Halklığın İnşası: Irkçılık, Milliyetçilik ve Etniklik – Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein

Hiçbir şey bize bir halkın kim ya da ne olduğundan daha aşikâr görünmez. Halkların adları vardır, çok tanıdık adlar. Uzun birer tarihe sahipmiş gibi görünürler. Buna rağmen her anketçi bilir ki, muhtemelen aynı “halk”tan olanlara “siz nesiniz?” diye açık uçlu bir soru sorulduğunda alınan cevaplar inanılmaz derecede çeşitli olacaktır; özellikle de konu o sırada siyaset sahnesinde değilse. Ve siyaset sahnesini izleyen herkes, şu isimler etrafında çok ateşli tartışmaların döndüğünü bilir: Filistinli var mıdır? Yahudi kimdir? Makedonyalılar Bulgar mıdır? Berberiler Arap mıdır? Doğru etiket hangisidir: Zenci, Afro-Amerikan, Siyah (büyük harfle), siyah (küçük harfle)? Bu etiket sorunu yüzünden insanlar her gün birbirlerini vuruyorlar. Buna rağmen, tam da bunu yapanlar meselenin karmaşık ya da şaşırtıcı olduğunu ya da o kadar açık olmadığını inkâr etme eğilimindedir.

Başlangıç olarak son zamanlarda belirli bir halk üzerine yapılan bir tartışmayı anlatmak isterim. Bu tartışmanın, ortak siyasal hedeflere sahip olduklarını öne süren insanlar arasında, göreli olarak dostça yapılmış olmak gibi ender bir özelliği var. Sadece meseleyi yoldaşlar arasında dostça çözümleme umuduyla yayımlanmış bir tartışma bu.
Dekor Güney Afrika: Güney Afrika hükümeti her biri bir isme sahip dört grup “halk”ın varlığını yasama yoluyla ilan etmiştir. Avrupalılar, Hintliler, Renkliler, Bantular. Bu yasal kategorilerin her biri karışıktır ve içlerinde çok sayıda olası alt-grubu barındırır. Tek bir etiket altında toplanan alt-gruplar dışarıdan biri­nin bakış açısıyla bazen garip görünür. Yine de bu etiketler yasa­ların gücünü taşımakta ve bireyler için çok özgül sonuçlar doğur­maktadır. Güney Afrika’da oturan herkes idari olarak bu dört ka­tegoriden birine sokulmakta ve bunun sonucu olarak farklı siyasal ve toplumsal haklara sahip olmaktadır. Örneğin, kişinin, içinde bulunduğu kategori için ya da bazı durumlarda alt-kategori için devletin belirlediği belli bir ikâmet bölgesinde oturması gerekir.

Güney Afrika’da apartheid olarak bilinen bu yasal sınıflan­dırma sürecine karşı çıkan çok sayıda insan vardır. Ancak bu mu­halefetin tarihinde, yasal etiketler konusundaki taktiklerde de en azından bir tane önemli değişiklik oldu. Başlangıçta apartheid’a karşı çıkanlar bu ayrı kategoriler çerçevesinde örgütler oluşturdu­lar. Örneğin, 1955’te, her biri hükümetin dört kategorisindeki halklardan birine dahil olan kişilerden oluşan dört grubun ortak­laşa düzenledikleri çok ünlü bir Halk Kongresi gerçekleştirildi. Bu Halk Kongresi, diğer şeylerin yanı sıra, apartheid’a son veril­mesini talep eden bir Özgürlük Bildirgesi çıkardı.
Dört muhalefet örgütünün en büyüğü, hükümetin Bantu ola­rak adlandırdıklarını, yani devletin sınırları içindeki toplam nü­fusun yaklaşık yüzde 80’ini oluşturanları temsil eden Afrika Ulu­sal Kongresi’ydi (ANC). 1960’larda ya da 70’lerde bir zaman —ne zaman olduğu kesin değil— ANC, “Afrikalı” terimini “Av­rupalı” olmayan herkes için kullanma yoluna gitti ve böylece hü­kümetin Bantu, Renkli ve Hintli olarak adlandırdığı herkesi bu tek etiket altında topladı. Başkaları da —kim oldukları kesin değil— benzer bir karar verdiler ama bu grubu “Beyazlar” karşısında “Beyaz-olmayanlar” diye adlandırdılar. Sonuç, her durumda, dörtlü bir sınıflandırmanın bir ikili bölümlemeye indirilmesiydi.

Ancak bu karar, eğer karar denebilirse, kesin değildi. Örne­ğin ANC’nin Hintliler arasındaki kardeş örgütü Güney Afrika Hintli Kongresi (SAIC), başkanının ve diğer üyelerinin hem SAIC’nin hem de ANC’nin üyeleri haline gelmelerine rağmen varlığını sürdürdü.
Dördü arasındaki en sorunlu kategori şüphesiz “Renkliler”di.
Bu “grup” tarihsel olarak Afrikalılar ile Avrupalılar arasındaki çe­şitli birleşmelerin torunlarından oluşuyordu. Aynı zamanda yüz­yıllar önce Doğu Hint Adaları’ndan getirilen ve Cape Malayları olarak bilinen kişileri de içeriyordu. “Renkliler” çoğunlukla dün­yanın diğer yerlerinde “mulatto” diye adlandırılan ve ABD’de, ırk ayrımını düzenleyen, şimdi feshedilmiş eski yasalar açısından her zaman “Zenci ırkın” parçası sayılmış olan insanlardı.
1984 Temmuzu’nda, ANC’nin bir üyesi ve devletin bakış açısıyla bir Renkli olan Alex La Guma, ANC’nin resmi gazetesi Sechaba’nın editörüne bir mektup yazdı ve aşağıdaki şu sorunu ortaya attı:
Sechaba’daki görüşme, makale ve söyleşilerde, “Sözde-Renkli” (bazen de küçük ‘r’ ile yazılıyor) diye adlandırıldığımın farkına vardım. Kongre bana bu adı vermeye ne zaman karar verdi? Güney Afrika’da Kongre İttifakı içinde ak­tiftim ve “Sözde-Renkli Halkın Kongresi”ne değil, “Renkli Halkın Kongre­si”ne üyeydim. Halkın Kongresi ve Özgürlük Bildirgesi için çalışırken “Biz Renkli halk, varolmak için mücadele etmeliyiz…” diye şarkılar söylerdik. O zamanlar Sözde-Renkli halktan söz edenler, sözde birlik hareketinden [bu ANC’ye rakip bir örgüttü] bazı kişilerdi, yoksa bizim Kongremiz değil. Se­chaba’nın eski sayılarında bu değişikliğin yapılmasına ne zaman ya da neden karar verildiği görünmüyor. Evet belki bana yüzyıllardır Renkli diyenler hükümetler, yönetimlerdi; toplumsal ve siyasal işlemlerdi. Ama akıllı insan­lar, etnologlar, antropoloji profesörleri ve diğerleri benim gerçekte kim ol­duğumu umursamadılar.

Étienne Balibar ve Immanuel Wallerstein, “Irk Ulus Sınıf” kitabını nasıl yazdıklarını anlatıyor

Editör Yoldaş, kafam karıştı. Aydınlatılmaya ihtiyacım var. Bu bana “sözde” bir insanmışım, insanların tüm özelliklerine sahip ama gerçekte ya­pay olan o şeylerden, yani “insanımsı”lardan biriymişim gibi bir his veriyor. Diğer azınlıklardan olan insanlar “sözde” diye adlandırılmıyor. Neden ben? Bu “Ham’ın laneti” olsa gerek.
Bu mektuba verilen üç cevap olmuştur. Bunlardan birincisi editörün, yine aynı sayıda (Haziran sayısı) yayınlanan cevabıdır:
Hatırlayabildiğim kadarıyla hareketimizde “Renkli”nin “Sözde-Renkli” olarak değiştirilmesi yönünde alınmış bir karar yoktur. Bütün bildiğim ara­mızdan bazılarının —UDF’den [Birleşik Demokratik Cephe; apartheid karşıtı bir örgüt] Allan Boesak [Boesak hükümetin Renkli diye etiketlediği biridir] gibi — “Sözde-Renkli” terimini giderek daha sık kullandıklarıdır. Sanırım si­zin fark ettiğiniz şey bu gelişmenin bir yansımasıdır. Kısa bir süre önce Sechaba, Richard Rive’ın kitabı Writing Black’in eleştirisini yayınladı. Bu eleştiride şöyle diyorduk:
“Birlik çabamız bizi farklılıkları görmekten alıkoymamalıdır; eğer bun­ları görmezden gelirsek tam da ulaşmaya çabaladığımız birlik açısından sorun­lar çıkabilir. Sözde-Renkliler demek ya da Renkli sözcüğünü tırnak içinde yazmak yeterli değildir. Bu sorun olumlu bir yaklaşımla halledilmelidir çünkü söz konusu olan ayırt edilebilir ve kimliği belirlenebilir bir insan grubudur.”

Başka bir deyişle bizim bu dergide söylediğimiz bu konu üzerinde tartış­manın gerekli olduğudur ve bence mektubunuz böyle bir tartışma için pekâlâ bir başlangıç olabilir. Bu konudaki her yoruma açığız.
Sechaba’nın Ağustos 1984 sayısında P.G. imzalı bir mektup yayınlandı. İçeriğinden P.G.’nin de hükümet tarafından Renkli olarak etiketlenenlerden biri olduğu belli oluyordu. P.G., Alex La Guma’dan farklı olarak “Renkli” terimini tereddütsüz reddediyor­du:
Batı Cape’te, Yoldaşlar Hareketi’nin grupları olarak toplandığımızda Renkli terimi üzerinde yaptığımız tartışmayı hatırlıyorum. Bu gruplar 1976 ayaklanması sırasında eğitim ve eylem amacıyla bir araya gelen, dağınık bir şekilde örgütlenmiş ve genelde ANC yanlısı gençlik gruplarıydı. “Sözde-Renkli” terimi apartheid terminolojisinin reddinin popüler bir ifadesi olarak gençler arasında sık kullanılırdı.

Sechaba’da Richard Rive’ın Writing Black’i için yazılanlara tamamen katılıyorum, ama söylediğiniz gibi nasıl ki “Sözde-Renkliler” demek ya da Renkli sözcüğünü tırnak içinde yazmak yeterli değilse “Renkli” terimini ka­bul etmek de eş derecede yanlıştır. Bunu çoğu kişinin “Renkli” terimini red­dettiği gerçeğinin ışığında söylüyorum. Kongre’dekiler, UDF’dekiler, yurt­taşlık grupları, kilise grupları ve sendikalar, halkın sevdiği önderler, “Sözde-Renkli”den söz ediyorlar ve onlar ya da halk kendilerini hiç de “insanımsılar” gibi görmüyor. Aslında insanlara yapaylık duygusu veren şey “Renkli” teri­minin kullanılmasıdır. Renkli, kimliksizlik çığlıkları atan bir terimdir.

Renkli terimi özel bir gruptan çıkmadı; 1950 tarihli Nüfus Kayıt Yasası’nın “görünüş itibarıyla Beyaz ya da Hintli olduğu belli olmayan ve yerli bir ırktan ya da bir Afrika kabilesinden olmayan” diye tanımladığı bir kişiye yapıştırılan bir etiketti. Dışlama üzerine kurulu bir tanım — yani bir çeşit “olmayan”-halk… Irkçıların marjinaller olarak gördükleri, “Renkli” terimiyle adlandırıldı. “Renkli” terimi, ırkçı safkan beyaz Afrikaner miti için esastı. “Renkli” terimini kabullenmek bu mitin sürmesine izin vermektir…

Bugün insanlar, “ırkçıların bakış açısını reddediyoruz, terminolojilerini reddediyoruz,” diyorlar ve düşmanın tam ortasında eskiye meydan okuyarak YENİYİ kurmaya başlıyorlar. “Renkli-Kleurling” terimi aynı “half-caste” (karışık atalı), “Bruine Afrikaner” ve “Güney Afrika’nın üvey çocukları” te­rimleri gibi, ırkçılardan kalmadır. “Sözde” önekinin kullanımını çok dar bir anlama çekerek alınacağımıza ya da şaşalayacağımıza, bunu yıllardır başımıza çöreklenmiş bir belanın çözümünde bir ilk adım olarak görmeliyiz.
Bu “Sözde-Renkli” terimini olumlu bir şekilde ele alarak yola çıkmalı­yız. Şimdi insanlar adımızın ne olacağını seçecek olan biziz diyorlar ve çoğu, kurulmakta olan ulusun heyecanıyla, “Güney Afrikalı”yı tercih ediyor. Tar­tışma çeşitli biçimler alabilir ama Baasskap teriminin kabullenilmesine dönmek söz konusu olamaz. Eğer bir Güney Afrikalı olmanın dışında, bir alt-kimliğe gerçekten ihtiyaç duyan olursa soruna kitlesel bir tartışmayla çözüm bulunabilir.

Sechaba’nın Eylül 1984 sayısında hükümetin bir Avrupalı olarak etiketlediği biri olan Arnold Selby tartışmaya, “uluslar” ile “ulusal azınlıkları” birbirinden ayıran bir dizi kategori kullanarak girdi:
İşe, bazı sağlam ve kabul görmüş gerçekleri gözden geçirerek başlaya­lım:
a) Henüz Güney Afrika ulusu diye bir şey yoktur;
b) Afrikalı çoğunluk ezilen bir ulustur, Renkliler ve Hintliler ayrı ve tanımlanabilir, ezilen ulusal azınlıklardır. Beyaz nüfus ezen azınlık ulusu oluşturmaktadır;
c) Renkli, Hintli ve Beyaz ulusal azınlıklar homojen değildir; diğer ulu­sal ya da etnik grupları da barındırırlar. Örneğin Lübnanlılar topluluğu temelde beyaz olarak sınıflandırılır ve kendisini beyaz olarak görür, Malaylar ve Grikalar kendilerini Renkli ulusun parçası sayarlar, Çinli azınlık ise kendini bir kısmı beyaz, bir kısmı Asyalı ve diğer kısmı Renkli olarak sınıflan­dırılmış bulur;
d) Güney Afrika’nın geleceğinin anahtarı ve ulusal sorunun çözümü Afri­ka ulusunun ulusal kurtuluşundadır. Afrika Ulusal Kongresi yönetimindeki ulusal demokratik devrimimizin zaferi ile Afrika ulusunun ulusal kurtuluşunu da beraberinde getirerek bir Güney Afrika ulusunun doğuş sürecini başla­tacaktır.
Yukarıda (b) maddesinde belirttiğim gibi, Renkli halk, ayrı ve tanımla­nabilir bir ezilen ulusal azınlık oluşturmaktadır. Fakat “Renkli” tanımı, bun­dan çıkan terminoloji ve günlük hayat pratiğindeki kullanımı, ne doğal top­lumsal nedenlerin sonucudur ne de “Renkli” halkın seçimidir. Avrupalı burju­va ulusların, hem ticari hem de emperyalist aşamalarında ve 1910’da saldır­gan Güney Afrika Devleti’nin kuruluşundan sonra, Güney Afrika’ya saldırı, sızma ve yerleşme dalgalarının ardından gelen rejimlerin, Renkli halka dayattığı şeylerdir.
Şimdi gelelim bir kısmımızın “Sözde” Renkli halktan söz etme eğili­mine. İnanıyorum ki bu, karşı karşıya olduğumuz iki gerçek etkenin sonucu­dur.
İlki yurtdışındaki çalışmalarımız sorunudur. Diğer ülke ve ulusların “Renkli halk” terimi hakkında, ülkemizde ulusal olarak ezilen Renkli ulusal azınlığın gerçekliğine hiç de yakın olmayan, farklı düşünceleri vardır. Ülke­mizden, mücadelesinden ve Renkli halkın bu mücadeledeki yerinden ve rolün­den söz ederken Renkli halkın kim olduğunu açıklamamız gerekiyor; işte bu yüzden, sık sık kendimizi, “Renkli” terimini saldırganların dayattığını vurgu­lamak için “Sözde” kelimesini (lütfen tırnaklara dikkat) kullanırken buluyo­ruz. Tıpkı şimdi ABD olan yerin esas sakinlerinden söz ederken “Sözde” Kı­zılderililer de denilebileceği gibi. Bu yurtdışında, kurtuluş mücadelemiz hak­kında daha çok şey bilmek isteyenlere daha net bir tablo sunmaktadır.

İkinci olarak, aramızdan bazılarının “Sözde” kelimesini kullanma eğilim­lerinin genelde kabul görmüş “Renkli halk” terimimizin reddi anlamına gel­diğine inanmıyorum. Benim düşünüş tarzıma göre bu kelimeler, ezilen Renk­li ve Hintli ulusal azınlıkların, ezilen çoğunluk Afrika ulusuyla artan birlikle­rini vurgulamak üzere kullanılmaktadır. İnanıyorum ki, bu kelimelerin kul­lanılması Renkli’nin Siyah’tan ayrılmasından çok Siyah’la özdeşleşmesine işaret etmektedir. Bu kullanım aynı zamanda Renkli halkla ezen Beyaz ulusal azınlık arasına uzaklık koymaktadır. Ezen Beyaz ulusal azınlık sayısız defalar, doğal olarak onlarla ilişkili olan Renkli halkın, kendilerinin aşağı bir kolu olduğu düşüncesini kabul ettirmek için başarısız girişimlerde bulunmuştur. “Sözde”nin kullanımı saldırganın bu ırkçı ideolojiyi bilimsel terminolojinin kılıfı altında kabul ettirme girişimlerinin reddi anlamına gelmektedir.
“Sözde”yi ister kullanalım ister kullanmayalım gerçeklik, ülkemizde ezi­len bir Renkli ulusal azınlık olduğudur. Bence, bugünün koşullarında “Sözde”yi kullanmak, gerçek anlamı ifade eden uygun bağlamda olması ve tırnak içine alınması kaydıyla yanlış değildir. Renkli halkın ezilen bir azınlık ulus olarak varlığının gerçekliği hiçbir koşulda reddedilemez.
Selby’nin konumunun P.G.’ninkinden oldukça farklı olduğu göze çarpıyor. Her ikisi de “Sözde”nin “Renkli”nin önünde kul­lanılmasını kabul ediyor, ama P.G. bunu Renkliler diye bir şey olmadığı için yapıyor. Selby ise “ulusal azınlıklar” diye adlandır­dığı çeşitli halklar arasında Renkliler’in de bir halk olarak var­olduğunu düşünüyor ama “Sözde”nin siyasal iletişimde bir taktik olarak kullanımını savunuyor.

Sonuçta, Kasım 1984 sayısında La Guma geri adım atmadan cevap verir:
[P.G.], “Sözde-Renkli”nin, “apartheid terminolojisinin” reddinin popüler ifadesi olarak kullanıldığını söylüyor. Ancak daha sonra “çoğu, kurulmakta olan ulusun heyecanıyla, ‘Güney Afrikalı’yı tercih ediyor,” diyor. Ancak Edi­tör Yoldaş, ülkemize kimin resmi olarak Güney Afrika ismini verdiğini söy­lemiyor bize. Hangi yetkiye ya da kimin yetkisine dayanarak? Bu “terminolo­jiyi” reddederek ülkeyi “Azanie” olarak adlandıranlar var (yine kimin yetki­sine dayanarak?) ve belki de nüfusun geri kalanını “Sözde Güney Afrikalılar” olarak adlandırırlardı. Ne var ki Güney Afrika ismi bile, Boer marşında Suid-Afrika denilmesine rağmen kabul edilmiştir. Ancak, (sözde de olsa) herhangi bir azınlığın kendi keyfiyeti için kendisine Güney Afrikalı deme hakkına sa­hip olduğunu sanması bana, bariz bir haddini bilmezlik değilse bile, demokra­tik olmayan bir şey gibi geliyor; çünkü hak doğal olarak çoğunluğa aittir.

Ne yazık ki, “Renkli” teriminin Nüfus Kayıt Yasası ya da Grup Bölgele­ri Yasası’nda yapılan tanımın sonucu olarak (P.G.’nin söylediği gibi) çıktığı­nı bilmiyordum. Ben bu yasaların çıkmasından çok önce doğdum, o halde halkımız bundan biraz daha eski olmalı. P.G.’nin anlattığı bütün o korkunç deneyimlerden (bölünen aileler, atılmalar, vb.) sadece bizim muzdarip olduğu­muzu sanmamalıyız. Karışık ırklar ya da marjinal topluluklar dünyanın başka yerlerinde de aynı sıkıntı ve çilelere katlanıyorlar.
Şimdi P.G. “Sözde”nin de “Renkli”nin de yeterince iyi olmadığını söy­lüyor; bu da kafamın karışıklığını artırıyor. Ama “Yıllar boyunca bir bela” olan, “Renkli” diye çağrılmak değil, halkımıza bugün ve geçmişte davranılış biçimidir. Yoksa onlara ne dendiği fark etmez, tıpkı kendi başına “Asyalı” ya da “Hintli” teriminin lanetli anlamına gelmediği gibi… P.G.’nin “kitlesel tartışma”sının sonucunu sabırsızlıkla beklerken, yine de bugün ne olduğumu bilmek isterim. İşte böyle Editör Yoldaş, bana istediğiniz küfürü edin ama Tanrı aşkına “Sözde” demeyin.

Bu yazışmalara epey uzun yer vermemin nedeni her şeyden önce tartışmaların en dostçasının bile oldukça ateşli olduğunu göstermekti; ikinci olarak da meselenin, ister tarihsel zeminde ol­sun ister ideolojik zeminde, çözümünün ne denli zor olduğunu göstermek. Bir Renkli halk, ya da bir Renkli ulusal azınlık, ya da bir Renkli etnik grup var mıdır? Hiç oldu mu? Bazılarının şimdi ve/veya geçmişte olduğunu bazılarının da olmadığını düşündük­lerini, yine bazılarının bu konuda kayıtsız olduklarını ve diğer bazılarının ise böyle bir kategoriden habersiz olduklarını söyleye­bilirim.

Yani ne? Eğer ortada asli bir görüngü, bir Renkli halk varsa bunun parametreleri konusunda anlaşmaya varabilmeliyiz. Ama eğer bir halkı gösteren bu isim üzerinde ya da herhangi bir halkı gösteren diğer bir isim üzerinde anlaşamadığımızı görüyorsak bu­nun nedeni belki de halklığın yalnızca deneysel bir kavram değil, her özel örnekte sınırları sürekli değişen bir deneysel kavram oluşudur. Belki de bir halk biçim olarak değişken olduğu var­sayılan bir şeydir. Ama eğer öyleyse, bu ateşlilik neden? Belki de kimse bu değişkenliğin farkında olmadığından. Eğer haklıysam gerçekte çok garip bir görüngüyle karşı karşıyayız demektir; en önemli özellikleri değişkenlik gerçekliği ve bu gerçekliğin inkârı olan bir görüngüdür bu. Çok karmaşık, hatta acayip olduğunu söylemeliyim! İçinde bulunduğumuz tarihsel sistemde böylesi ga­rip bir toplumsal süreci doğuran şey nedir? Belki de ortada keşfe­dilmesi gereken bir atom parçacığı vardır.

Meseleyi birbirini izleyen aşamalarla ortaya koyacağım. İlk önce toplumsal bilimlerde halklığa ilişkin görüşleri kısaca gözden geçirelim. Daha sonra da bu tarihsel sistemin süreçlerinde ve ya­pısında, böylesi bir kavramı neyin ortaya çıkarmış olabileceğini görelim. Son olarak da yararlı olabilecek kavramsal bir yeniden formülasyonun varolup olmadığını görelim.

Başlangıç için, tarihsel olarak toplumsal bilimler literatürüne bakarsak “halk” teriminin gerçekte pek az kullanıldığını görürüz. En çok kullanılan üç terim, hepsi modern dünyada “halklar”ın çe­şitleri sayılan, “ırk”, “ulus” ve “etnik grup”tur. Bunlardan sonun­cusu en yenisidir ve gerçekte, önceden yaygın bir şekilde kul­lanılan “azınlık” teriminin yerini almıştır. Kuşkusuz bu terimlerin her birinin birçok varyantı vardır ama yine de bunların hem ista­tistiksel hem de mantıksal olarak, üç kipsel terim olduklarını sanıyorum.
Bir “ırk”ın, görünür fiziksel biçime sahip olan bir genetik ka­tegori olduğu varsayılır. Son 150 yılda ırkların isimleri ve ayırt edici niteliklerine ilişkin önemli bir akademik tartışma olmuştur. Bu tartışma oldukça ünlüdür ve büyük bölümü de kötü bir üne sa­hiptir. “Ulus”un, bir devletin fiili ya da muhtemel sınırlarına her nasılsa bağlı olan toplumsal-siyasal bir kategori olduğu varsayılır. Bir “etnik” grubun, kuşaktan kuşağa geçen ve normal olarak ku­ramda devlet sınırlarına bağlı olmayan, bazı sürekli davranışlara sahip olduğu söylenen kültürel bir kategori olduğu varsayılır.

Kullanılan diğer terimlerin çokluğu bir yana, bu üç terim ina­nılmaz derecede değişken biçimlerde kullanılmaktadır. (Daha ön­ce, yukarıdaki tartışmada, bir kişinin “ulusal azınlık” adını verdiği şeye diğerlerinin “etnik grup” adını verebildiklerini görmüştük.) Bu terimleri kullananların çoğu, her üçünü de, sürekliliği saye­sinde, bugünkü davranışlar üzerinde güçlü bir etkiye sahip olan ve aynı zamanda günümüzde siyasal iddialarda bulunmak için bir zemin oluşturan kalıcı bir görüngüye işaret etmek üzere kullan­maktadır. Yani, bir “halk”ın oluş ve davranış biçiminin nedeni­nin, ya ayırt edici genetik özellikleri, ya toplumsal-siyasal tarihi ya da geleneksel normları ve değerleri olduğu varsayılmaktadır.

Bu kategorilerin tüm amacı, bugünün yönlendirilebilir “akıl­cı” süreçlerine karşı, geçmiş üzerine kurulu iddialarda bulun­mamıza olanak sağlamakmış gibi görünmektedir. İşlerin neden şu anda oldukları şekilde olduklarını ve değişmemeleri gerektiğini ya da neden böyle olduklarını ve neden değişemeyeceklerini açıkla­mak için bu kategorileri kullanabiliriz. Ya da tam tersine, neden bugünkü yapıların yerini, daha eski ve derin, yani bu nedenle daha meşru, toplumsal gerçeklikler adına başkalarının alması ge­rektiğini de açıklayabiliriz. Geçmişliğin zamansal boyutu halklık kavramı için çok önemlidir ve bu kavramın kendinde vardır.
Bir geçmiş, bir “kimlik” neden istenir ya da buna neden ih­tiyaç duyulur? Bu tümüyle yerinde bir sorudur, üstelik ara sıra sorulur da. Örneğin P.G., yukarıda yer verdiğimiz tartışmada “Renkli” adlandırmasından vazgeçilmesini ve onun yerini daha geniş bir kategori olan “Güney Afrikalı”nın almasını savunuyor ve sonra şöyle diyordu: “Eğer Güney Afrikalı olmanın dışında bir alt-kimliğe gerçekten ihtiyaç duyan olursa…” Bu “olursa” sözü “neden olsun”u ima ediyor.

Geçmişlik insanları bugün, aksi takdirde davranmayabilecekleri şekilde davranmaya ikna eden bir kiptir. Geçmişlik kişilerin birbirlerine karşı kullandıkları bir araçtır. Geçmişlik bireylerin toplumsallaşmaları, grup dayanışmasının korunması, toplumsal meşruiyetin oluşturulması ya da ona meydan okunması için mer­kezi bir öğedir. Bu nedenle geçmişlik en başta törel bir görüngü, bu nedenle siyasal bir görüngü ve her zaman için çağdaş bir gö­rüngüdür. Kuşkusuz bu yüzden değişkendir. Gerçek dünya sü­rekli olarak değiştiğinden çağdaş siyasette geçerli olan da zorunlu olarak sürekli değişmektedir. Bu nedenle geçmişliğin içeriği zorunlu olarak sürekli değişir. Ancak geçmişlik tanım olarak, bir sabit geçmiş iddiası olduğuna göre, belirli herhangi bir geçmişin değiştiğini ya da değişebileceğini hiç kimse hiçbir zaman kabul edemez. Geçmiş normal olarak taşa yazılıdır ve geri çevrilemez sayılır. Kuşkusuz, gerçek geçmiş gerçekten taşa yazılıdır. Öte yandan toplumsal geçmiş, yani bizim bu gerçek geçmişi anlayış biçimimiz, olsa olsa yumuşak kile yazılıdır.
Durum bu olduğuna göre, geçmişliği genetik olarak sürekli gruplar (ırklar) açısından mı, tarihsel toplumsal-siyasal gruplar (uluslar) açısından mı, yoksa kültürel gruplar (etnik gruplar) açısından mı tanımladığımız pek az bir farklılık yaratır. Bunların hepsi halklık kavramlarıdır; hepsi geçmişliğin icatlarıdır; hepsi siyasal görüngülerdir. Ancak eğer durum buysa karşımıza başka bir analitik bulmaca daha çıkmaktadır. Tek bir terimin yeterli ola­bileceği bir durumda neden üç ayrı kipsel terim ortaya çıkmıştır? Tek bir mantıksal kategorinin üç toplumsal kategoriye ayrılma­sının mutlaka bir nedeni olmalıdır. Bunu bulmak için kapitalist dünya ekonomisinin tarihsel yapısına bakmamız gerekir.

Bu üç kipsel terimin her biri kapitalist dünya ekonomisinin temel yapısal özelliklerinden birinin etrafında dönmektedir. “Irk” kavramı dünya ekonomisindeki eksenel işbölümüyle, yani mer­kez-çevre zıtlığıyla ilgilidir. “Ulus” kavramı bu tarihsel sistemin siyasal üstyapısıyla, yani devletlerarası sistemi biçimlendiren ve ondan türeyen egemen devletlerle ilgilidir. “Etnik grup” kategori­si, sermaye birikiminde ücretsiz emeğin büyük payının korun­masını sağlayan hane yapılarının yaratılmasıyla ilgilidir. Bu üç te­rimden hiçbiri sınıfla doğrudan ilgili değildir. İşte bu yüzden “sı­nıf” ve “halklık”, diklemesine tanımlanmıştır; bu da, daha sonra göreceğimiz gibi, bu tarihsel sistemin çelişkilerinden biridir.

Dünya ekonomisindeki eksenel işbölümü, mekânsal bir iş­bölümüne yol açmıştır. Bizce bu işbölümünü, bir merkez-çevre zıtlığı meydana getirmiştir. Kesin bir şekilde ifade edersek, mer­kez ve çevre, farklılaşmış üretim maliyetleri yapılarıyla ilgili olan bağıntısal kavramlardır. Bu farklı üretim süreçlerinin mekânsal olarak uzak alanlarda yerleşmesi bağıntının kaçınılmaz ve de­ğişmez bir özelliği değildir. Ama normal bir özellik olma eğilimindedir. Bunun birçok nedeni var. Çevresel süreçler hammadde üretimiyle ilişkili olduğu ölçüde —bugün geçmişten çok daha az geçerlidir bu; ama asıl tarihsel olarak doğrudur— çevresel ürün yetiştirme koşulları ya da coğrafi yataklar bu süreçlerin coğrafi olarak yer değiştirebilmelerini kısıtlamaktadır. İkinci olarak, bir dizi merkez-çevre ilişkisinin korunmasında siyasal unsurlar rol oynadığı sürece, ürünlerin siyasal sınırları bir meta zinciri halinde geçmeleri olgusu, gerekli siyasal süreçleri kolaylaştırmaktadır; çünkü sınır geçişlerinin kontrolü devletlerin fiili olarak kullan­dıkları en büyük gerçek güçlerden biridir. Üçüncü olarak, merke­zi süreçlerin çevresel süreçlerin yoğunlaştığı devletlerden farklı devletlerde yoğunlaşması, her birinde birbirinden ayrı siyasal iç yapılar yaratma eğilimi taşır. Aralarındaki bu farklılık, daha sonra eksenel işbölümünü sürdüren ve yöneten devletlerarası eşitsiz sis­temin koruyucu siperi haline gelmektedir.

Meseleyi daha açık bir biçimde ortaya koymak gerekirse, dünyanın bazı bölgelerinin büyük ölçüde merkezi üretim süreç­lerinin, bazılarının da çevresel üretim süreçlerinin alanı olma­larının nedeni budur. Kutuplaşma derecesi çevrimsel olarak de­ğişiklik gösterse de, uçurumun genişlemesi yönünde çağcıl bir eğilim bulunmaktadır. Bu dünya çapındaki mekânsal farklılaşma­nın aldığı siyasal biçim, birincil olarak, Avrupa-merkezli bir ka­pitalist dünya ekonomisinin sonunda tüm yerküreyi kaplayacak şekilde yayılmasıydı. Bu “Avrupa’nın yayılması” görüngüsü ola­rak bilinir.
Dünya gezegeni üzerindeki insan türlerinin evrimi sırasında, yerleşik tarımın gelişmesinden önceki bir dönemde, genetik var­yantların öyle bir dağılımı ortaya çıktı ki, herhangi bir yerdeki farklı genetik tipler, kapitalist dünya ekonomisinin gelişiminin başlangıcında, bugün olduklarından çok daha homojendiler.

Kapitalist dünya ekonomisi, esas olarak Avrupa’daki başlan­gıç noktasından yayıldıkça, merkezi ve çevresel üretim süreçleri­nin yoğunlaşmaları coğrafi olarak giderek daha oransız hale gel­dikçe, “ırksal” kategoriler bazı etiketler altında belirginleşmeye başlamışlardır. Farklı kişiler arasında değişiklik gösteren, hem de önemli değişiklikler gösteren bir dizi genetik özelliğin varolduğu aşikâr görünebilir. Ama bunların, “ırklar” adını verdiğimiz, üç beş ya da elli tane şeyleşmiş gruplaşmayla kodlanmalarının gerek­liliği hiç de öyle aşikâr değil. Kategorilerin sayısı, hatta herhangi bir sınıflandırma olgusu, toplumsal bir karardır. Burada gözlem­lediğimiz şudur: Kutuplaşma arttıkça kategori sayısı giderek azal­maktadır. W.E.B. Du Bois’nın 1900’de, “20. yüzyılın sorunu renk sorunudur” derken kastettiği renkler beyaz ve beyaz-olmayan biçiminde gerçekleştiler.
Irk ve dolayısıyla ırkçılık, eksenel işbölümüyle ilişkili olan coğrafi yoğunlaşmaların dışavurumu, itici gücü ve sonucudur. Bu, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin son yirmi yılda ülkeyi ziyaret eden Japon işadamlarını Asyalı (Güney Afrika’da yaşayan Çinli­ler Asyalı sayılır) olarak değil, “fahri beyaz” olarak adlandırmak konusunda aldığı kararda, çarpıcı bir netlikle görülür. Görünüşe bakılırsa, yasaların genetik kategorilerin kalıcılığı üzerine kurulu sayıldığı bir ülkede genetik, dünya ekonomisindeki son gelişme­lere göre belirleniyor. Bu tür saçma kararlar yalnız Güney Afrika’ya özgü değildir. Ama sadece Güney Afrika bu saçmalıkları kâğı­da dökerek kendini güç duruma sokmaktadır.

Ancak ırk, kullandığımız tek toplumsal kimlik kategorisi de­ğildir. Söylediğimiz gibi ulus, dünya sisteminin siyasi yapılan­masından doğmaktadır. Bugün Birleşmiş Milletler’in üyesi olan devletlerin hepsi modern dünya sisteminin yaratımlarıdır. Bu dev­letlerin çoğu bundan yüz ya da iki yüz yıl önce ne isim ne de idari birim olarak vardılar. 1450’den önceki dönemde şimdiki coğrafi yerleriyle kabaca aynı yerde, isim ve sürekli bir idari varlık sahibi olan az sayıda ülke arasında şunları sayabiliriz: Fransa, Rusya, Portekiz, Danimarka, İsveç, İsviçre, Fas, Japonya, Çin, İran, Etiyopya. Bunlar herhalde en az muğlaklık taşıyan örneklerdir; yine de bu devletlerin modern egemen devletler olarak ortaya çıkmalarının ancak bugünkü modern dünya sisteminin doğuşuyla mümkün olduğu ileri sürülebilir. Bir bölgenin tanımlanması için bir isim kullanılması konusunda daha süreksiz bir tarihe sahip diğer bazı modern devletler de vardır — örneğin Yunanistan, Hindistan, Mısır, Türkiye, Almanya, İtalya, Suriye gibi isimlere gelince üzerinde yürüdüğümüz zemin iyice kayganlaşmaktadır.

Gerçek şu ki eğer 1450’lerde doğmuş birçok varlığa —örneğin Kutsal Roma İmparatorluğu, Moğol İmparatorluğu, Burgonya Hollandası— bugün bakarsak bunların bir çeşit siyasal, kültürel, mekânsal mirasını sahiplenen bir değil en az üç egemen devlete rastlarız.
Peki şu anda üç devlet olduğu gerçeği üç ulusun olduğu an­lamına mı gelir? Bugün bir Belçika, bir Hollanda, bir Lüksemburg ulusu var mıdır? Çoğu gözlemci olduğunu düşünmektedir. Eğer öyleyse bunun nedeni ilk önce bir Hollanda Devleti’nin, bir Belçika Devleti’nin, bir Lüksemburg Devleti’nin ortaya çıkmış ol­ması değil midir? İnanıyorum ki modern dünyanın tarihine sis­tematik bir bakış, bu konudaki yaygın mitin tersine, devletin he­men hemen her örnekte ulustan sonra değil, önce geldiğini gös­terir.
Birçok bölgede, yeni egemen devletlerin kurulmasını talep eden milliyetçi hareketler kesinlikle, devletlerarası sistemin işle­meye başlamasından sonra ortaya çıkmıştır ve bu hareketler bazen amaçlarına ulaşmışlardır. Fakat sakınılması gereken iki şey vardır sırada. Bu hareketler, çok az istisnayla, daha önce yapılmış olan idari sınırlar içinde ortaya çıktılar. Bu nedenle, her ne kadar ba­ğımsız değilse de, bir devletin bu hareketlerden önce geldiği söylenebilir. Ve ikinci olarak, devletin fiili kuruluşundan önce, ulusun bir ortak duygu olarak ne denli köklü olduğu tartışılır. Sahra halkı örneğini ele alalım. Bir Sahra ulusu var mıdır? Ulusal kurtuluş hareketi Polisario’ya sorarsanız, evet derler ve bin yıldır varolduğunu eklerler. Faslılar’a sorarsanız bir Sahra ulusu hiçbir zaman varolmamıştır ve bir zamanlar İspanyol Sahrası’nın sömür­gesi olan yerde yaşayanlar her zaman için Fas ulusunun parçası olmuşlardır. Bu farklılığı zihinsel olarak nasıl çözebiliriz? Cevap çözemeyeceğimizdir. Eğer 2000 ya da belki 2020 yılında Polisario halihazırdaki savaşı kazanırsa bir Sahra ulusu olmuş olacaktır. Eğer Fas kazanırsa olmamış olacaktır. 2100 yılında yazan her ta­rihçi bunu halledilmiş bir sorun olarak görecek ya da daha büyük olasılıkla bunu bir sorun olarak bile görmeyecektir.

Devletlerarası sistemde her özel egemen devletin kuruluşu neden buna tekabül eden bir “ulus”, bir “halk” yaratıyor? Bunu anlamak gerçekten zor değil; kanıt her yanımızda. Bu sistemde devletlerin kaynaşma sorunları vardır. Devletler bir kez egemen olarak tanındıktan sonra kendilerini iç parçalanma ve dış saldırı tehdidi altında bulurlar. “Ulusal” duygular geliştiği ölçüde bu teh­ditler de azalır. Devletin içindeki her tür alt-grup gibi, iktidardaki hükümetlerin de bu duygunun kışkırtılmasından çıkarları vardır. Devletin dışındaki ya da herhangi bir alt-bölgesindeki gruplar karşısında çıkarlarını artırmak için devletin yasal gücünü kullan­makta fayda gören her grubun, taleplerinin bir meşrulaştırılması olarak milliyetçi duyguları kışkırtmaktan çıkarı vardır. Dahası, politikalarının etkisini artıran idari tekbiçimlilik devletlerin ya­rarınadır. Milliyetçilik böyle devlet düzeyinde tekbiçimliliklerin dışavurumu, itici gücü ve sonucudur.

Milliyetçiliğin yükselişinin daha da önemli başka bir nedeni vardır. Devletlerarası sistem sözde egemen devletlerin basit bir biraraya gelişi değildir. İstikrarlı ama değişebilen bir kıdem sırasına sahip hiyerarşik bir sistemdir. Yani, sıralamada bazı yavaş kay­malar yalnızca mümkün değil, aynı zamanda tarihsel olarak nor­maldir. Belirgin ve katı olan ama değişmez olmayan eşitsizlikler, tam anlamıyla, üst tabakayı doğrulamakla kalmayıp alt tabakayı suçlayabilen ideolojilere yol açan türden süreçlerdir. Milliyetçilik olarak adlandırdıklarımız böylesi ideolojilerdir. Bir devletin bir ulus olmaması demek onun, sıralamadaki yerinin değiştirilmesine direnme ya da bunu destekleme oyununun dışında kalması de­mektir. Fakat o zaman bu devlet, devletlerarası sistemin parçası olmaz. Kapitalist dünya ekonomisinin siyasal üst yapısı olarak devletlerararası sistemin gelişiminin dışında ve/veya öncesinde varolan siyasal varlıkların “ulus” olması gerekmezdi ve değillerdi de. “Devlet” kelimesini hem bu öteki siyasal varlıkları hem de devletlerarası sistem içinde yaratılan devletleri tanımlamak için yanıltıcı bir şekilde kullandığımızdan, bu sonuncu “devletlerin” devletliğiyle ulusluğu arasındaki kaçınılmaz, açık bağlantıyı sık sık gözden kaçırmaktayız.
Öyleyse bir yerine iki kategoriye —ırklar ve uluslar— sahip olmanın ne işe yaradığını sorarsak, ırksal sınıflandırmanın esas olarak merkez-çevre zıtlığını koruma ve ifade etmenin bir tarzı şeklinde ortaya çıkmış olmasına karşın milliyetçi sınıflandırmanın köken olarak, hiyerarşik düzenin yavaş fakat düzenli değişimi içinde devletler arasındaki rekabeti ifade etmenin bir tarzı olarak ortaya çıkmış olduğunu ve bundan dolayı ırksal sınıflandırmanın kabalığına karşı, sistemde daha ayrıntılı avantajlar sağladığını gö­rürüz. Fazlaca basitleştirilmiş bir formülle açıklarsak, ırk ve ırk­çılık merkez ve çevre bölgeleri, birbirleriyle olan mücadelelerinde bölgeler-içi bir şekilde birleştirirken; ulus ve milliyetçiliğin ise bunları daha ayrıntılı bir sıralama için bölgeler-arası olduğu kadar bölgeler-içi rekabetlerinde de, bölgeler-içi bir şekilde böldüğünü söyleyebiliriz. Her iki kategori de kapitalist dünya ekonomisinde avantaj elde etme hakkı için ortaya konulan iddialardır.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi etnik grup —bir zamanlar azınlık denirdi— kategorisini yarattık. Azınlıklardan söz edebilmek için bir çoğunluğa ihtiyaç vardır. Çözümlemeciler azınlık olma durumunun aritmetik temelli bir kavram olması gerekmediğinin uzun süredir farkındadırlar; bu durum toplumsal güç derecesiyle ilişkilidir. Sayısal çoğunluklar toplumsal azınlık olabilirler. Bu toplumsal gücü ölçtüğümüz yer kuşkusuz bir bütün olarak dünya sistemi değil, ayrı ayrı devletlerdir. Bu nedenle “etnik grup” kav­ramı, devlet sınırlarına —tanım olarak bu durum belirtilmese bi­le— pratikte “ulus” kavramı kadar bağlıdır. Aradaki tek fark bir devletin tek bir ulus ve birçok etnik grup içerme eğiliminde ol­masıdır.
Kapitalist sistem yalnızca, kendisi için asli ve kalıcı olan sermaye-emek zıtlığı üzerine değil, aynı zamanda, her emek baş­kalarına aktarılan bir artık değer yaratması nedeniyle sömürülse de, emek kesiminde varolan ve bazı emekçilerin yarattıkları artık değerin diğerlerinden daha fazla bir kısmını “kaybettikleri” kar­maşık bir hiyerarşi üzerine de kuruludur. Buna olanak sağlayan anahtar kurum part-lifetime ücretli işçi hanesidir. Bu haneler, ücretli işçilerin saat ücreti olarak, emeğin yeniden üretiminin orantılı hesaplanmış maliyetinden daha azını alabilecekleri şekilde ku­rulmuştur. Bu, dünya işgücünün çoğunluğunu kapsayan, çok yaygın bir kurumdur. Başka yerlerde öne sürülmüş olan savları burada tekrarlayacak değilim. Sadece halk olma durumu açısından sonuçlarını tartışmak istiyorum. Daha “proleterleşmiş” hane ya­pılarında bulunan daha yüksek ücretli işçilerden, daha çok “yarı-proleterleşmiş” hane yapılarında bulunan daha az yüksek ücretli işçilere kadar, farklı tür hane yapılarında bulunan ücretli işçilerin olduğu her yerde bu çeşitli hane yapılarının “etnik grup” diye ad­landırılan “cemaatlerde” yer aldığını görmemiz mümkündür. Ya­ni, belirli bir devletin sınırları içindeki işgücünün “etnikleşmesi”, mesleki bir hiyerarşinin beraberinde gelmektedir. Bugün Güney Afrika’da ya da geçmişte ABD’de olduğu gibi bunu pekiştirecek kapsamlı bir yasal zeminin olmadığı durumlarda bile, “meslekler” dar değil, geniş kategorilerde gruplandığı takdirde, etnik grup ile meslek arasında, her yerde, çok yüksek bir bağıntı vardır.

Mesleki kategorilerin etnikleşmesinin çeşitli avantajları var gibi görünmektedir. Farklı tür üretim ilişkilerinin, işgücünden, farklı normal davranış türleri talep ettiğini öne sürebiliriz. Bu dav­ranış gerçekte genetik olarak belirlenemeyeceğine göre öğretil­melidir. İşgücünün, makul özgül tutumlar gösterecek şekilde toplumsallaştırılması gereklidir. Bir etnik grubun “kültürü” tam ola­rak, o etnik gruba ait olan anababaların çocuklarına toplumsal ola­rak öğretmek zorunda oldukları kurallar kümesidir. Kuşkusuz devlet ya da eğitim sistemi bunu yapabilir. Ama genelde, bu özel­leşmiş işlevi tek başına ya da fazla açık bir biçimde yerine getir­mekten kaçınır. Çünkü bunu yapması “ulusal” eşitlik kavramını ihlal etmek olurdu. Böyle bir ihlali açıkça ortaya koymaya razı olan devletler sürekli olarak bu ihlalden vazgeçmeye zorlanmak­tadır. Ama “etnik gruplar” kendi üyelerini birbirlerinden farklı bir şekilde toplumsallaştırabilmekle kalmazlar; belli bir tarzda toplum­sallaşmak bir etnik grubun tanımında vardır. Bundan dolayı, dev­let için gayrimeşru olan şey, toplumsal bir “kimliği” savunan “gönüllü” grup davranışı olarak buyur edilir.
Böylece bu da, kapitalizmin hiyerarşik gerçekliğinin, kapita­lizmin ilan edilmiş siyasal öncüllerinden biri olan yasa önünde resmen eşitliğe zarar vermeyecek şekilde meşrulaştırılmasına ola­nak sağlar. Etnikleşme ya da halk olma tarihsel kapitalizmin te­mel çelişkilerinden birini —aynı anda hem kuramsal eşitliğe hem de pratik eşitsizliğe kalkışmasını— çözmekte ve bunu dünyanın emekçi tabakalarının zihniyetlerini de kullanarak yapmaktadır.

Tam da halklık kategorilerinin değişkenliği —daha önce sö­zünü etmiştik— bu çabada son derece önemli bir hale gelmekte­dir. Çünkü kapitalizm, tarihsel bir sistem olarak, sürekli eşitsizliği gerektirirken, iktisadi süreçlerin sürekli yeniden yapılanmasını da gerektirmektedir. İşte bu nedenle, bugün belli bir hiyerarşik top­lumsal ilişkiler kümesini güvence altında tutan şey yarın için ge­çerli olmayabilir. İşgücünün davranışı, sistemin meşruiyetini boz­madan değişmelidir. O nedenle, etnik grupların yinelenen doğuş­ları, yeniden yapılanmaları ve kayboluşları iktisadi mekanizmanın işleyişinin esnekliği açısından son derece yararlı bir araçtır.
Halklık, tarihsel kapitalizmin çok önemli bir kurumsal yapı­mıdır. Asli bir dayanaktır ve bu haliyle, sistem daha fazla yo­ğunluk kazandıkça, giderek daha önemli olmuştur. Bu anlamda, yine asli bir dayanak olan ve önemi giderek artan devlet gibidir. Dünya-tarihsel Gesellschaft’ımız içinde, yani kapitalist dünya ekonomisi içinde biçimlenen bu temel Gemeinschaft’lara giderek daha az değil daha çok bağlanıyoruz.
Marx’ın da Weber’in de iyi bildikleri gibi sınıflar halklardan gerçekten oldukça farklı yapımlardı. Sınıflar “nesnel”, yani anali­tik kategoriler, bir tarihsel sistemdeki çelişkilere ilişkin ifadelerdir ve toplumsal cemaatlerin tanımı değildirler. Sorun bir sınıf cemaa­tinin yaratılıp yaratılamayacağı ya da hangi koşullarda yaratıla­bileceğidir. Bu, ünlü an sich/für sich [kendinde / kendi için] ay­rımıdır. Kendi için sınıf çok nadir bir varlıktır.
Bitirmeden önce son bir nokta olarak; belki de bunun nedeni inşa edilmiş “halkların” —ırkların, ulusların, etnik grupların— “nesnel sınıf”la eksik de olsa çok yoğun ilişki içinde olmalarıdır. Sonuç, modern dünyada sınıf tabanlı siyasal etkinliklerin büyük bir oranının halk tabanlı siyasal etkinlik biçimini alması olmuştur. Eğer “saf işçi örgütleri denilen, ancak aslında çoğu zaman örtük ve defacto “halk” tabanına sahip olan örgütlere yakından bakar­sak, halk-dışı katıksız bir sınıf terminolojisi kullandıklarında bile, bu oranın genelde düşündüğümüzden daha yüksek çıktığını gö­rürüz.

Dünya solu, dünya işçilerinin yüzyıldan uzun bir zamandır fazla sık bir biçimde, “halk” biçimleri içinde örgütledikleri ikile­minden yakınmıştır. Fakat bu çözülebilir bir ikilem değildir. Sis­temin çelişkilerinden doğmaktadır. Halk tabanlı siyasal etkinlikten tamamen ayrı olan kendi için sınıf etkinliği olamaz. Bunu, sözde ulusal kurtuluş hareketlerinde, tüm yeni toplumsal hareketlerde, sosyalist ülkelerdeki bürokrasi-karşıtı hareketlerde görüyoruz.
Halklığı, olduğu gibi —kesinlikle ilkel sabit bir toplumsal gerçeklik değil, düşman güçlerin birbiriyle mücadele ettiği kapita­list dünya ekonomisinin karmaşık, kil benzeri bir ürünü olarak— anlamaya çalışmak daha anlamlı olmaz mı? Bu sistemde halklığı, hiçbir zaman ne yok edebiliriz ne de olduğundan daha önemsiz bir role düşürebiliriz. Öte yandan ona atfedilen erdemler bizi sersemletmemeli, yoksa bu var olan sistemi meşrulaştırma yolları bizi al­datacaktır. Daha dikkatlice çözümlememiz gereken şey, halklığın bu tarihsel sistem için daha da merkezi hale gelmesiyle, bizi iteceği doğrultulardır; bizi sistemin ikiye ayrıldığı noktada, şu anki tarihsel sistemimizden, onun yerini alacak sistem ya da sis­temlere geçişteki belirsiz sürecin çeşitli olası alternatif sonuçlarına doğru iteceği doğrultular…

Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler
Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz