ırkçılık (P. A. Taguieff)4 olarak adlandırılabilir.

Sorunun öneminin altını çizmek için hemen bu değişimin si­yasal sonuçlarını göstermek gerekir. Bunlardan ilki, geleneksel ırkçılık-karşıtlığının başvurduğu savunmaların —savlarının tersyüz edildiğini, hatta kendisine karşı döndüğünü fark ettikçe (Ta­guieff bunu farkçı-ırkçılığın misilleme etkisi olarak çok iyi ad­landırmıştır)— istikrarsızlaşmasıdır. Irkların yalıtılabilir biyolojik birimler oluşturmadıkları; aslında “insan ırkları” diye bir şey ol­madığı dolaysız kabul edilir. Bireylerin tutumlarının ve “yetenek­liliklerinin” kanbağıyla ya da genleriyle bile değil, tarihsel “kül­türlere” aidiyetleriyle açıklanması da aynı şekilde kabul görebilir. Oysa savaş sonrası ırkçılık-karşıtı hümanist ve kozmopolitçi tez­lerin büyük bölümü, tümüyle kültürlerin çeşitliliğini, eşitliğini —ki insan uygarlığını oluşturan sadece bu kültürlerin çok sesli bir­liğidir— aynı zamanda da bunların tarih boyu sürekliliklerini tanı­maya yönelen antropolojik kültürcülüğe aittir. Tekbiçimliliği da­yatan bazı emperyalizmlerin hegemonyasına ve azınlıkta kalan ya da ezilen uygarlıkların yok edilmesine, “etnik kırım”a karşı veri­len savaşa yaptığı katkı, antropolojik kültürcülüğün değerini or­taya çıkarmıştı. Farkçı-ırkçılık bu tezi hemen kabul edivermektedir. Daha önce, bütün uygarlıkların eşit derecede karmaşık ve in­san düşüncesinin ilerlemesi için eşit derecede gerekli olduğunu kanıtlayarak ünlenen, antropolojinin büyük ismi (Claude Levi-Strauss, Irk ve Tarih) şimdi kendini, isteyerek ya da istemeyerek, “kültürel mesafelerin” ortadan kaldırılmasının, “kültürel karışım”ın, insanlığın entelektüel ölümüne tekabül edeceği ve hatta belki de biyolojik olarak hayatta kalmasını sağlayan düzenlemeleri bile tehlikeye sokacağı düşüncesinin (Irk ve Kültür)5 hizmetine girmiş olarak bulmuştur. Ve bu “kanıtlama”, insan gruplarının —siyasal kategori olarak ulusun antropolojik anlamının belirsizliğine rağ­men, pratikte ulusal grupların— geleneklerini, dolayısıyla kimlik­lerini koruma konusundaki “kendiliğinden” eğilimleriyle doğru­dan ilişkilendirilmiştir. Buradan da ortaya çıkan, genetik ya da bi­yolojik doğalcılığın, insan davranışlarını ve toplumsal bağları or­tama uydurmanın tek yolu olmadığıdır. Hiyerarşik bir modelin bırakılması pahasına —bunun gerçek olmaktan çok görünüşte kaldığını göreceğiz— kültür de bir doğa gibi, özellikle de bireyleri ve grupları a priori olarak bir soy kütüğüne, dokunulmaz ve de­ğişmez bir soy belirlenimine hapsetme yolu olarak iş görebilir.

Ama bu ilk misilleme etkisi daha kurnazca ve bu nedenle daha etkili bir ikinci etkiye yol açar: Eğer değiştirilemez kültürel fark­lılık insanın gerçek “doğal ortamı”, tarihsel solunumu için vaz­geçilmez atmosferi ise, o zaman bu farklılığın ortadan kalkması, sonunda zorunlu olarak savunma tepkilerinin, “etnik gruplar ara­sı” anlaşmazlıkların doğmasına ve genelde bir saldırganlık artışına yol açacaktır. Bize bu tepkilerin “doğal” olduğu söylenir ama aynı zamanda tehlikelidirler. Burada bizzat farkçı öğretilerin, yüz sek­sen derecelik şaşırtıcı bir dönüşle, ırkçılığı açıklamaya (ve önüne geçmeye) niyetlendikleri görülür.

Aslında sorunsalın genel bir yer değiştirişine tanık olunmak­tadır. İnsanlık tarihinde ister psikolojik, ister biyolojik temeller üzerine kurulmuş olsun, ırklar ya da ırkların mücadelesi kura­mından, toplumda ırksal aidiyeti değil ırkçı tutumu kendine maleden “etnik ilişkiler” (ya da ırk ilişkileri) kuramına geçilmektedir. Farkçı-ırkçılık mantıksal açıdan, ırkçılık ve ırkçılık-karşıtlığı ara­sındaki çatışmadan ders almış, toplumsal saldırganlığın nedenle­rine siyasal olarak müdahale edebilecek gibi görünen bir meta-ırkçılık ya da “ikinci konum” olarak adlandırabileceğimiz türden bir ırkçılıktır. Irkçılığı önlemek isteniyorsa “soyut” ırkçılık-karşıtlığının, yani insan topluluğunun hareketlerinin sosyolojik ve psikolojik yasalarının bilmezlikten/tanımazlıktan gelinmesinin, önlenmesi gerekecekti: “Hoşgörü eşikleri”ne saygı göstermek, “kültürel mesafeleri” korumak, yani bireylerin bir tek kültürün mirasçıları ve taşıyıcıları olduğunu ileri süren varsayım gereğince toplulukları ayırmak gerekecekti (bu bakımdan en iyi duvar yine de ulusal sınırdır). Bu noktada doğrudan siyasete ve günlük de­neyime varabilmek için spekülasyondan çıkıyoruz. Kuşkusuz “soyut”, epistemolojik bir özellik değildir; kendisine tekabül eden uygulamalar daha somut, ya da daha etkili olduğu oranda uygun düşen bir değer yargısıdır. Bu uygulamalar kentsel yenileştirme, ayrımcılığa karşı mücadele, hatta okulda ve işyerinde karşı-ayrımcılık programlarıdır (yeni Amerikan sağı, buna tersine-ayrımcılık diyor; aynı şekilde Fransa’da, şu ya da bu aşırı hareketle hiçbir ilgisi bulunmayan “aklı başında” insanların, yarattığı ka­rışıklık ve yurttaşların ulusal aidiyet duygularını “kışkırtma” bi­çimiyle “ırkçılığı yaratanın ırkçılık-karşıtlığı olduğu”nu söyle­dikleri giderek daha fazla duyulmaktadır).6

Farkçı-ırkçılık kuramlarının —artık gerçek ırkçılık-karşıtlığı, yani gerçek hümanizm olarak ortaya çıkmaya elverişlidirler— bu­rada akıldışı hareketlerin toplu şiddet ve saldırganlığının, özellikle de yabancı düşmanlığının genel açıklaması olarak “kitle psikolo­jisinin” yeniden kavuştuğu itibarla kolayca bağlantı kurması rast­lantı değildir. Burada, yukarıda hatırlattığım ikili oyun tam an­lamıyla devreye girer: kitleye “kendiliğindenliği”nin bir açıklama­sının sunulması ve aynı kitlenin “ilkel” kalabalık olarak örtük bir değersizleştirilmesi. Yeni-ırkçı ideologlar soyaçekim mistikleri değil, “gerçekçi” sosyal psikoloji teknisyenleridirler…

Yeni-ırkçılığın misillemesinin etkilerini bu şekilde ortaya ko­yarken kuşkusuz yaratılışını ve içsel değişimlerinin karmaşıklığını basitleştiriyorum, ama bunu yaparak gelişmesindeki stratejik koz­ları ortaya çıkarmak istiyorum. Burada ancak özetlenebilecek bazı eklemeler ve düzeltmeler yapılabilir.

“Irksız bir ırkçılık” düşüncesi sanılabileceği kadar devrimci değildir. Aslında, tarihbilimsel kullanımı “soybilim” (genealoji) kelimesinin “genetik” kelimesine dahil edilmesinden önce gelen ırk kelimesinin anlamındaki değişmelere girmeden önce, ne kadar rahatsız edici olsalar da —ırkçılık-karşıtı bir döküm için, ama aynı zamanda yeni-ırkçılığın onu maruz bıraktığı inanç değişiklikleri için— bazı büyük tarihsel olgulardan sözetmek gerekiyor.

İkincil kuramsal yapımlar düzeyinde bile olsa, esas gücünü sahte-biyolojik bir ırk kavramından almayan bir ırkçılık hep varol­du ve bunun prototipi de antisemitizmdir. Aydınlanma çağı Avrupası’nda, hatta Reconquista ve Engizisyon İspanyası’nın dinsel Yahudi düşmanlığına getirdiği devletçi ve milliyetçi sapmadan bu yana belirginleşmeye başlayan modern antisemitizm, daha o za­mandan, “kültürcü” bir ırkçılıktır. Bedensel izler kuşkusuz düşsel olarak büyük bir yere sahiptirler, ama biyolojik bir soyaçekimin işaretleri olmaktan çok, derin bir psikolojinin, manevi bir mirasın izleri olarak.7 Denilebilir ki bu işaretler, ne denli zor görülebilirse o denli belirticidirler ve Yahudi ne denli “ayırt edilemez” ise o denli “gerçek”tir. Özü kültürel bir geleneğin, törel bir parçalanma­nın mayasının özüdür. Antisemitizm çok üst düzeyde “farkçı”dır ve günümüzün farkçı-ırkçılığı biçimsel olarak birçok bakımdan, genelleştirilmiş bir antisemitizm gibidir. Bu düşünce, özellikle Fransa’da günümüzün Arap fobisini açıklamak için çok önemlidir; çünkü beraberinde “Avrupalılıkla” bağdaşmayan “dünya gö­rüşü” ve evrensel ideolojik egemenlik girişimi olarak bir İslam imajını, oradan da “Araplığın” ve “İslamlığın” kasıtlı olarak birbi­rine karıştırılmasını getirir.

Bu da dikkatimizi ırkçı geleneklerin Fransa’da aldığı ulusal biçime ilişkin kabul edilmesi daha da zor ve bu nedenle de önemli bir tarihsel olguya çeker. Arilik öğretilerinin, antropometrinin ve biyolojik genetiğin şüphesiz özel olarak Fransız bir geçmişi var­dır, ama gerçek “Fransız ideolojisi” burada değildir: Bu ideoloji, “insan hakları ülkesi” kültürünün, insan türünü evrensel olarak eğitme misyonu bulunduğu düşüncesindedir. Bu düşünceye teka­bül eden pratik, ezilen toplulukların asimilasyonu ve buradan da bireylerin ve grupların asimilasyona direnişlerinin ya da uyum­larının az ya da çok oluşuna göre ayırt edilmesi ve aşamalandırılması gerekliliğidir. “Beyaz adamın yükü”nün bu Fransızlara özgü (ya da “demokratik”) varyantında ve sömürgeleşmede kendini gösteren şey, hem etkili hem de ezici olan bir dışlama/içine alma biçimidir. Irkçı ideolojilerin işleyişindeki ya da ideolojilerin işle­yişlerinin ırkçı yanlarındaki evrenselcilik ve partikülarizm pa­radokslarına başka yerde tekrar döneceğim.8

Bunun tersine, yeni-ırkçı öğretilerde hiyerarşi temasının an­cak görünüşte ortadan kalktığını anlamak zor değildir. Hiyerar­şinin saçmalığı yüksek sesle ilan edilebilecek kadar ileri gidile­bilir; aslında hiyerarşi düşüncesi kendini bir yandan öğretinin pra­tik kullanımında (böylece açıkça dile getirilmesine gerek kalmaz), diğer yandan kültürlerin farklılığını kavramak için kullanılan öl­çütlerin tipinde bile yeniden oluşturur ve yine “ikinci konum”un, meta-ırkçılığın mantıksal olanaklarını tehlikeye soktuğu görülür.

Gerçekte “karışma”dan korunma, kurumlaşmış kültürün, devletin, egemen sınıfların ve hayat tarzlarıyla düşünceleri okul tarafından meşrulaştırılan “yurttaşlar” kitlesinin kültürü olduğu yerde iş görmektedir. Böylece tek yönlü bir toplumsal yükselme ve ifade yasağı gibi işler. İngiltere’deki bir “Siyah”ın, ya da Fransa’daki bir “Beur”ün, zaten içinde yaşamakta olduğu toplumla “bütünleşmesi” için gerekli olan asimilasyonun (kaldı ki bu top­lum her zaman onun yüzeysel, kusurlu, yapmacık olduğundan kuşkulanacaktır) bir ilerleme, özgürleşme ve hakların tanınması gibi gösterildiği gerçeğini, bütün kültürlerin saygın olduğunu öne süren hiçbir kuramsal söylem değiştiremez. Bu durumun ardında, insanlığın tarihsel kültürlerinin iki büyük sınıfa ayrıldığı düşün­cesinin henüz yenilenmiş varyantları iş başındadır. Bu iki sınıf şunlardır: Evrenselci, ilerici olacaklar ve iflah olmaz bir şekilde partikülarist, “ilkel” olacaklar. Paradoks bir rastlantı değildir: “Tutarlı” bir farkçı-ırkçılık bütün kültürlerin değişmezliğinin ayrım gözetmeksizin savunucusu olduğundan aynı zamanda mu­hafazakâr da olacaktır. Gerçekten öyledir de; çünkü Avrupa kül­türünü ve yaşam tarzını “üçüncü dünyalılaşma”dan koruma ba­hanesiyle onlara gerçek gelişmeye giden tüm yolları ütopik bir şekilde kapatır. Ama derhal eski bir ayrımı yeniden devreye so­kar: toplumların “açık” ve “kapalı”, “durağan” ve “girişken”, “so­ğuk” ve “sıcak”, “sürücül” ve “bireyci” vb. olarak ayrılmaları. Bu, kendi hesabına kültür kavramındaki tüm muğlaklığı harekete geçiren bir ayrımdır (Fransızca için özellikle geçerlidir!).

Ayrı kendilikler (ya da sembolik yapılar) olarak ele alınan kültürlerin (Kultur) farklılığı, bizzat “Avrupalı” alan içindeki kül­türel eşitsizliği yansıtır; ya da daha iyisi “kültürü” (Bildung, üst düzey ya da popüler, teknik ya da folklorik vb.) sanayileşmiş, eğitimli, giderek uluslararasılaşan, dünya ölçeğine çıkan bir top­lumda yeniden üretilme eğilimi gösteren eşitsizlik yapıları olarak yansıtır. “Farklı” kültürler, kültürün edinilmesinin önünde engel oluşturan ya da (okul tarafından, uluslararası iletişim normları ta­rafından) engel olarak kurulan kültürlerdir. Ve buna karşılık ezi­len sınıfların “kültürel handikapları”, “dış”ta olmanın pratikteki karşılıkları olarak ya da özellikle “karışma”nın yıkıcı etkilerine (yani bu “karışma”nın içinde gerçekleştiği maddi koşulların etkile­rine) açık kalan yaşam tarzları olarak görünmektedir.9 Hiyerarşik temanın bu gizli varlığı (önceki dönemin açıkça eşitsizlik yanlısı olan ırkçılığı gibi, ırksal tiplerin temelde değişmez olduğu var­sayımını dile getirebilmek için, ister genetik ister Völkerpsychologie üzerine kurulu olsun, farkçı bir antropolojiyi önceden ka­bullenmek zorundaydı) bugün bireyci modelin baskın oluşunda ayrıcalıklı bir yere sahiptir: Açıkça söylenmese de üstün görülen kültürler, “bireysel” girişimi, toplumsal ve siyasal bireyciliği dizginleyenlerin aksine bunlara değer veren ve destekleyen kültürler olacaktır. Bunlar “ortak ruh”un bireycilikten oluştuğu kültürler olacaktır.

Buradan da sonunda biyolojik temanın dönüşüne, kültürel ırkçılık çerçevesinde biyolojik “mit”in yeni varyantlarının hazır­lanmasına izin verenin ne olduğunu anlıyoruz. Bilindiği gibi bu açıdan farklı ulusal durumlar vardır. Etolojik ve sosyobiyolojik kuramsal modeller (ki bunlar da rakiptir) Anglosakson ülkelerde daha etkilidir. Bu ülkelerde mücadeleci bir neoliberalizmin siyasal amaçlarıyla doğrudan kesişerek Sosyal Darwinizm ve Soyarıtımcılık geleneklerinin yerini almışlardır.10 Yine de biyolojik açıkla­malara dayanan bu ideolojiler bile, esas olarak “farkçı devrime” bağlıdır. Açıklamayı amaçladıkları şey, ırkların inşası değil, gele­neklerin ve kültürleri birbirlerinden ayıran setlerin, bireysel yete­neklerin birikimi açısından taşıdığı hayati önem ve özellikle de ya­bancı düşmanlığının ve toplumsal saldırganlığın “doğal” temel­leridir. Saldırganlık, yeni-ırkçılığın her biçiminin başvurduğu ve bu durumda biyolojizmi bir derece ileri götüren kurmaca bir öz­dür: Kuşkusuz “ırklar” yoktur, sadece halklar ve kültürler vardır; ama kültürün biyolojik (ve biyopsişik) nedenleri ve sonuçları ve kültürel farklılığa gösterilen biyolojik tepkiler vardır (bu tepkiler, hâlâ genişlemiş “aile”sine ve “toprağına” bağlı insanın silinemez “hayvanlığının” izi olarak biçimlenecektir). Bunun tersine, katık­sız kültürcülüğün baskın göründüğü yerlerde (örneğin Fransa’da) giderek biyoloji üzerine ve “canlı”nın, üremesinin, eylemlerinin, sağlığının dış düzenlenmesi olarak kültür üzerine bir söylem oluş­turulmasına saptığına da tanık olunmuştur. Bunu ilk sezenlerden biri Michel Foucault olmuştur.11
Yeni-ırkçılığın günümüzdeki varyantlarının, ideolojik bir ge­çiş oluşumundan başka bir şey meydana getirmemeleri mümkün­dür. Bu geçiş, soya ilişkin mitlerin tarihsel anlatı yönünün (ırk, halk, kültür ve ulus arasındaki yer değiştirme oyununun); zihinsel yeteneklerin, “normal” toplumsal yaşama (ya da tersine suçluluğa ve sapkınlığa) ve (manevi açıdan olduğu kadar sağlık açısından, soyarıtımı açısından vb.) “optimal” üremeye olan eğilimlerin, bi­lişsel bilimler, sosyopsikoloji ve istatistiğin ölçmek, seçmek, çev­re ve soyaçekim faktörlerinin dozunu ayarlayarak kontrol etmek isteyecekleri eğilimlerin ve yeteneklerin psikolojik değerlendiril­mesi yönünün gölgesinde kalacağı söylemlere ve toplumsal tek­nolojilere doğru… yani bir “ırkçılık sonrası”na doğru evrimleşen bir geçiş olabilir. Toplumsal ilişkilerin dünya ölçeğine çıkışı ve nüfusların yer değiştirişi, ulusal devletler sistemi çerçevesi içinde sınır kavramının giderek yeniden gözden geçirilmesine ve uygu­lanış biçimlerinin azaltılmasına yol açtıkça buna daha çok inana­cağım. Böylece, uygulanış biçimlerinin azaltılmasıyla, “sınır” kavramına toplumsal korumacılık işlevi verilecek ve daha bireyselleşmiş statülere bağlanacaktır. Bu arada teknolojik dönüşüm­ler, sınıf mücadelesinde eğitim eşitsizliğine ve entelektüel hiyerar­şilere —bireylerle ilgili olarak genelleştirilmiş tekno-politik bir ayıklamaya gidilmesi bakımından— giderek daha önemli bir rol oynatacaktır. Şirket-uluslar çağında, gerçek “kitleler çağı” belki de önümüzde.

Irk Ulus Sınıf
Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein
Metis Yayınları


1. Bana göre temel olan bu noktayı, Collette Guillaumin tümüyle açıklığa kavuşturmuştur: “Sınıflandırma etkinliği aynı zamanda bir bilgi et­kinliğidir. […] Barındırdığı sürprizlere ve klişelere karşı mücadelenin belirsiz­liği kuşkusuz bundandır. Sınıflandırma baskıya olduğu gibi bilgiye de gebe­dir.” (L’Ideologie raciste. Genese et langage actuel, Mouton, Paris – La Haye, 1972, s. 183 ve devamı)
2. L. Poli̇ akov, Le Mythe aryen, Calmann-Levy, 1971; La Causalité diabolique, 1980.
3. ABD’de “zenci sorunu” ile Avrupa’dan gelen yoğun göç dalgalarının yarattığı etnik sorunun, 1950-60 yıllarında yeni bir “etniklik paradigması”nın ikincisini birinciye yansıtışına dek, nasıl ayrı kaldığını düşünün (Bkz. Michael Omi ve Howard Winant, Racial Formation in the United States, Routledge and Kegan Paul, 1986).
4. Özellikle “Les presuppositions definitionnelles d’un indefinissable: le racisme” (Mots, no. 8, Mart 1984); “L’identite nationale saisie par les logiques de racisation. Aspects, figures et problemes du racisme differentialiste” (Mots, no. 12, Mart 1986); “L’identite française au miroir du racisme differen­ tialiste”, Espaces 89, L’identite française, Editions Tierce, 1985. Bu düşünce daha önce Colette Guillaumin’in incelemelerinde belirmiştir. Aynı zaman­ da: Veronique De Rudder, “L’obstacle culturel: la difference et la distance”, L’Homme et la societe, Ocak 1986. Anglosakson ülkeleri için Martin Barker’ın kitabıyla karşılaştırınız (The New Racism, Conservatives and the Ideology of the Tribe, Junclion Books, Londra, 1981).
5. 1971’de UNESCO için yazılmış konferans, 1983’te Le Regard eloigné’de yeniden ele alınmıştır; Plon, 1983, s. 21-48, [Irk ve Tarih Türkçe yayınlanmıştır, Metis Yayınları, 1985]. Bkz. M. O’callaghan ve C. Guillaumin, “Race et race. . . la mode ‘naturelle’ en science humaines”, L’Hom­me et la societe, no. 31-32, 1974. Bambaşka bir bakış açısından Levi-Strauss “anti-hümanizmin” ve “göreciliğin” savunucusu olarak saldırıya uğramaktadır (Bkz. T. Todorov, “Levi-Strauss entre universalisme et relativisme”, Le Debat, no. 42, Kasım-Aralık 1986; A. Finkielkraut, La Defaite de lapensee, Gallimard, 1987). Tartışma tamamlanmadığı gibi henüz yeni başlamış­tır. Kendi adıma Levi-Strauss’un öğretisinin “ırkçı” olduğunu değil, 19. ve 20. yüzyılın ırkçı teorilerinin, hümanizmanın kavramsal alanında kurulduk­larını savunuyorum: dolayısıyla onları böyle ayıramayız (bu kitaptaki “Irk­çılık ve Milliyetçilik” başlıklı çalışmama bakınız).
6. Bu temalar Anglosakson ülkelerde “insan etolojisi” ve “sosyo-biyoloji” tarafından bol bol kullanılarak zenginleştirilmektedir. Fransa’da ise doğ­rudan kültürcü bir temele dayandırılmışlardır. Bu konuyla ilgili olarak, A. Be­ji̇ n ile J. Freund yönetiminde hazırlanan ve Yeni Sağ’ın kuramcılarından tu­tun da, daha durmuş oturmuş üniversite öğretim üyelerine kadar uzanan bir yelpazede çeşitli yazılara yer veren bir seçki çıkmıştır: Racismes, antiracismes, Meridiens-Klincksieck, 1986. Bu eserin aynı zamanda çok yüksek tirajlı bir popüler yayında (J’ai tout compris, no. 3, Haziran 1987, “Dossier choc: Immigres: Demain la haine”, Yazı İşi. M.: Guillaume Faye) basit bir dile in­dirgenmiş olduğunu bilmekte de yarar var.
7. Ruth Benedict buna H. S. Chamberlain konusunda dikkat çekiyordu: “Ancak Chamberlain Yahudiler’i fiziksel özelliklerinden ya da soyağaçlarından tanımıyordu; onun da bildiği gibi Yahudiler modern Avrupa’daki nüfusun geri kalanından belli antropomorfik ölçümlerle ayrılamazlar. Fakat düşmandılar, çünkü özel düşünme ve davranma şekilleri vardı. ‘İnsan Yahudi haline gelebi­lir…’ vb.” (R. Benedi̇ct, Race and Racism, yeni basım: Routledge and Kegan Paul, 1983, s. 132). Ona göre bu Chamberlain’in hem “dürüstlüğü”nün hem de iç “çelişkisi”nin işaretidir. Bu çelişki kural halini almıştır ve aslında tek kural da değildir. Antisemitizm’de Yahudi’nin aşağılığı teması, yok edil­mez farklılık temasından çok daha az önemlidir. Chamberlain’in Yahudiler’i çok daha “tehlikeli” kılan zihinsel, ticari, cemaate dair “üstünlüklerini” an­maktan hoşlandığı bile görülmektedir. Nazi girişimi kendisini çoğunlukla, Yahudiler’in fiili “insan-altı” durumu karşındaki bir girişim olarak değil, on­ları “insan-altı” duruma indirme girişimi olarak kabul eder: Bu yüzden de köleleştirmeyle yetinemez ve yok etmeyle sonuçlanır.
8. Bkz. bu kitapta, “Irkçılık ve Milliyetçilik”.
9. Şurası açıktır ki, “ırksal çatışmaların” ve okulda göçmenlerin bulu­nuşuna duyulan hıncın —ki bu komşuluktakinden çok daha fazladır— keskin­liğini, toplumsal sınıflama ve bünyesine kabul etme konusunda son kararı veren makam olarak kültürün kurumsal hiyerarşisi altındaki kültürlerin “sosyolojik” farklılığındaki altalamaya bağlamak gerekir. Bkz. S. BOULOT ve D. BOYSON-FRADET, “L’echec scolaire des enfants de travailleurs immigres”, L’Immigration maghrebine en France, özel sayı, Les Temps modernes, 1984.
10. Bkz. M. Barker, The New Racism…
11. Michel Foucault, La Volonte de savoir, Gallimard, 1976.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz